Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -41- HER İLİM, ERBÂBINDAN…
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
SÜRDÜRÜLEBİLİR İBÂDET HAYATI
Müellifimiz, önceki maddelerde tasavvufî yolların çeşitliliğinden bahsetmişti. Bu maddede, sıradan halk için uygun olan tasavvuf yolunu tarif ediyor:
Altmışıncı Kaide:
“Tasavvufî neşvede, seyr u sülûk yolunda (veya genel olarak fıkıh vb. dînî ilimlerde) «âmmî» dediğimiz sıradan halktan olan kişilerin payına düşen şudur:
•İhtiyatlı ve endişeli davranmak…
•Yolların en kolay ve kendisi için en açık olanına girmek…”
Âmmî, umûmu’n-nâs, sıradan halk demektir.
Dînî alanda bir tahsili bulunmayan, dîni anlayabilme yani içtihad seviyesinde olmayan herkes aslında avâmdır.
İçtihad mertebesi, dîni yorumlama salâhiyetinin verildiği mertebedir. Onun altındaki mertebede bulunmak, müçtehid âlimlerin yorumlarına tâbî olmayı gerektirir.
Müellifimiz önceki yani 59’uncu maddede, fakih, muhaddis, âbid, mantıkçı, tabiatçı ve usûlcü gibi âlim gruplarının tasavvufî sahada takip edebilecekleri sûfîleri ve eserlerini zikretmişti. En başta ise avâm için Hâris el-Muhâsibî -rahmetullâhi aleyh-’in (ö. 243) eserleri ve benzerlerinin uygun olduğunu belirtmişti.
Burada bunu biraz açıyor ve keyfiyetini ortaya koyuyor:
Mekke’ye gideceksin, bütün yollar Mekke-i Mükerreme’ye çıkar. Ama senin gideceğin yolun kolay bir yol olması ve de senin o yolu iyi tanıyor, biliyor olman lâzım. Yoksa patika yollar da belki kestirmedir, daha kısadır, fakat sen o yolları bilmiyorsan orada kaybolursun. Çöllere girersen telef olursun.
Dolayısıyla;
Bilhassa, âlim / müçtehid seviyesinde de değilsen rahat yol alabileceğin ve de açık olan bir güzergâhı takip etmen gerekir.
“Bu (en kolay ve en açık yol);
•Herhangi bir günah işlemeden önce, henüz işin başında iken koruyucu tedbirler alarak takvâya yapışıp günahtan uzak durmaktır.”
Günah olan bir yola bulaşmamaktır. Tehlikeli olan bir güzergâhı yol edinmemektir.
“Ama -kazârâ- bir günah söz konusu olduysa, hemen kusurunu tövbe ile telâfî etmektir. Bu da bu hususu derinlemesine inceleyerek elde edilebilecek bir kabiliyettir. Başka konularla ilgilenmemek lâzımdır.”
Demek ki;
İlk adım günaha bulaşmayacaksın.
İkinci adım: Bulaşmışsan derhâl o günahtan el etek çekmeye, istiğfar ve tövbe ile teşebbüs edeceksin.
Bunun için de seyr u sülûk yoluna giren kimsenin, takvâya odaklanması lâzım. Derin nazarî tasavvufî muhtevâya dalmaması lâzım.
Günümüzde Zerrûk Hazretleri’nin sakındırdığı şeyi yapanlar var: Adam henüz şerîatı hayatında yaşamıyor. Kaçınması gereken haramlar, bırakması gereken kötü alışkanlıklar, alışması gereken farzlar var. Ama kişi almış eline bütün üst seviye tasavvuf kitaplarını, oradaki zor anlaşılır nazarî tasavvuf ile meşgul oluyor. Fantastik konulara giriyor. Husûsen avâmın böyle bir lüksü yok!
Demek ki;
Çıraklık veya acemîlik döneminin olmazsa olmaz şartı; günaha bulaşmamak, günahtan uzak durmaktır. Bir hata ile bulaşılmışsa da; bunların izini, pasını ve kirini bir an önce tövbe ile gidermektir.
“İmam Hâris el-Muhâsibî bu hususa îtinâ göstermiş, bu noktayı güzel şekilde, en tamamlanmış biçimde kaleme almıştır. Ancak işi alabildiğine sıkı tutmuştur. Yolun başında Hazret’in kitabında anlattıkları, çetin ve zor gelebilir. Ancak yolun sonunda maksadı anlaşılır. Bilhassa Riâye1 ve Nasâih2 kitapları böyledir.”
Muhâsibî Hazretleri’nin işi ne kadar sıkı tuttuğuna bir misal verelim:
İlk yazdığı eserde, ihtiyacının üstünde para sahibi olmayı çok ağır ifadelerle tenkit etmiştir. Oysa insan fıtratı, insan tabiatı mal biriktirmeye meyyaldir. Zekâtını, tasaddukunu, hayır-hasenâtını rahatlıkla yapabildikten sonra; kişinin mal sahibi olmasında bir problem yoktur.
Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–İyi (helâl ve faydalı) mal, sâlih adam için ne de güzeldir!” (Ahmed, IV, 202) buyurmuştur.
Hakikaten;
Servet, ehlinin elinde ise güzeldir. Hakikaten Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- gibi, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri gibi, vefâtının sene-i devriyesinde olduğumuz Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh- gibi zâtlar, serveti Allah yolunda en güzel şekilde kullanmışlardır.
Binâenaleyh;
Muhâsibî’nin kitaplarındaki meşakkatli bahislerden, mübtedîler istifade edemez. Bu bahisler; lisan bakımından değil, mânâ ve muhtevâ bakımından ağırdır. Fakat tasavvufun ne olduğunu anlamış kimseler, hakikaten bu kitapların muhtevâlarındaki mânâyı kavramakta zorlanmazlar.
“Zamanının ilim ve ibâdet bakımından dürr-i yektâsı, verâ ve zühd bakımından asrın en fazîletlisi Efendim Ahmed bin Âşir3 Hocam (v. 765) derdi ki:
«–Muhâsibî’nin kitaplarındaki bu tür mâlûmatla ancak velâyet derecesine ulaşmış bir kimse amel edebilir.» Bu veya bu mânâda bir söz söyledi. Yine hocam Ebû Abdullah bin Abbâd (ö. 792) da Tenbih4 adlı eserinde böyle nakletmektedir. Cenâb-ı Hak hepsinden râzı olsun.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; îtidâli emretmiş, teşdîdden, yani ibâdetler hususunda aşırılığa düşmekten sakındırmıştır.
Meselâ;
•Vefât ederken malının tamamını vasiyet etmek isteyen Sa‘d İbn-i Vakkas -radıyallâhu anh-’ın bu arzusuna izin vermemiş, en fazla üçte birini vasiyet etmesine müsaade etmiştir. (Buhârî, Cenâiz, 36; Müslim, Vasıyyet, 5)
•Üç günde bir hatim indirmek isteyenlere, her gün oruç tutmak isteyenlere müsaade etmemiştir. (Buhârî, Savm, 55, 56, 57, Müslim, Sıyâm, 181-193)
•Seher vaktinde hâlsizlikten dayanamayacak hâle geldiği hâlde bile tutunup ayakta kalmak için mescide ipler bağlayanların bu iplerini çözdürmüştür. (Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219)
Yeni kullanılan bir mefhum var: «Sürdürülebilir kalkınma modeli.» Bu tam da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bizlere tavsiye ettiği şeydir. Yani sürdürülebilir hayat tarzı.
Yani üç gün gece-gündüz namaz kıl, ondan sonra bir daha namaz yok! Bu makbul bir şey değil. Fakat bir geceyi ihyâ edip, bir başlangıç hâline getirip devam etmek. Öylesi makbul…
Müteâkip kaidede ise, ilmî branşların çeşitliliği hakkında bir inceliğe temas ediliyor:
KİMLERDEN?
Altmış Birinci Kaide:
“Her şeyin ilmi, ancak o ilmin erbâbından öğrenilir.
Binâenaleyh;
•Sûfîye fıkıh sorulmaz.
Ancak o hususta ilmî hâkimiyeti varsa (hem fakih hem mutasavvıf ise) başka.”
Bir insan her alanda mütehassıs olamaz. Bir alan uzmanlık alanıdır. Bugün meselâ tıpta yüzlerce farklı uzmanlık alanı var. Yani her doktora da her rahatsızlık sorulamıyor.
İnsanlar; sûfî diye itibar edip, ona fıkhî mesele sordular. O şahsın fıkıhta ihtisâsı yoksa, onun söylediğine itimat etmek doğru olmayabilir. Önceki maddede örnek verildiği gibi, teşdîd edebilir yahut bilgisi olmaması veya müsamahakârlığı sebebiyle gevşek bir fetvâ verebilir. Her ilmi erbâbından almalı.
Ancak karşımızdaki zât, hem sûfî hem fakihse, o zaman aliyyü’l-âlâ olur.
Kitabını okuduğumuz Şeyh Ahmed Zerrûk Hazretleri de fıkıhçı kimliği olan bir mutasavvıftır.
“Fıkıhçıya da tasavvufî meselelerde itimat edilmez.
Ancak bu babda tahkîki varsa, çalışmaları varsa başka!”
Meselâ Gazâlî Hazretleri; büyük bir Şâfiî fakîhi, aynı zamanda tasavvufta da büyük behresi var.
“Bir hadisçiye de ne fıkıh ne de tasavvuf sorulur. Ancak muhaddisliği yanında tasavvuf ve fıkıhla da ilgileniyorsa o zaman ona da danışılabilir.”
Dolayısıyla;
Tasavvuf müridlerinin fıkıh ile ilgili meselelerde fukahâya iltizam etmeleri, onların eteğine yapışmaları, onlara danışmaları gerekir.”
Tarîkat ehline müracaat ne zaman olur?
“Tarîkat ehline, ancak iç dünyasını ıslah edebileceği hususlarla alâkalı müracaat etmelidir.”
Tasavvuf ehline, tezkiye-i nefs meselelerini götürmek lâzım:
–Bir türlü kinimden kurtulamıyorum, bir türlü hasetten kurtulamıyorum, bir türlü kötü duygulardan kurtulamıyorum nasıl bunların üstesinden gelirim?
–Namazda nasıl huşûu elde edebilirim?
Fakat namazın rekâtını, bozulup bozulmadığını, abdesti, necâseti, tahâreti fukahâya sormak lâzımdır.
“Bu sebeple, Şeyh Ebû Muhammed Mercânî Hazretleri -rahmetullâhi aleyh- (ö. 770) kendi müridlerine fıkhî meseleleri fukahâya sormalarını emrederdi. Kendisi bildiği hâlde, o meseleyi kendisi bilse de böyle yapılmasını isterdi. Böylece anla!..”
Müellifin, Şeyh Mercânî’den naklettiği hâli, biz de büyüklerimizden aynıyla gördük. Onlar da bildikleri meseleleri fıkıhla iştigal eden hocalara soruyor, bir mânâda onlara mes’ûliyetlerini hatırlatıyorlar.
Sûfînin fıkıh hususunda her devirde itimat edilemeyecek sözüne bir misal olarak şunu gösterebiliriz:
İmâm-ı Rabbânî (v. 1034); Mektûbat’taki 312’nci mektubunda, tahiyyat oturuşunda parmak kaldırmanın aleyhinde bulunuyor. Düzgün yapılamadığı takdirde, terki evlâdır diyor. Devrindeki kim bilir hangi hassâsiyetten ötürü, Hazret, bu mektupta teşehhüdde parmak kaldırmayı terk etmek gerektiğini söylüyor, hattâ bunu yapanlar hakkında; «Doğru dürüst yapamıyorlar.» gibi, ağır ifadeler kullanıyor.
Muhtemelen o devirde, bu parmak kaldırma işi etrafında bir fitne döndü. Hazret de; «Şu fitne zamanında bunun terki evlâ!» dedi.
Tıpkı, Vehhâbîlerin Orta Asya ve benzeri yerlerde cemaatle kılınan namazlarda Fâtiha’nın sonunda sesli ve uzun bir şekilde; «Âmîn!» demelerinin yer yer tepkiyle karşılanması gibi. Hâlbuki bu Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde mevcut bir uygulamadır. Fakat zamanımızda selefî / vehhâbî tenkitçi bazı insanlar ile aynîleştiği için, bu; «Âmîn»ler tepki çekebiliyor.
Şimdi teşehhüdde şahâdet parmağımızı kaldıracak mıyız, kaldırmayacak mıyız?
Zerrûk Hazretleri diyor ki; bunu fakîhe soracaksın, sûfîye değil!..
Fıkıh da bu hususun sünnet olduğunu söylüyor.
Bu kaidenin zamanımıza şöyle bir yansıması söz konusu edilebilir:
Grupçuluk sebebiyle, bazen bazı kardeşlerimize bir hakikati söylemek güçleşiyor. Hemen;
“–Bu sözü söyleyen «biz»den mi?” diye sorguluyor. Bu taassup yüzünden, ciddî amelî yanlışlar düzeltilemiyor. Yaptığı îkaz, fıkha göre, İslâm’a göre hakikat ise, o sözü söyleyenin «kimlerden» olduğunun bir ehemmiyeti var mı?
Tâbî olduğu zâtın yazdığı kitapta;
“–Şu rivâyetin kaynağı yok.” denilse, bunu söyleyen en zirve muhaddis bile olsa öfkeyle reddediyor.
“–Zâhir ulemâ anlamaz!” gibi sözler sarf ediliyor. Zâhir ulemâ, bâtına dair meseleleri anlamayabilir. Fakat zâhire dair hakikati ifade eden sözlerini, kabul etmek gerekir.
Daha önce 49’uncu kaidede; vehim uyandıran, te’villik sözlerin nasıl değerlendirileceği de ifade edilmişti.
Tabiî tersi de mühim. Fıkh-ı bâtını hiç bilmediği hâlde; tasavvufî meselelerde ahkâm kesen, her şeye bid‘at deyip reddeden fıkıhçı, hadisçi ve benzeri âlimlerin de bâtın ilmine dair sözlerine itibar olunmaz.
Cenâb-ı Hak, taassuptan muhafaza buyursun. İlm-i nâfî, amel-i sâlih ve ihsan şuuru ile hayatlarımızı tezyîn etmemizi müyesser kılsın. Âmîn…
__________________
1 er-Riâye li-hukûkillâh ve’l-kıyâmi bihâ, adlı eserin Türkçeye «Kalp Hayatı» ve «Nefis Muhasebesinin Temelleri» isimleri altında tercümeleri vardır.
2 en-Nesâihü’d-dîniyye ve’n-nefehâtü’l-kudsiyye li-nef‘i cemîi’l-beriyye, «Hakkı Arayanlara Nasihatler» adı altında Türkçemize kazandırılmıştır.
3 Mağribli bu mutasavvıf âlim hakkında bilgi için bkz. Rıza KURTULUŞ, «İbn-i Âşir, Ebu’l-Abbas», TDVİA, XIX, 330.
4 Kısaca et-Tenbîh adıyla bilinen eserin tam adı, Gaysü’l-mevâhibi’l-aliyye fî şerhi’l-Hikemi’l-Atâiyye olup, İbn-i Atâullah el-İskenderî’nin Hikem-i Atâiyye adlı eseri üzerine yapılan en eski şerhtir. Bkz. Mustafa KARA, «İbn-i Abbâd er-Rundî», TDVİA, XIX, 266-267.