DÜNYÂ NEYE SÂHİPSE, O’NUN VERGİSİDİR HEP; MEDYÛN O’NA CEM’İYYETİ, MEDYÛN O’NA FERDİ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Asırlardır cihanda sabah olmuyordu.

 

İnsanlık, zulüm ve karanlıklar içinde boğuluyordu. 

 

Nihayet Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyayı şereflendirme vakti geldi.

 

O’nun emsalsiz nûru bütün âlemlere göz açtı.

 

İşte o vakit; 

 

Sabah oldu.

 

Ama nasıl bir sabah? 

 

Herkesin bildiği sıradan bir sabah değil. Bilâkis dehşet karanlıkların, dayanılmaz sıkıntıların ve kahredici zulümlerin hepsini birer birer izâle edecek bir sabah. 

 

Görmeyenlere hakikatleri ayna gibi gösterecek bir sabah.

 

Devr-i cehâletleri bitirecek bir sabah.

 

O gün;

 

Sonsuz sırlarla dolu bambaşka bir sabah oldu.

 

Bütün akl-ı selîmler, hayran hayran baktılar ve gördüler ki:

 

Doğmakta olan gün; hidâyet, merhamet ve adâleti şahlandıran bir gündü. Bütün milletlerden bey‘at alacak bir yücelik, tekbir getirmekteydi.

 

O sabah, kurtuluş sabahıydı. Sayısız müjdelerin coştuğu bir sabahtı.

 

Çünkü;

 

O sabahın güneşi, Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- idi. Bütün âlemlere rahmetti. 

 

Her şey;

 

O’nunla aydınlandı. Dağlar, taşlar, bitkiler, her şey. Geçmiş ve gelecek her şey. Zâhirler ve bâtınlar her şey. Hâneler ve beldeler, her şey. Yerlerde ve göklerde neler ve kimler varsa, hepsi o güneşle aydınlandı.

 

İnsanlık;

 

Ancak o sabahla ve o güneşle iftihar etsin! Gerisi yalan! O’nun şahsiyeti dışında bütün kişilikler yalan! O’nun güneşi dışında bütün ışıklar yalan! O’nun nûru dışında bütün ışıltılar sadece karanlık ve yalan!

 

O hakikatin önünde;

 

Başlar mum gibi eğik olursa, gönüller yıldızlaşır. Sesler O’nun huzûrunda kısılır ve sükûta bürünürse, bu kubbede bâkî kalan ebediyet sedâları nasîb olur.

 

En büyük mazhariyet;

 

O sabahla buluşmak. O sabahın emsalsiz güneşi ile ihyâ olmak.

 

Hele şu âhirzamanda.

 

Hele dünyayı zulmün kasıp kavurduğu şu demlerde.

 

Hele özellikle Gazze’nin, Filistin’in ve safha safha müslüman coğrafyaların yok edilmek istendiği şu devranda. 

 

Gözler;

 

Yine mazlumlara çare olan o sabaha koşsun!

 

Diller;

 

Yine o sabahın o güneşler güneşini dillendirsin! 

 

Gönüller yine çağlasın:

 

–Yâ Rasûlâllah!

 

Sen’in sabahına uzak düşen ciğerlerimiz dağlandı. Sen’in nûrunu seyredemeyen gözlerimiz karanlıklar içinde kaldı.

 

İçimizde bizi yeşertecek olan Muhammedî muhabbetin yine Sen’in güneşinle alev alev yansın! Sana kavuşmak için tutuşsun yine gönüllerimiz, fikirlerimiz, duygularımız yine Sana kanatlansın! Canlarımız yine bâd-ı sabâ kesilerek Sana uçsun!

 

Her gün;

 

O sabahı hatırlayalım! O güneşten bahsedelim. O sabahla buluşmak için hasretler içinde kül olalım.

 

Sana dost olan Ebûbekirler rehberimiz olsun.

 

Sen’inle Faruk olan Ömerler adâleti yaşatsın!

 

Sen’inle nurlanan Osmanlar cihanı nûr-i Kur’ân ile fethetsin!

 

Sen’in ilminin kapısı olan Aliler bizleri Sana ulaştırsın!

 

Yine;

 

Düzlükler, yokuşlar hep Sana varsın!

 

Kimsesizler, hastalar, sahipsizler, yetimler, muhtaçlar, masumlar ve mazlumlar, yine Sen’in şifâ ve dermanına kavuşsun!

 

Başka medeniyetlere bakıyorum:

 

Hepsinin öve öve bitirmediği hikâyeleri var, adamları var, fikirleri var. Ama dünya çapında icraatlerine bakınca hepsi de birer nemrut ya da firavun ya da bir başka zâlim olarak çıkıyor karşımıza. Tüm tarih kitapları aslında sadece bu gerçeğin tescili.

 

Bir tek;

 

O sabahki güneşin merhameti merhamet!

 

Bir tek Sen’in adâletin adâlet, ey Âlemlerin Efendisi!

 

Bir tek Sen’in yolun gerçek yol!

 

Sen’in kıblen, bize kıble.

 

Sen’in Kâbe’n bize yön!

 

Bir tek Kur’ân, hak kitap!

 

Bir tek Sen’in sünnetin bizleri ihyâ etmekte.

 

Gerisi,

 

Boş hikâyelerden ibaret. Boş âdetler, hiçbiri Allah’tan değil. Boş felsefeler, hepsi bir şaşkının uydurması! Câhiliyet bugün ilim maskesine bürünmüş o kadar kötülükler işliyor ki, hepsinin canı cehenneme!

 

Cehennemin korkunç sesi, duyabilenler için her yerde yankılanıyor:

 

Kıyâmetten önce uyan ey beşeriyet!

 

Muhammed Mustafâ’ya koş, insan ol!

 

–Kur’ân ile şerefli ol!

 

Cennetin rahmet sesi de duyabilenler için her tarafta aynı cümlelerle çınlıyor:

 

–Kıyâmetten önce uyan ey beşeriyet!

 

–Muhammed Mustafâ’ya koş, insan ol!

 

–Kur’ân ile şerefli ol!

 

Çünkü;

 

Kıyâmet koptuğu gün insanın başka çaresi yok. Kaçabileceği bir yer yok! Yüce Kur’ân’ın ve sünnet-i Peygamber’in dışında kalanlar, o gün mahrum kalacaklar.

 

O’nun olmadığı bütün hevesler, sevdalar ve hayaller, mahşer günü vebal ve musîbet olacak sadece.

 

Bütün ömrü,

 

O’nun sabahına vermeli.

 

Dünkü aşk O. Bugünkü aşk O. Yarınki aşk da O. Son anları sonsuz eden aşk da O.

 

Gönlünü ve ömrünü O’nun avucuna teslim edenler, ebedî bir saltanata nâil olmuşlardır.

 

Hiç kimse,

 

O’nun şefkati gibi bir şefkat görmemiştir. Hayat, ancak O’nun gibi yaşandığı vakit hayattır, huzurdur ve kıymetlidir. Kalbin hayatı O’nun sevdasıdır. Her çaresizin şifâsı O’ndadır.

 

Hele âhirzamanda.

 

Hele feryatların ve mâtemlerin dinmediği şu günlerde.

 

Ümmet-i Muhammed olarak boynumuz bükük. Yüreklerimiz mahcup. Gayretlerimiz mahcup. Dertlerimiz mahcup. Gözlerimiz ve özlerimiz mahcup.

 

Hangi kelime ile O’na hâlimizi arz etmeli?

 

Hâlimize bakan kelimeler, lâl oluyor, konuşmuyor, konuşamıyor.

 

O’nun âlemi şereflendiği sabah ile buluşsak, O’na bakabilsek, hep O’na hayran olsak, O’nun yaşadığı gibi yaşayabilsek, işte o vakit her şey yine bambaşka olacak. Hem bu dünyada hem âhirette her şey ancak O’nun ile bambaşka çünkü.

 

İnsanlık;

 

Âh O’nun kıymetini ve aşkını gerçekten anlayabilse, tadabilse!

 

Her şeyini O’na borçlu olduğunu idrâk ederdi.

 

Fark ederdi:

 

O’nun gibisi yok! 

 

O’na arz edilecek kelime de O’nun gibi olmalı, gönül de.

 

O’nun gibi kelimeyi de ancak O’nda bulmak mümkün. O’nun gibi gönlü de kezâ.

 

O ki;

 

Kendinin ta kendisi!

 

O’ndan bir tane yaratmış Hazret-i Allah. Yollar çatallanmasın, gönüller çatallanmasın, yolcular menzil-i maksûdu şaşırmasın diye.

 

O ki;

 

Emsalsiz örnek / üsve-i hasene

 

Allah buyuruyor:

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ۝٢١

 

“Andolsun, 

 

Allâh’ın Rasûlü’nde; 

 

•Sizin için; 

 

•Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, 

 

•Allâh’ı çok zikreden kimseler için 

 

Güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 21)

 

O ki;

 

Bizim bütün sıkıntılarımızla dertli, mü’minlere çok düşkün, şefkatli ve merhametli…

 

Allah buyuruyor:

 

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ ۝١٢

 

(Ey kullarım!)

 

‒Size, 

 

‒Kendinizden,

 

‒Öyle bir Peygamber geldi ki;

 

•Sıkıntıya düşmenize cidden üzülüyor,

 

•Size çok düşkün,

 

•Mü’minlere karşı çok şefkatli, çok merhametli…” (et-Tevbe, 128)

 

O ki;

 

İki cihânı aydınlatan bir sirâc-ı münîr…

 

Allah buyuruyor:

 

يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۙ ۝٤٥

وَدَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِه۪ وَسِرَاجًا مُن۪يرًا ۝٤٦

 

“Ey Peygamber! 

 

Biz Sen’i, 

 

•Bir şâhit, 

 

•Bir müjdeleyici, 

 

•Bir uyarıcı; 

 

•Allâh’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve 

 

•Nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45-46)

 

O ki;

 

İlâhî azaplar karşısında bizlere rahmet vesilesi…

 

وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ ۝٣٣

 

(Ey Rasûlüm!)

 

•Sen onların içinde iken,

 

•Allah, onlara azap edecek değildir. 

 

Ve;

 

•Onlar mağfiret dilerlerken de 

 

•Allah onlara azâb edici değildir.” (el-Enfâl, 33)

 

Bu müjde;

 

İçlerinde Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- var iken müşriklere bile azâb etmeyen yüce Allâh’ın, içinde Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam bir îman ve aşkın var olduğu mü’min gönüllere de azâb etmeyeceği hakkında müstesnâ bir ümit kapısıdır. Hangi gönülde O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varsa, hangi hânede O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varsa, hangi meselede O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varsa, hangi dertte O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varsa, orada umut vardır, çare vardır, rahmet vardır.

 

Fakat nerede O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yoksa, orada da selâmet ve rahmet nâmına hiçbir şey yoktur. O’nun olduğu her yer ve her iş, bir cennet burcu, O’nun olmadığı her yer ve her iş bir cehennem gayyâsıdır.

 

O’nun yaşadığı beldeler, mükerrem ve münevver oldu.

 

O’nun yaşadığı devir, asr-ı saâdet oldu.

 

O’nun yürüdüğü yol, sırât-ı müstakîm oldu.

 

O’nun uğradığı mekânlar, bereketle doldu taştı.

 

O’nun müjdelediği her şey; birer birer gerçekleşti, gerçekleşiyor.

 

O’nun uğradığı gönüller ve hâneler, cennetlere açıldı.

 

Fakat,

 

O’nsuz olan bahtsızlar, o günden bugüne sadece balçık dolu girdaplara battı. O mahrumlar, cennet yerine cinnet koridorlarında kendilerine boşu boşuna keyif aradılar, ancak kahr-ı ilâhîyi tattılar. Israrla ve inatla bu dünyada zevk u safâ aradılar, heyhat sadece gazap ve azâba yuvarlandılar. 

 

İbret alanlar uyandılar.

 

O’nun sabahına uyandılar. O’nun güneşi ile ebediyyen şâd oldular.

 

Dediler ki:

 

Canım kurban olsun Sen’in yoluna,

Adı güzel kendi güzel Muhammed!

Gel şefaat eyle kemter kuluna,

Adı güzel kendi güzel Muhammed!.. 

 

Bildiler ki:

 

Doğdu, ömrüyle hayât oldu bize,

Doğdu Hak Nûru, necât oldu bize!

 

Doğdu, kaldırdı düşen rûhumuzu,

Yedi kat Arş’a kanat oldu bize!

 

Doğdu Ay, doğdu Güneş, Hak’tan emir;

Gece-gündüz salevât oldu bize!

 

Doğdu cennetlere döndürmek için

Ateş üstünde Sırât oldu bize!

 

Doğdu Rahmet ve Şifâ, ey Seyrî

Sonsuz îman ve sıfat oldu bize!

 

En güzel ömür;

 

O’nun doğduğu sabahı hayat eylemek! 

 

En güzel rehber;

 

O sabahın emsalsiz nûru ile yoğrulmak ve O’na îman ve aşk ile doğrulmak.

 

En güzel müjde;

 

Uğruna kurban olarak O’nun ebedî şefaatine mazhar olabilmek.

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn!