HİÇBİR ZULÜM BÂKÎ KALMAZ

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

 

Geçen sene 7 Ekim’de başlayan alçak, kātil, zâlim İsrail’in kahrolası zulmü bir senesini doldurdu. Zulüm bitmedi; artarak, bölge sınırlarını genişleterek devam ediyor. Ufukta muhtemel bir III. Dünya Savaşı görünüyor. Bunun gerçekleşmesi hâlinde; güç dengesi bulunmadığından, daha nice acımasızlıkların icrâ edileceğini kestirebilmek zor değil. 

 

Ancak herkesin bir hesabı varsa, Kâinâtın Mutlak Hâkimi’nin de bir hesabı var. Biz müslümanlar yalnızca Rabbimiz’e güveniriz. Ama güvencemiz Allah Teâlâ derken; bizim yapacağımız, zâlim karşısında kıpırmadan tembel tembel beklemek değildir. Böyle bir düşünce, tevekkül inancımıza aykırıdır. Hem tevekkül ederiz hem de maddeten silâh ve teçhizat yönüyle gerekeni yaparak, cihad ve şehâdet şuurunu mânen kuşanmış olarak hazırlanırız. Her dâim savaşa hazır olmalıyız. Aynı zamanda tıpkı ecdat gibi, bu şuurda nesiller yetiştirmeliyiz. 

 

Bir senedir eşi zor görülür bir zulüm; kātil İsrail ve onu destekleyen bütün zâlim, İslâm düşmanları tarafından sürdürülüyor. «Acaba ateşkes olur mu? Acaba savaş durur mu?» diye beklerken, bu bekleyiş; eşitsiz ve dengesi olmayan acımasız bir döngü içine kendini bıraktı. Ekimden bu yana uygulanan işkenceler, zulümler, ölümler; ülkeleri senelerdir işgal altında olan, geçmişten bu yana her türlü haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz kalmış, mazlum Filistinli kardeşlerimize karşı yürütülen bir soykırımdır. Bugüne kadar sayıları elli bine yaklaşmış, ama asıl sayıları daha fazla olan; çocuk, kadın, yaşlı ve masum sivillerin haksız yere katledildiği bir savaş değildir. Şâhit olduklarımız yalnızca vahşettir. Zira bu kātiller sürüsünün karşısında harp eden insanlar yoktur, dünyanın en gelişmiş silâh teknolojilerini elinde bulunduran alçak, hâin ve kātil teröristlere karşı sadece ülkelerini savunan; yiğit, fedâkâr, îmanlı, mücâhid Hamas vardır. Hamas diye öldürdükleri, masum insanlardır ve dahî insanlıktır. «Nefsi müdafaa» diye giriştikleri, ama bu sınırları çoktan aşmış, sadece nefret ve kin içinde işlenenler, maalesef insanlık haysiyetini yerle bir etmiştir. Milletler arası bütün hukuk kaidelerinin çiğnendiği, dünyada yerilen bütün âdîliklerin icrâ edildiği, gazetecilerin, doktorların herkesin gözü önünde katledildiği bir arena çok net ki, soykırımdır. 

 

Dînî ibâdet mekânları olan cami ve kiliseleri, tarihî yapıları, okulları, hastahâneleri, mültecî kamplarını, evleri, çeşitli binaları içindekilerle beraber havadan bombalayarak yerle bir eden İsrail, dünyanın gözleri önünde büyük bir insanlık ve savaş suçu işlemiştir ve işlemeye de devam ediyor. Aynı zamanla şehirlerle birlikte tıpkı Irak ve Suriye’de yapılanlar gibi, beldenin bütün tarihini ve İslâmî kimliğini yok etti, ediyor. Yaptıkları asla ve asla kabul edilemez. Ailelerini ve en sevdiği yakınlarını kaybeden Filistinli kardeşlerimiz, müthiş acılar ve ızdıraplar çekiyorlar. Ölen altı rehine için bunu yanlarına bırakmayacaklarını söyleyenler, elli bin insanın kanını niye hiç düşünmüyorlar? Onların insanlığına yazıklar olsun! Bu mu sizin adâletiniz? Hem dünyada hem de âhirette cezanız çokça olsun, bolca olsun inşâallah.  

 

Aile fertlerini tek tek öldürerek, küçücük çocukları bir başlarına yetim ve öksüz bıraktılar; sivil toplum ve yardım kuruluş vazifelilerini, Birleşmiş Milletler yetkililerini gözlerini kırpmadan öldürdüler; şehirlerin bütün alt yapısını yok ettiler; bankalara, döviz bürolarına girerek hırsızlık ve gasp yaptılar; insanları aç, susuz, ilâçsız, dermansız bıraktılar; elektriği kestiler; yakıt vermediler… Bugüne kadar haydut İsrail’in gerçekleştirdiklerini yazmakla bitiremeyiz, bu sebeple ona devlet denemez. Çünkü hiçbir devlet onların yaptıklarını yapmaz, yapamaz. Yapılanlar zaten kendilerinin yazdıkları kanunlara da aykırıdır. Savaşın da bir hukuku vardır. Hukuk dışılığı ancak terör örgütleri yapar. 

 

Bizim inandığımız şerefli dîn-i İslâm’ın mensupları; asırlar boyu icrâ ettikleri savaşlarda, kadın-çocuk ve yaşlılara dokunmamış, hattâ bölgenin ağaçlarına dahî zarar vermemiş, başka inançtan olanların ibâdethânelerini tahrip etmemiş, içindekileri korumuştur.

 

Bunca zulme rağmen; biz müslümanlar olarak ümidimizi yitirmedik. Bugün müslüman olma izzet ve şerefini; yaşanan en acımasız belâlara karşı koruyan ve yalnızca Allah Teâlâ’yı vekil kılan, asr-ı saâdetin yıldızları olma iştiyakını gösteren Filistinli genç kardeşlerimiz bizim şeref ve haysiyetimizdir. 

 

Evet; aslında aylardır devâsâ acılarımız var, ama ümidimiz de var elhamdülillâh. Biz her zorluğu ve sıkıntıyı gören, bilen, duyan bir olan Rabbe inanmışız. Mevlâ Teâlâ Hazretleri, olanları görüyor. Şimdiye kadar şehîd olarak gidenleri ve ardından şehîd olmayı büyük bir teslîmiyetle bekleyenleri de biliyor, görüyor, işitiyor. Ve; «O, ne güzel vekildir.» diyenleri asla yalnız, bir başına bırakmaz. Olanda mutlaka bizim bilemediğimiz bir hayır vardır. Gidenler, vatan savunması için, Allah -celle celâlühû- için şehîd olmuşlardır, şüphesiz onlar cennetin en güzel yerinde ağırlanacaklardır. Kalanlar ise cennete namzet; vatanına, dînine, îmânına sahip çıkan şehid adaylarıdır. 

 

Ancak müslümanlar olarak bizim mukaddes mekânımız Mescid-i Aksâ’yı koruyamaz olmamız, oradaki kardeşlerimize yardım edemeyişimiz pek tabiî sorgulanmaya değer bir husustur. Biz müslümanlar, neden böylesi bir zillet ve acziyet içindeyiz? Düşünmeli, tefekkür etmeliyiz. Hattâ ilim adamları tarafından da çeşitli mahfillerde istişâreler gerçekleştirilmelidir. 

 

Suudî Arabistan, Şiîlerin temsilcisi olan ve devamlı savaşır gibi görünen ama aslında Sünnî dünyaya karşı arkadan desteklenen İran, müslüman kardeşlerimize karşı yapılan bunca zulmün karşısında neden bir şey yapmazlar? 

 

Dünyada sayıları iki milyara yakın müslüman, elliyi geçkin İslâm ülkesi, elini-kolunu sallayarak, pervasızca aklına estiği her zulmü icrâ eden bu kātil, alçak terörist İsrail’e karşı, neden herhangi bir yaptırım uygulamaz? Asla kabul edilemez, bu kadar işkencelere, zulümlere nasıl sessiz kalınır? Anlaşılır değil!

 

Pek tabiî bu yukarıda bahsettiğimiz sorgulama, bizi geçmişten bu yana daldığımız gafletlere götürür. Dünyada hak ve hakikatin savunulmasında, mazlum ve mağdurların haklarının korunmasında her zaman inisiyatif alan büyük Osmanlı Devleti yıkıldığından bu yana, «ümmet» sahipsiz kalmıştır. Dünya sistemini elinde bulunduran güçler, Osmanlı’nın zayıflamasından itibaren bu devleti çökertmek için ellerinden gelen ne varsa yapmışlardır. Bilhassa İngilizler, Osmanlı’yı yıkmak adına «Sömürgeler Bakanlığı» dahî kurmuşlardır. İslâm akāidini sarsmak için ne oyunlar, ne tuzaklar hazırlamışlar, ajanları vasıtasıyla, önce bizim mukaddeslerimizin bulunduğu beldelerin Mekke ve Medine’nin idaresini Suudî kraliyet ailesinin ele geçirmesine zemin hazrılamışlardır. O ailenin fertlerini ise İngiltere’de bizzat yetiştirmişler, zihinlerini işgal etmişler, müslüman evlâtlarının âdeta beyinlerini yıkamışlardır. Bütün bunları İngiliz casusu Hempher; «İslâm’ı Nasıl Yok Edelim?» kitabında kendisi tek tek anlatıyor. 

 

Kurnaz İngiliz aklı, büyük Osmanlı’dan elliye yakın küçük küçük devletçikler çıkarmış, sonra onları da hem birbirleriyle hem kendi içlerinde savaştırarak güçsüz düşürmüştür. Son Osmanlı bakiyesi Türkiye’mizle de uğraşarak, insanların dinlerine, îmanlarına, mukaddes kitaplarına, peygamberlerine olan güven ve itimatlarını sarsmak için olmadık senaryolar düzenlemişlerdir. Sahte şeyhleri, sahte din adamlarını önce kendileri yetiştirip sonra piyasaya sürerek, basın-yayın organları vasıtasıyla, insanların dinlerine olan inançlarını zayıflatıp bozdular, insanları kendi akāidlerinden tereddüt eder hattâ sorgular hâle getirdiler. Uyan müslüman uyan!..

 

Bütün bu çalışmaları bıkmadan sürdürdüler; insanlarımızın ahlâklarını bozmak, aileyi bitirmek adına senelerce çalıştılar. Ahlâksızlık ve hayâsızlığı yaydılar. Kadınları çıplaklığa teşvik ettiler. Elbette; «Edebi olmayanlar, Hazret-i Allâh’ın lutfundan mahrum kalır.» Artık insanlar; devamlı nefsî hevâ ve heveslerinin peşinde koşan, şeytanın sapkınlıklarına kolayca kanan, üç kuruş etmez dünyanın ardından düşüncesizce giden, âdeta denizde sürüklenen kuru kütüklere dönmüş vaziyettedir. Bizim ülkemizde ve diğer İslâm ülkelerindeki hazin tablo maalesef budur. Tablo bu olunca insanlar; «Bana ne Arap’ın dâvâsından!» diyebilmekteler. Zira, insanların artık mukaddes bir dâvâsı kalmamıştır. Herkesin mukaddes dâvâsı kendi nefsi olmuştur.

 

Geçmişten bugüne mü’minlerin, kendilerine ve çevrelerine karşı sorumluluklarını yerine getirebilmesi, toplumun dirlik-düzenlik, birlik, beraberlik yani kardeşlik şuuru içinde olmasıyla mümkündür. Tarih buna şâhittir ki, bizim birlik ve beraberliğimizi bozmak için «böl-parçala-yut» taktiğiyle, dâhilî ve hâricî düşmanlar nice gizli, sinsi tuzaklar hazırlamışlardır. Bu çalışmalar, her İslâm ülkesi içinde farklı boyutlarda hep devam etmiştir. Bugün bizi sinsice oyuna düşürülenleri dost sananlara, şu âyet-i kerîmeler ne güzel bir cevaptır: 

 

“Ey îmân edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız îmânınızdan sonra sizi yeniden inkârcılığa sevk ederler. Size Allâh’ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Rasûlü de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Her kim Allâh’a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir. 

 

Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin. 

 

Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın! 

 

Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de; O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân, 100-103)

 

Filistinli kardeşlerimizin aylardır uğradığı zulme ve hukuksuzluğa karşı duyarsız kalınması, kardeşlik şuurunun zayıflamasından kaynaklanıyor. Oysa; “Mü’minler ancak kardeştir…” (el-Hucurât, 10) prensibimiz rafa mı kaldırıldı? 

 

Ümmetin, ümmet olma şuurunu gösterememesi bugün acı bir hakikattir. Mehmed Âkif bunu ne güzel ifade ediyor: 

 

Nedense, vahdet-i İslâm’ı târumar edeli, 

 

Büyük tanındı, mukaddes bilindi zulmün eli. 

Yüce İslâm dîninin her bir rüknü, dünya hayatını kuşatır mahiyettedir. Fakat bugün maalesef, dünya hayatı, bütünüyle müslümanların hayatlarını kuşatmış vaziyettedir. İnançlı insanların; «Uydum kalabalığa» cinsinden, düşüncesizce önüne dayatılanların peşinden şuursuzca gidişi, bizi derinden sarsıyor. 

 

Bizim dînimizin prensipleri bize yeter. Biz bugüne kadar bize ait değerlerimizle dünyaya hâkim olduk. Ne zaman ki, kendi değerlerimizi terk ettik; sonra olanlar oldu, zayıfladık, sözümüz geçmez oldu. Büyük müfessir diyor ki: 

 

“Onların âdî duygularına uymayın, onlara yönelmeyin, onlarla oturup sohbet etmeyin. Onlara yağcılık edip yumuşak davranmayın. Onların yaptıklarına rızâ göstermeyin. Onlara benzemeye çalışmayın. Onların modalarını, stil kıyafetlerini taklit etmeyin. Onların süslerine-püslerine, şâşaalı işlerine imrenmeyin. Onlardan ve işlerinden tâzimle bahsetmeyin.” (Zemahşerî, III, 241) 

 

İşte açık, net, adı konmuş hakikatler. Demek ki; onlara meyil yok, ama senelerdir hep âdeta; «Cellâdına âşıklar» gibi, batıya meyilli olunmadı mı, batı taklit edilmedi mi? Bizim prensipler rafa kaldırılmadı mı? İşte biz buradan aldandık, neticede ziyan olduk, ruh sağlığımız bozuldu. Hele hele bugünkü gibi zâlimi desteklemek, yaptıklarını alkışlamak bizde asla olmamalı. 

 

Bu hususta İmâm-ı Gazâlî Hazretleri buyuruyor ki:

 

“Zâlimler, fâsıklar ve gafillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise insanın adım adım helâke sürüklenmesi, demektir.” 

 

Bugün; «Araplardan bana ne!» diyenler, bahsedilen zihnî ve kalbî beraberlik neticesinde yaşanan fikrî savruluştaki kişilerdir.

 

Senelerdir «Kudüs Dâvâsı, Ümmetin Dâvâsı» idi. En son; Aziz Osmanlı, Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya sahip çıktı. Tâ ki, bu kudsî topraklar elimizden çıktı, İngiliz himayesine girdi, o günden bugüne, bölgede yaşayanlarda huzur kalmadı. O mekânlara yahudi işgalcilerin oturtulmasından bu yana; zulümler, haksızlıklar, hak ihlâlleri, yerlerinden edilmiş kardeşlerimizin evleri, bağları, bahçeleri, zeytinlikleri ellerinden alınıp, işgalcilere verildi, veriliyor. Bunlar hangi gerekçelerle yapıldı, yapılıyor? İnsanlar hiçbir hak iddiasında bulunamıyorlar, itiraz edenler ise derhâl hapishânelere götürülerek işkencelere tâbî tutuluyor. Filistinli kardeşlerimiz senelerdir her türlü ezâ, cefâ, baskı ve yıldırmaya hep dayandılar, bugün ise en acımasız soykırım ile karşı karşıyalar.

 

İsrail, 1948’den beri, âdeta mukaddes topraklarımıza saplanmış bir hançer gibi yüreğimizi kanatıyor. Geçmişten bu yana zulüm durmadı. Bilhassa 7 Ekim’le başlayan süreçte, kātil İsrail’in güya; «nefsi müdafaa» adı altında icrâ ettikleri karşında, vicdanlar parçalandı, neredeyse duygular hissizleşti. Ekranlarda seyredilenler, yürekleri dağladı. Bunca acımasızlığa, en rezilinden yapılanlara, barbarca insan katledilmesine tüm dünyanın ses çıkarmaması, çıkaranların ise bir şekilde susturulması, bastırılması, zâlimlerin masum, masumların zâlim gösterilmesi gerçekten bizleri hayretten hayrete düşürüyor. Buna sessiz kalmayan önce Amerikan üniversitelerinde başlayan gençlik hareketleri, sonra diğer ülkelere sıçramıştı. Gençlerin yükselen; “Soykırım dursun, İsrail sussun.” şeklindeki haklı seslerini, polis güçlerinin nasıl sindirmeye çalıştığı, hepimizce malûmdur. 

 

Bütün dünyanın gözü önünde İsrail tarafından işlenen soykırım ve savaş suçlarını ABD’de âdeta elleri patlayıncaya kadar ayakta alkışlayanlar, aynı suçu destekleyen, o kātillere silâh temin edenler, suç ortaklarıdır. İnsan haklarını, savaş suçları kaidelerini kendileri koydular. Kendi koydukları kaideleri kendileri hiçe sayıyorlar. Bu ne yaman çelişkidir? İşte onların gerçek yüzü buydu! Herkes şâhit oldu. Vicdan, insanlık, duygu, merhamet, şefkat, üzülme, acıma hattâ kahrolma… Ne gezeeer?.. Onlar insanlarda bulunur. Yahudiler de kendilerinden başkasını, özellikle de müslümanları, insan olarak dahî görmüyorlar. Bu modern çağda, nasıl bir mantık anlaşılır değil! 

 

Ne insan hakları, ne çocuk hakları, ne hayvan hakları! Hepsi kocaman bir yalan. Yeter ki müslüman ölsün, katledilsin, umurlarında değil. Bütün dünya bu üç kuruş etmez alçak kātili koynunda besliyor. Ama zulüm ile âbâd olunmaz, zulüm hiçbir zaman bâkî kalmaz. Bu kavim lânetli kavimdir. Lânet, Hazret-i Allâh’ın rahmetinden uzak zâlimlerin üzerinedir. Bugünkü Siyonistler, lânetli zâlimlerdir. 

 

Bu zulmü destekleyenler, hiç şüphesiz, ırkçılık taassubuyla hareket ediyorlar. Kâinâtın Sahibi’nin göndermiş olduğu bütün dinlerde, insanların birbirlerine zulmetmeleri yasaklanmıştır. Âdîlikte, çirkinlikte, zulümde sınır tanımayanlar, bir de «kendilerine va‘dedilen topraklar, yani arz-ı mev‘ûd» için güya(!) sözde dînî mefkûreyle hareket ettiklerini, tahrif olmuş Tevrat’tan bölümler okuyarak, dünyaya ilân ettiler. 

 

Bugün şurası bir hakikat ki, Siyonizm çağın kanseridir. O zâlimlerin ilham kaynağı, «arz-ı mev‘ûd»dur. Hâlbuki Hazret-i Kur’ân’da, herhangi bir kavme va‘dedilmiş topraklardan, Allah Teâlâ’nın va‘d şartlarının öne çıktığı hususu yer alır. Bahsedilen arza, herhangi bir kavim ve millet değil, ancak sâlih kullar hâkim olacaklardır. Tabiî va‘dedilen topraklara hâkim olmak için; bozgunculuk, zâlimlik, hâinlik yapmamak durumu vardır. Bugün kātil İsrail’in yaptıkları, hiçbir din inanışında yer almaz. Ancak olsa olsa onların bahsettikleri; «öldüreceksin, hayvanları dahî bırakmayacak, çocukları-kadınları hiçbirisini bırakmayacaksın…» yaftalı bozulmuş, tahrif edilmiş Tevrat’tan alıntılardır. Onların bahsettikleri asla mukaddes kitap ile bağdaşmayan, geçerliliği olmayan safsata şeylerdir. Yanı sıra yapılanlar vahşettir, zulümdür, soykırımdır. Söylenenler asla ve asla kabul edilemez. Hiçbir mukaddes kitap bunu söylemez. Demek ki, Tevrat tahrif olmuştur. Hiçbir mukaddes kitap ve onların akîdelerinde zâlimlik, işkence, haksız yere cana kıyma olmaz, olamaz. 

 

Hem sonra, yahudilerin ve onlar gibi düşünenlerin «arz-ı mev‘ûd» diye nitelendirdikleri yerler, bugün müslüman ülke topraklarıdır. Nil’den Fırat’a kadar olan bölgeler; Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’a da inanan, namazlarında, O’na selâm veren, onların torunları müslümanların vatanlarıdır. Kendilerinden başkasına en acımasız eziyet ve işkenceleri revâ gören, devamlı öldürerek maksada ulaşmak seçkin bir kavim özelliği olabilir mi? Bu nasıl çarpık bir mantık!?. Bugüne kadar zulüm ile kim isteğine ulaşmış? Bu icrâ edilen vahşet ve soykırım, ilâhî bir kitâbın muhtevâsında olamaz ve dahî rûhuna kesinlikle aykırıdır. Bakın şerefli Kur’ân’da ne buyuruluyor: 

 

“Bir zamanlar Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 

 

«–Ben seni insanlara önder yapacağım.» demişti.

 

 «–Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbî!)» dedi. Allah; 

 

«–Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem!)» buyurdu.” (el-Bakara, 124) Zâlimden kimin kastedildiği anlaşılıyor.

 

Bugün zâlim, hâin, alçak, kātil İsrail ve onun destekçileri yalnızca şeytanın sesine uyan topluluklardır. Yüce Kur’ân’da buyuruluyor ki: 

 

(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: 

 

«–Şüphesiz Allah size gerçek olanı va‘detti, ben de size va‘dettim ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O hâlde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! 

 

Şüphesiz daha önce ben, beni (Allâh’a) ortak koşmanızı reddettim.» 

 

Şüphesiz zâlimler için elem verici bir azap vardır.” (İbrâhîm, 22) 

 

Sonuçta onların bahsettikleri arz-ı mev‘ûd değil, va‘d-i mev‘ûddur. Ona da bütün ehl-i îman tâliptir vesselâm. Zâlimler için yaşasın cehennem!..