ESİR -1-
Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com
(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)
Pişkin suratlı subay, elindeki torbayı uzatırken söylendi:
–Al, Turko! Buna da yetmez deme artık!
«Eyvallah» mânâsında elini sallayarak torbayı aldı ve domuzları sürerek oradan uzaklaştı.
Esir olduğundan beri buradaydı. Epey müddet kapalı tutulmuş, daha sonra iyi hâli dikkate alınarak ayak hizmetlerinde kullanılmak üzere ayrılmıştı. Sîmâsındaki saflık ve davranışlarındaki dürüstlük sayesinde her geçen gün daha fazla güven kazanmış, sonunda birliğin iâşesi için beslenen domuzların güdülmesiyle vazifelendirilmişti. Bu sayede anlayacak ve merâmını anlatacak kadar İngilizceyi ve yörede konuşulan Arapçayı öğrenmişti.
Karısı ve çocukları gözünde tütüyordu. Ayrılalı yedi yıldan fazla olmuştu. Acaba karısı onu hâlâ bekliyor muydu? Yoksa şehid düştüğünü düşünerek onu başka biriyle evlendirmişler miydi? Ya çocukları? Ethem, ayrıldığında iki yaşlarında olduğuna göre şu an 9-10 yaşlarında olmalıydı. Ahmet ise, o köyünden ayrıldığında yeni doğmuştu. Kundağını ne zaman gözünün önüne getirse, hâlâ bebek kokusunu duyar gibi olurdu. Ya Ethem? O ayrıldığında, yeni dillenmeye başlamıştı. Tam sevilecek zamanıydı. Şimdi görse tanıyabilir miydi acaba?
Ama kafasına koymuştu: Kaçacaktı. Kendisine verilen azığı her akşam dönmeden önce domuzlara veriyor ve akşam dönünce, yiyeceğin kendisine yetmediğini, dağda aç kaldığını söylüyordu. Ama bugün vakti gelmişti. Torbayı eliyle yokladı. Sağlam üç gün yetecek yiyecek vardı. Ömür boyu burada durup domuz güdemezdi ya! Hep kuzeye doğru giderse mutlaka demir yoluna ulaşır, kendisini kamufle ederek trene binebilirdi. Zaten yollarda mutlaka kendisine yardım edecek müslümanlarla karşılaşırdı. Ancak yine de dikkatli olmalıydı. Çünkü ordudayken, bedevîler hakkında çok fena şeyler duymuştu. Yakaladıkları askerlerin dişlerini söktükleri, karın ve bağırsaklarını deşerek para aradıkları dillerde dolaşıyordu. Bir defasında devriye gezen bir müfrezeye bağlı bazı kayıp askerleri, öldürülmüş ve donlarına kadar soyulmuş hâlde bulmuşlardı. Harp boyunca hiçbir anlam veremediği şeylerden biri, onların bu davranışlarıydı. Bunlar nasıl müslümandı? Gerçi alay müftüsünün sözleri hâlâ kulaklarında çınlıyordu:
“–Sakın hâ evlâtlarım! Çapulcu bedevîlerin taşkınlıklarına bakarak, kavm-i necîb-i Arab’ın tamamının öyle olduğunu zannetmeyin! Bunlar aslını inkâr etmiş bir avuç İngiliz uşağıdır. Nesl-i pâk-i Muhammed, Halîfe Efendimiz’e sâdıktır!”
Ama yine de havsalası almıyordu. O ve onun gibi binlerce Anadolu evlâdı; onların namus ve mukaddesâtını korumak için buralara kadar gelmişken, onlardan destek yerine köstek görüyorlardı. Kaç çarpışmada yalın kılıç onlarca bedevînin vahşîce üzerlerine saldırdığına şâhit olmuştu. Kulakları hâlâ onların nâralarıyla uğulduyordu.
Esir olalı dört yıla yaklaşmasına rağmen, hâlâ savaşın travmasını atlatamamıştı. Özellikle de esâretinin başladığı son çarpışmayı. Güçlü bir İngiliz hücumunda; bağlı olduğu birlik bozgun eseri göstermiş, yanında bulunan çavuşla tek kalmışlardı. Çavuş paniklemiş;
“–Kimse kalmadı, biz de gidelim!” demeye durmuştu. Sakinleştirici sözler söyleyerek onu cesaretlendirmeye çalışmış, harpten kaçmanın günahıyla ilgili ekserî alay müftüsünün sözlerinden aklında kalanları sıralamış, sonra;
“–Zaten o kaçanlara da yetişecek, onları da vuracaklar. Elimizde bu kadar silâh ve teçhizatımız varken düşmana ne kadar zarar verirsek kârdır, sonra vurulursak da şehid olur, âhiretimizi kurtarırız…” yolunda sözler söylemişti. Ayak ucuna doğru duran çavuş, biraz sakinleşir gibi olduysa da biraz sonra ayarlamakla meşgul olduğu makineli tüfeğin elindeki şeridini attığı gibi, gerisin geri hızla koşmaya başlamış, bunun üzerine o da ânî bir refleksle makineli tüfeğin namlusunu çevirerek önce onu vurmuştu. Zira böyle korkakların ne yapacakları belli olmaz. Panikle, şehid düşmüş askerlerden ele geçirdiği tüfekle kendisini vurabilirdi. Zaten her gün içtimâlarda zâbitler kaçanın hiç acımadan vurulacağını ihtar edip duruyorlardı. Bu sebeple o esnada bu hâdisenin hiç üstünde durmadı. Zaten fevkalâde bir hâl içindeydi. İyice yaklaşan düşman, atış menziline girmek üzereydi. Fark edilmemek için, kamufle edilmiş makineli tüfeğinin önüne iyice yatmıştı. Bir iki tayyare üstünden uçtuysa da bir daha geri dönmediklerine göre herhâlde bozulan birliğinin gittiği yönü keşfetmekle meşguldüler. İngiliz askerlerinin rahat ilerleyişi de önlerinde kimsenin olmadığından emin olduklarını gösteriyordu. Artık iyice yaklaşmışlardı. Ancak daha durmalıydı. Tesirli atış menziline girmeleri için biraz daha beklemeliydi. Tüfeğine takılı şeridi iyi kullanır ve düşmanda ânî bir panik meydana getirebilirse belki gerideki birliğinin toparlanmasını sağlayarak çok büyük bir hizmet îfâ edebilirdi. Onun için muharebede hücum ve müdafaa başlamadan önce zâbitlerin;
“–Bekle!.. Bekle!..” şeklindeki komutları gibi kendisine telkinde bulundu. Ve nihayet atışlarının tesirli olacağına kanaat getirdiği anda en kalabalık oldukları yere doğru ateş etmeye başladı. Mermisi tükeninceye kadar ateş etti. Sonra? Sonrasını hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında bir İngiliz sıhhiye çadırında tedavi ediliyordu. Sol omuzunda şiddetli bir ağrı vardı. Kürek kemiğinin altına bir kurşun isabet etmişti. Ağrısı günlerce dinmedi. Neden sonra biraz hafifledi ve o da ayağa kalkabildi. Ancak yarasına bakan İngiliz doktorlar, el işaretleriyle kolunun kesilmesi gerektiğini anlatıyorlardı. Orada tanıştığı esir arkadaşları ise, onu tabip Miralay Galip Bey’e götürdüler. Esir tutuldukları kampın kuytu bir yerinde yarayı bir müddet inceleyen Galip Bey; kendisinin kurşunu çıkarabileceğini söyleyerek, kolunu kestirmemesi konusunda onu sıkı sıkı tembihledi. Artık İngiliz doktorlar koluna bakmak için geldikçe türlü huysuzluklar edip çırpınıyor, onlar da umursamaz bir tavırla çekip gidiyorlardı. Nihayet bir gün Galip Bey, arkadaşlarıyla haber gönderip onu çağırdı. Pek kimsenin görünmediği günün erken bir vaktinde, sahanın en kuytu yerinde idiler. İyice kamufle olmak için ekstra tedbirler de almışlardı. Galip Bey’in bir işaretiyle, arkadaşları onun el ve ayaklarını sımsıkı tutup ağzını kapattılar. Neye uğradığını şaşırmıştı. Galip Bey; sol omuzunun altındaki yarayı demir bir âletle deşiyor, kas ve sinirlerini çekiştiriyor, çadırda kendine geldiği zaman hissettiği acıdan kat kat fazla bir acı veriyordu. Ağzı kapatılmasa öküz gibi böğürürdü. Kıvranıyor, ancak iri cüssesi üzerine abanıp el ve ayaklarını sımsıkı tutan mübalâğasız 7-8 kişi kıpırdamasına bile izin vermiyorlardı. Neden sonra ellerini ve kollarını gevşettiklerinde Galip Bey’in işini bitirdiğini anladı. Canını bu denli yakan şu adama, zâbit olduğuna bakmadan esaslı bir yumruk atmak için büyük bir hınç duyuyordu. Ancak arkadaşlarının kollarından kurtulmak için kıvranmaktan ve duyduğu benzersiz acıdan tâkati kesilmişti. Kesik kesik soluyordu. Buna rağmen, acıyla çığlık atıverir diye bir süre daha ağzını kapatmaya devam ettiler. Bu arada değişik şakalar yapıyor, ona takılıyorlardı:
–Hasan’da manda gücü var be, yaralı kolunu tutamadım alimallah!
–Al benden de o kadar! Kan ter içinde kaldım arkadaş!
–O değil de ben alacağı kıza acıyorum! Silindir gibi ezer vallâhi zavallıyı!
–Ha, ha, ha!
–Süs ülen, kumandan beyin yanında o nasıl lâf, töbe töbe…
–Hem de evli, iki çocuk babası bir adam hakkında!
–Deme!
Orta yaşlarında tombul yapılı bir adam olan Galip Bey; işini başarıyla bitirmenin rahatlığıyla, askerlerin arkadaşlarına takılmasına babacan bir tavırla gülümsüyordu. Biraz sonra Hasan da nispeten sakinleşmiş, acı çektiğini gösteren yüzünde, arkadaşlarının söylediği sözlerin etkisiyle belli belirsiz gülücükler açıyor, acıyla tebessümün karıştığı bu anlarda çehresi garip bir hâle bürünüyordu.
–Hadi yırttın yine Konyalı! Gâvur doktorlarına kalsaydın keseceklerdi kolunu.
–Yengeyi tek kolla saracaktın gayri!
–Ha, ha, ha!
–Kumandan Bey’e duâ et sen!
Biraz sonra dikkat çekmemek için dağılmaya davrandılar. O vakit Galip Bey; Hasan’a yarası iyileşene kadar yapması gerekenleri tarif etti ve o gün orada olup bitenleri kimseye anlatmamasını, hele kendisinin doktor olduğundan asla bahsetmemesini sıkı sıkı tembihledi. Çünkü bir esir mübâdelesi olması hâlinde, vasıflı bir eleman olduğunu bilen İngilizlerin kendisini burada alıkoyabileceklerinden kaygılanıyordu.
Hasan, kolunu kurtaran bu babacan adama zarar gelmemesi için gereken îtinâyı göstermeyi bir vefâ borcu bildi. Yarasına bakmaya gelen İngiliz doktorlara, yine huysuzluk edip zorluk çıkardı. Onlar da aynı neme lâzımcı tavrı sürdürdü. Ancak bir gün bunlardan biri kurşunun çıkmış olduğunu fark etti ve şaşırdı. Diğerlerini de çağırıp hep beraber yaranın yerini incelediler ve Hasan’a kurşunu kimin çıkardığını sordular. Hasan el işaretiyle ve yavaş yavaş öğrendiği İngilizcesiyle yaranın kendiliğinden iyi olduğunu söyledi. «İmkânsız!» anlamında başlarını kaldırıp salladılar. Ancak aslına ermek için çok da gayret etmediler. Hasan böyle işlerine daha yarayışlıydı. Çünkü kampta bedenen yapılması gereken çok iş vardı. Bu işler için bir adam daha kazanmışlardı. Böylece arkadaşlarının devam etmekte olduğu zorlu çalışmalara Hasan da katılmaya başladı. Kürek mahkûmları gibi çalıştırılıyorlardı. Gün boyu su baskınlarını önleyecek bentler inşâ ediyor, şose yapıyorlardı.
Ve nihayet domuz çobanı olarak ayrıldığı safha geldi. Nisbî bir hürriyet demek olan bu iş, arkadaşlarında bir imrenme duygusu uyandırmıştı. Hâlbuki onun için hiç de kolay değildi. Evet, çobanlığa yabancı değildi. Köyde çoban bulunmadığı zaman bütün köylüler, «keşik» denilen bir nöbet usûlüyle koyun ve sığır sürülerini otlatır, o vakit kendisi de nöbeti geldikçe bu işi yapardı. Kolay iş değildi. Gün boyu dağ-bayır gezmek insanı yorar, akşamleyin diz kapaklarına ve ökçelere ince bir ağrı çöker, mafsallar ayrılacak gibi olurdu ya yine de katlanılmayacak iş değildi. Köyünde olduğu gibi önündeki yine koyun, sığır veya manda sürüsü olsa neşeyle gider, akşama kadar dağda bayırda gezer gelir, gönlünü eğlendirirdi. Ancak şu domuz yok muydu, domuz? Esir tutuldukları yerde mevcudiyetini bilmeleri bile, arada sırada çıkan et yemeklerini yemelerine mâni idi. Belki her seferinde işaret yoluyla;
“–Bu ne eti?” diye soran zavallı esirlere yemekhâne yetkilileri bazen;
“–Kukuriku!” diye horoz gibi öterek, bazen;
“–Möö!” bazen de;
“–Mee!” şeklinde bir inek böğürtüsü veya koyun melemesi taklidi yaparak güya yemekteki etin tavuk, inek veya koyun eti olduğu cevabını verirlerdi! Ama esirler bir türlü iknâ olmazlar, kırmızı et ihtivâ ediyorsa yemek öylece kalırdı. Domuzun adı bile içlerinde bir tiksinti uyandırmaya yetiyordu. Pis olduğu Kitap’ta açıkça belirtilen tek mahlûk o değil miydi? Bu sebeple adı hiç anılmayıp «yaban canavarı» veya Kur’ân’daki adıyla «hınzır» denilip geçilirdi. İşte o mendebur hayvanı güdüyor olmak, çobanlık yapmasının yükünü kat kat artırıyordu. (Devam edecek)