YARATILIŞ MURÂDINI BULMAK

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

İnsan, sonsuzluk denizinde yalnız bir yolcu gibidir. Gözleri bu sonsuzluğun içinde kaybolurken, yüreği ise sürekli bilinmezlerin peşinde koşturup durur. Bu yolculukta ne kadar yürüdüğünü, ne kadar yol aldığını ve aslında ne aradığını tam mânâsıyla bilmez; ama ileride bir yerlerde, aradığı şeyin cevabının olduğunu bilir ve aramaya devam eder. 

 

İnsanın bu mânâ arayışı, onun fıtratında gizlidir. Zira Allah Teâlâ; onu kudret eliyle yaratmış, rûhundan üflemiş, ona esmâyı, ilmi, hikmeti ve hakikati öğretmiştir. (Bkz. Sâd, 72-75)

 

İnsanın bu arayış serüveni; daima araştırma, sorgulama ve sorularla beslenir. İnsan sürekli olarak; nereden geldiğini, nereye gittiğini, niçin var olduğunu anlamak için sorular sorar. Bu sorular, onu hep öğrenme noktasında diri tutar. Merakı onun için bir öğretmen olur.

 

Mânâyı; kimi insan kitap sayfalarında arar, kendinden önce yaşamış ilim ve hikmet ehli kimselerin sözlerinde, hayatlarında bulmaya çalışır. Kimisi tabiat kitabının sessiz ve sözsüz olarak aktardığı nümûnelerden bulmaya çalışır. Kimisi kuşlardan, böceklerden ve çiçeklerden öğrenmek için onlara sorar, onları dinleyerek anlamaya çalışır. Neticede herkes kendini bulma yolculuğunda, yürüyeceği yolu ve menzili seçerek aramaya devam eder.

 

İnsanın bu arayış içerisinde yaşadığı her an, onun için kıymetli bir kitap gibidir; her satırında bir öğüt, her kelimesinde bir hikâye ve hikmet gizlidir. Sadece bunları görmek ve duymak için insanın gayret etmesi, idrak kanallarını açık tutması gerekir. 

 

İnsan bazen; kendini ararken, karanlık dehlizlere dalabilir. Karanlık ve kimsesizlik, insanın içindeki asıl âleme dönmesine ve en dipten en zirveye çıkmasına dahî vesile olabilir. Ne aradığını bilen için, bulduğu şey çok kıymetlidir. Karanlığı, kimsesizliği ve çaresizliği tatmadan, yaşamadan, aydınlığın kıymeti tam mânâsıyla anlaşılmaz. 

 

İnsanın mânâ arayışı, uzun ve meşakkatli bir yolculuktur. Ama bu yolculuğun sonunda ulaşacağı menzil, yol boyunca başına gelen bütün zorlukları, belâları ve musîbetleri bal ile yağ gibi kabul etmesini sağlayabilir. Yolculuk esnasında karşılaştığı her engel, her zorluk, insanı biraz daha güçlendirir, yaşadığı her tecrübeden bir ders çıkarmasını sağlar. 

 

İnsanın aradığı mânâ; Allah Teâlâ’nın kudretiyle yarattığı bu kâinâta, insanın neden geldiğini ve vazifesinin ne olduğunu bulmaktır. 

 

İnsanın kendisinin nasıl yaratıldığını, neden yaratıldığını ve kim tarafından yaratıldığını bilmesi, anlaması için evvelâ kendini bilmesi ve tanıması gerekir. 

 

Allah Teâlâ Kur’ân’da; 

 

“Ben insanları ve cinleri yalnızca Ben’i tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (ez-Zâriyât, 56)

 

O hâlde; insanın bu dünyaya geliş gayesi, kendisini yaratan kudret ve kuvvet sahibini bilmesi, tanıması ve O’nun emirlerine riâyet etmesidir. Lâkin bu, bütün insanoğluna yüklenen vazifedir. Bizim aradığımız mânâ ve sır; fert olarak, her birimizi neden yarattığı meselesidir. Allah Teâlâ; neden herhangi bir canlı yaratmamış da beni yaratmış, buradaki murâdı nedir? 

 

Allah Teâlâ; her insanı, parmak izinden diğer âzâlarına kadar ayrı hususiyetlerde yaratmış. Hepsi ilâhî kudretin nazarına ve övgüsüne muhatap olmuş ve her biri yaratıcısının rûhundan bir parça taşıyor. İnansa da inanmasa da kâinâtı ve eşyayı, yarattığı bu biricik varlığın emrine âmâde kılmış ve diğer mahlûkatın haricinde vahye muhatap etmiş. Yarattığı bu mahlûka; azmedip gayret ettiği zaman, melekleri dahî geçip eşref-i mahlûkat olma pâyesi vermiş. Bu varlık; hata yapsa veya tökezleyip düşse, kendisine dönüp af dilediği ve tövbe ettiği zaman, onu yine en dipten alıp zirvelere çıkarmış. 

 

İnsanın imtihan için gönderildiği bu dünya hayatı, zıtlıklar üzerine tesis edilmiştir. Bu hikmet gereği; güzel de olacak çirkin de, hayır da olacak şer de. İnsan da küçük bir âlem olarak kendi içinde bu zıtlıklar ile yaşar. Onun da içinde kendisini iyiliğe, hayra ve güzele çağıran bir davetçi ile; kötülüğe, şerre ve çirkinliğe davet eden bir davetçi arasında sürekli bir mücadele cereyan edecektir. İnsan; içindeki bu mücadelenin taraflarından hangisine meylederse, şahsiyeti, karakteri ve amelleri o yönde şekillenir. Bunun için de hangi davetçinin daha güçlü, kuvvetli olması noktasında, irade insanın elindedir. Hangi tarafı güçlendirirse orası ağır basacak ve yürüyüş yönü o davetçiye meyledecektir. 

 

İnsan bu dünyaya geliş gayesini, yaratılış murâdını bulamamış ve kendini nefsinin esâretinden kurtaramamışsa; şahsiyet ve karakterini inşâ edememiş, dolayısıyla hem içindeki hem de çevresindeki sefih hayatın cenderesinden kendini kurtaramamıştır. Bu tür insanlarda bazen bir hayvanın, bazen birkaç hayvanın karakterinin hâkim olduğunu görmek mümkündür. 

 

“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki; 

 

•Nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, 

 

•Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 7-10) 

 

Bu kadar zıtlıkların bir arada olduğu bir dünyada yaşamak elbette zor bir imtihandır. Ancak bu imtihanı başarı ile geçmenin bedeli cennet ve «Cemâlullah»tır. Yani insanın yaratılış murâdını bulması, Allâh’a vâsıl olması, O’nu bulması ve O’na teslim olmasıdır. 

 

Bize düşen; kendi kudret eliyle bizi yaratan ve bize rûhundan üfleyen Rabbimiz’e lâyık bir kul olmak için gayret etmek, bize yüklediği yeryüzünün halîfesi vazifesini en güzel ve kâmil mânâda îfâ etmek ve yaratıldığımız fıtrat üzere O’nun huzûruna geri dönmektir.

 

Rabbimiz, bize neden yaratıldığımızın ve yeryüzüne neden gönderildiğimizin hikmetini ve hakikatini idrâk etmeyi nasip eylesin. Yaratılış murâdımızı bulmayı ve ona ermeyi nasip eylesin. Âmîn…