HADDİ AŞMAK
Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com
Bugün yaşadığımız hayat tarzını, insanlarla olan muâşeret ölçülerimizi ne yazık ki biz belirleyemiyoruz. Toplumda hâl-i hazırda yaşayan genelgeçer kaideler, insan yaşantısına yön çiziyor. Daha farklı davransanız, hemen dışlanmaya tâbî tutuluyorsunuz. Eskiden buna «mahalle baskısı» denirdi. Oysaki müslümanın hayatı «kıble» merkezli olmalı ama kıblesizlerin baskısı altındayız. Hiçbir şeyimiz müslümanca değil. Ateş çemberinin içindeyiz. Etrafımızda olup bitenlere, ölenlere öldürülenlere bakınca neşemiz kaçıyor. Fakat bazılarına göre, hayat keyifle devam ediyor. Olumsuzluk tablosu çizmek niyetinde değiliz elbette, ancak önümüzde duran gerçeklerle de yüzleşmemiz gerekiyor.
Çevremizde cereyan eden hâdiselere bakmak, bu tahlili yapmaya yeter! En önce her gece uykularımızı kaçıran Mescid-i Aksâ, Kudüs, Filistin, Gazze meselesini tetkik edelim. Ekim’den bu yana ölüp giden canlar; evsiz, yersiz yurtsuz kalan mazlumlar… En yakınlarını kaybetmiş, kimi kimsesi kalmamış kimsesiz mağdurlar… Şu modern çağda açlık ve susuzluktan, hastalıktan ölüme terk edilen masumlar… Buna rağmen direnen, sahip oldukları değerleri bırakmayan, vatanlarını terk etmeyen yiğit, şanlı, asil bir millet… Verdikleri şehidlerle; üzerlerine en güçlü silâhlarla gelen, aslında küçücük olan koca dünyanın en büyük güçlerine karşı şerefli bir İslâm direnişi sergileyen mücâhid Filistinli kardeşlerimiz… Yüce ve Aziz olan Rabbim, Hak üzere olan bu kardeşlerimizi, en kısa zamanda zafere, huzura eriştirsin, barışa kavuştursun. Hiçbir şey yapmayan, hattâ Siyonist kâfirlerle işbirliği yapan müslüman devletlere de; akıl ve fikir, doğru düşünme, firâset ve basîret ihsân etsin. Birlik ve beraberlik idrâki lutfetsin inşâallah diye duâlar ediyoruz.
Bugün içtimâî ölçüde yaşanan İslâmsız hayatlar, mü’minleri; «İşte yaşanan hayat bu!» hayaline götürüyor. Oysa müslüman böyle olmamalı.
Bugün İslâmsızlığın acılarını çok ağır bir şekilde ödüyoruz. Başımız belâdan kurtulmuyor.
Günlük hayatlarımıza bakın, hiç müslüman hayatına benziyor mu?
Düğünlerimize bakın, hiç İslâmî düğünlere benziyor mu? Hocalarımıza bakın, hiç doğru fetvâlar veriyorlar mı? Kimse darılmasın cinsinden, -neredeyse- her yanlışa onay verecekler!
Güya (!) dînî olan merasimlerimize, toplantılarımıza bakın; kadın erkek karmakarışık, her türlü günahın icrâ edilmesinden hiç sakınılmıyor.
Cenâzelere bakın, tören mangasına çevrilmiş!
Mübârek Ramazân-ı şerif ayında, bin bir israfla dolu iftar davetleri yanında, diğer yandan ekmek ve yemek bulamayanlar!
Hakikaten bu nasıl iştir? Biz Müslümanlığın neresindeyiz, Hak aşkına?
Unutulmaması gereken bir gerçek şu ki; maddî ve mânevî değerlerimizin muhafazası, toplumda birlik ve beraberliğin sürdürülmesinde, en önemli temel harçtır. Değerlerimiz bizim hayata bakış açımızı belirler ve özümüze bağlı kalmamızı temin eder. Zira İslâm’ın özüne ters düşmeyen gelenek ve göreneklerimiz, geçmiş ve gelecek arasında bağ kurar. Bu hakikate rağmen, konuya gereken hassâsiyet gösterilmiyor. Ahlâkî ve dînî mefhumlarımız, giderek zayıflıyor hattâ bozuluyor.
Günümüz insanları; yoğun hayat keşmekeşi içinde, helâl kazanç peşinde koşmaya çalışırken, pek çok karmaşık problemlerle boğuşuyor. Mutluluğu, sadece satın almaya odaklamış; huzurdan uzak, streslerle dolu aile yuvasının üyelerinde, karşılıklı anlayış ve uyum olmuyor. Yetişen çocuklarda, sevgi ve saygı bulunmuyor.
Neticede toplumda; mutsuzluk, kanaatsizlik, şükürsüzlük, hoşgörüsüzlük… beraberinde gergin bir ortam getiriyor. Ve böylesi sürdürülen hayat, insanlara saâdet temin etmiyor. Bu hâl günümüzde maalesef, insanların ruhlarına işlemiş vaziyette. Mevcut hastalıklı yapı, toplumun her tabakasında artarak devam ediyor.
Bir zamanlar bizim dînî ve kültürel değerlerimiz bütün dünyada hayranlık uyandırırken; bugün geldiğimiz iffet ve edepten yoksun nokta, hakikaten esef vericidir.
Ancak günümüzde içinde yaşadığımız var olan acı gerçekleri de görmezden gelemeyiz.
Hem ülkeler bazında hem toplum bazında insanların bulundukları ortamlar, köyden kente veya bir ülkeden başka bir ülkeye göçü gerekli ya da zorunlu kılabiliyor. Bu hakikat, önümüzde duruyor. Elbette bu durum, çok önemli içtimâî değişimlere yol açtı ve açıyor. Bu değişimler, insan ilişkilerinin yeniden değerlendirilmesi konusunu gündeme getiriyor. Bu husus, fizîkî yapıyı etkilediği gibi, insanların duygularını, davranışlarını, heyecanlarını dahî, ciddî mânâda etkiledi. İşte bütün bu değişim içinde, insanın kendi değerlerine sımsıkı bağlı kalması, gerçekten zor bir irade işidir. Değerlerimizi muhafaza etmek adına, bize ait olan gelenek ve âdetlerimizi uygulamak şarttır.
Aksi takdirde, kendi değerler sistemimizi yaralamış oluruz. Kişiler yaşadıkları sürece, içinde yer aldığı her oluşumda; «Başkaları ne der?» çerçevesinde hâdiseleri değerlendirdiği zaman, toplumda sıkışıp kalmış olurlar. Böyleleri ne yapacağını bilmez vaziyette, herkese uyum sağlayacağım derken, kendi değerlerini esnetirler. Çoğunluk bu şekilde davranınca, asil bir toplumda var olan değerler silsilesi, yara alır. Bugünkü tablo budur.
Yaşanan hayatta, geçerli kurallardan hareket ediliyor, o zaman ferdî talepler nerede kalıyor?
Hâlbuki yaşanan hayatın hiçbir safhası, Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kuralların dışında olamaz, olmamalı. Ne olursa olsun; neşemizde ve üzüntümüzde, sabrımızda ve hüznümüzde, düğün ve derneklerimizde İslâmî olmalıyız.
Davranış sınırlarımızı, güzel dînimizin ölçüleri çizmeli.
Yoksa işte bugün olduğu gibi, -açık söyleyelim- iflâh olmayız. Mal mülk edinme, ticaret yapmadaki dürüstlük, hak gözetme esası çiğnenmemeli. Bir araya gelindiğinde; boş ve lüzumsuz şeyler konuşmak yerine, kendimizi düzeltmeye yönelik; yapıcı, faydalı sohbetler yapılmalı.
Hele şu ümmet-i Muhammed’in hâline bir bakın? Nedir bu içler acısı hâlimiz? Yüzleri güldürecek tek umut ışığı, bizi biz yapan değerlerimize sıkı sıkıya ama hasbîce sarılmaktır. Fakat öyle uydurukça, sadece ucundan-kıyısından değil, tamı tamına, bütünce. Olduğu kadar değil, dostlar alışverişte görsün diye değil; ihlâsla, şuurla, idrakle… Yoksa hâlimiz perişan…
Açık söyleyelim buraya kadar belirttiğimiz gerçekler, müslümanlar olarak «haddi aşmak»tır. Geçmişten bu yana pek çok hususta, Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kaidelerin dışına çıkmışız, hattâ dışına çıkmakla kalmamış, haddimizi aşmışız.
Yemede-içmede, düğünde-dernekte, konuşmada, hayatı yaşamada, insanlarla muâşerette, çevreyi kullanmada ve daha pek çok konuda her dâim aşırıya kaçarak ve haddi aşarak yaşıyoruz.
Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim’de ilk haddi aşan «şeytan»dı. Dünyada bütün haddi aşanlar, şeytana uyanlardır.
Günümüzde insanlar farkında olmadan, şeytan ile kol kola yaşamaktalar. Allah Teâlâ’nın koyduğu sınırlara uygun yaşamak; insan hayatına denge, huzur ve mutluluk getirir. Bu sınırları aşmak ise taşkınlık getirir.
Cenâb-ı Hak buyurur ki:
“Kim Allâh’a ve elçisine isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)
Ve Rabb-i Teâlâ haddi aşanları sevmez:
“Ey îmân edenler!
Allâh’ın sizin için helâl kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın.
Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87)
Bir müslümanın vazifesi, Allah Teâlâ’nın sınırlarını korumaktır. Yüce ve şerefli İslâm dîni; insanlara her hususta orta yolu, îtidâli öğütlemiştir. İslâm dîni; aşırı gitmeyen, haddi aşmayan, beden ve ruh uyumu içinde insanlık haysiyetine yaraşır düzeyde davranışlar sergilenmesini isteyen bir denge dînidir:
“(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkān, 67)
“Onlar; günahlarına tevbe eden, ibâdetle meşgul olan, hamd eden, oruç tutan, rükû eden, secde eden, iyilik ve güzellikleri teşvik edip yayan, her türlü kötülük ve çirkinliğin önünü almaya çalışan ve Allâh’ın koyduğu sınırları gözetenlerdir.
Rasûlüm! Sen böyle gerçek mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 112)
Allah Teâlâ’nın emir ve yasakları dinlenmediği zaman, bunların îkaz edilmesi için emr-i bil mâruf, nehy-i ani’l-münker yani «iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak» gerekir. Bu müessese vazife yapmadığından ve insanlar her vakit Rabbin emirlerini çiğnediklerinden dolayı, iki yakaları bir araya gelmiyor. Hâlbuki;
“Din kolaylıktır. Dîni aşmak isteyen kimse, ona yenik düşer. O hâlde, orta yolu tutunuz, en iyiyi yapmaya çalışınız, o zaman size müjdeler olsun; günün başlangıcından, sonundan ve bir miktar da geceden faydalanınız.” (Buhârî, Îmân, 29; Nesâî, Îmân, 2) buyuruluyor.
Hiç şüphesiz insanların; birbirlerini, yanlış yaptıklarında uyarmaları gerekir.
Çünkü hepimiz bu geminin içindeyiz. Bu husus yani Hakk’ın emirlerini dinleyen ve dinlemeyenlerin aynı gemide yolculuk yapan insanlara benzetilmesi, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- tarafından anlatılıyor. Peygamber -aleyhisselâm-; alt kattakiler gemiyi delseler, üst kattakiler buna mâni olmadıklarında kendilerinin de, aynı gemide batacakları uyarısında bulunuyor. (Buhârî, Şeriket, 6)
İşte aynen bunun gibi; kötülüğe, yanlışa engel olmayanların, gün gelip kendilerinin de, aynı yanlış bataklığına saplanacakları anlaşılıyor.
İnsanlar bugün, kendilerini ahsen-i takvîm üzere yaratan Rablerinin emirlerine, kendi ebedî saâdetleri adına büyük bir titizlikle uymaları gerekirken; her sahada haddi aşmaları, onların dengelerini bozmakta, müstakîm çizgiden ayrılmalarına sebep olmaktadır. Bu hususta özelde farklı konulara girilebilir. Ancak biz yazımızın bu kısmında; insanların haddi aşmalarının, iklim değişikliğinde nelere sebep olduğuna değinmek istiyoruz. Yaptığımız küçük çaplı ilmî araştırma sonucunda, size bu bilgileri sunmuş olacağız:
Bilindiği üzere iklim, hem tabiî çevreyi hem bütün canlıları etkiler.
«İklim, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde uzun seneler boyu yaşanan, gözlenen tüm hava (atmosfer) şartlarının ortalamasıdır.»
Fakat buna rağmen; iklim şartlarının, alan ve zaman değişimini etkileyen faktör, tek başına atmosfer değildir. Sebebi ne olursa olsun, iklim şartları, küresel ölçekteki değişikliklerdir ki; bunları önemli ölçüde etkileyen, yavaş gelişen fakat sürekli olan değişiklikler, iklim farklılaşmasına önemli ölçüde tesir ediyor. Dünya çapında ortalama sıcaklıklardaki artış, kara ve deniz buzullarının erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesi, iklim değişikliğinin en bariz belirtileridir.
Tabiî bunları tetikleyen pek çok faktör var. İncelediğimiz kadarıyla bunları sayarsak; güneş radyasyonundaki değişimler, sera gazındaki salınım oranları, okyanus akıntıları, kara ve deniz dağılımı, dağ oluşumu, volkanik aktiviteler, geri beslenme mekanizmaları (kar, buz, su buharı, bulut) gibi sebeplerdir.
İklim değişikliği; su ve gıdâ kalitesinin düşmesine, hastalık sürelerinin uzamasına hattâ yeni tip virüslerin oluşmasına sebep olmakta. İklim değişikliği, genelde daha fazla sıcaklık demek olduğundan, bu durum ülkelerin ekonomik kayıplarının yanı sıra, insanların göçüne ve sonuçta çatışmalara da sebep oluyor. Aynı zamanda bu büyük hava hâdiseleri; ölümleri, yaralanmaları, âfetleri, bulaşıcı hastalıkları, yetersiz beslenmeleri, söndürülmesi zor orman yangınları… gibi pek çok riski beraberinde getiriyor.
İklim değişikliğinin en büyük sebebi, atmosferdeki ısı artışıdır. Bu durum, insanların çeşitli üretimler yapması ve çevreyi kirletmesiyle alâkalıdır. Aynı zamanda küresel ısınmaya, sanayileşme de sebep oluyor. Bu süreçte kullanılan fosil yakıtlar, havaya büyük miktarda karbondioksit salıyor. Neticede başta ormansızlaşma olmak üzere, pek çok olumsuzluk meydana geliyor. Sanayileşmenin yanında; endüstriyel tarım faaliyetleri de iklim değişikliğine sebeptir. Sera gazı en çok imalât sanayiinde ortaya çıkıyor. Sera gazı, fosil yakıtlardan çıkıyor. Bilindiği üzere; kömür, petrol, doğalgaz, sera gazı yayan fosil yakıtlardır, bunlar zararlıdır. Çünkü bunlar yandığında; karbondioksit, kükürt dioksit, azot dioksit gibi zararlı gazların atmosfere salınımına sebebiyet veriyorlar. Bunun sonucunda da, asit yağmurları oluşuyor. Asit yağmurları; topraktaki asit miktarını artırıyor, tatlı su kaynaklarının kimyevî dengesini bozuyor.
İşte görüldüğü üzere; insanlar çevreyle oynayarak, kâinâtın düzenini bozmuş, neticede pek çok olumsuzluğa sebep olmuşlardır. Haddi aşan insanın yaptığı icraatlar ve iklim değişikliği yüzünden su kaynakları azalmış, tarım alanları ve ürün verimliliği düşmüş, seller veya şiddetli kasırgalar gibi aşırı hava olayları artmıştır. Yine aynı sebeplerden dolayı; insanoğlu, kuraklık ve çölleşmeyle de karşı karşıyadır. Bitkiler, hayvanlar ve eko sistemde tahribatlar mevcuttur. Biyoçeşitlilik (yeryüzündeki bitki, hayvan ve mikroorganizmalar) kayıplarında da artış vardır.
Bunca kâinat dengesindeki bozulmanın düzeltilmesi için ilim adamları şöyle çözüm teklifleri sunmuşlardır:
•Gereksiz su tüketimi önlenmeli,
•Ormanlık alanlar korunmalı ve genişletilmeli,
•Çevre kirliliğine engel olunmalı,
•Gıdâ israfının önüne geçilmeli,
•Enerji tasarrufu yapılmalı,
•Geri dönüşebilir ürünler kullanılmalı,
•Fosil yakıt üretimi azaltılarak, yenilenebilir enerji kaynakları artırılmalı yani temiz enerji kullanılmalıdır.
Yenilenebilir enerji kaynakları; güneş, rüzgâr, hidroelektrik, biyokütle gibi kaynaklardır. Sera gazı etkisiyle ve dünyada küresel ısınma dolayısıyla da iklim değişikliği oluyor. Bu sebeple buzullar eriyor, deniz seviyesi yükseliyor, yeryüzündeki büyük su kütleleri buharlaşıp, atmosfere karışıyor. Bunun neticesinde, sıcaklık ve basınç farklılığından şiddetli rüzgârlar oluşuyor.
İşte ilmî veriler ışığında, iklim değişikliğinin sebepleri… Neden oluyor peki bunca değişiklikler? İnsanların dünyada yaşarken, ellerinin altındaki şeyleri kendi menfaatlerine göre haddi aşarak kullanmalarından kaynaklanıyor. İnsan, hayatını yaşarken; gün gelip hesabını vereceğini düşünmüyor ve kendisine emânet olarak lutfedilenleri hesapsızca kullanıyor. Dolayısıyla kâinâtı perişan eden, dünyanın dengesini bozan, pek çok olumsuzluğa sebep oluyor. İnsan, dünyada yaşarken âhiret hesabı yapmıyor. Bugün insanlara, âhiret hakikati unutturuluyor. İnsanların yüreklerinden; «Allah korkusu» fikri silinmek isteniyor. Hâlbuki; «Hikmetin başı Allah korkusudur.» denir. Kur’ân-ı Kerim’de;
“Ey îmân edenler! Allah’tan nasıl korkmanız lâzımsa öylece korkun. Sakın müslümanlar (olmak)tan başka (bir sıfatla) can vermeyin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruluyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak, bizim kendisinden korkmamızı istemektedir.
Şurası iyice bilinmelidir ki, îman hayatı Allah -celle celâlühû- korkusuyla başlar. Din yolu, Hazret-i Allah’tan korkanların yoludur. Âhiret hayatının sırlarına ancak Allah -celle celâlühû- korkusuyla erişilir. Kalpler Hak korkusuyla dolmadıkça; hayat, dert ve sıkıntıların yaşandığı bir mekân hâline gelir. Allah -celle celâlühû- korkusu, insana kendini ve davranışlarını sorgulatır, hayatı hesaplı-kitaplı yaşatır.
Hazret-i Allah’tan korkmak, yaşantımızın her ânında O’nun kontrolü (murâkabesi) altında olduğumuzun idrâkinde bulunmak, ne ulvî bir duygudur! Bu duygudan mahrum olan bir gönülde; merhametin yerini zulüm, şefkatin yerini kin ve nefret, doğruluğun yerini hile, sevginin yerini düşmanlık doldurur. Bugün olduğu gibi her türlü menfîlik, eğrilik, ahlâksızlık fütursuzca işlenir.
Allah korkusu, kişiye iç disiplin şuuru sağlar.
Günümüzde erdemli ve fazîletli yaşamak için, yanlışa kaymamak, hep doğrularda kalmak adına, her insanın bu iç disipline ihtiyacı vardır. İnsanlar gayr-i meşrûya dalmasınlar, işlerini düzgün yapsınlar niyetiyle, herkesin başına bir polis dikemeyeceğimize göre, o zaman âdeta bir iç polis denetimi vazifesi gören; «Allah korkusu anlayışı»nın insanlarımıza mutlaka kazandırılması şarttır.
“Rabbimiz, bizi ve bizden önce îmân etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde îmân etmiş olanlara karşı kin bırakma.
Rabbimiz gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)