HATTAB OĞLU ÖMER (R.A.)
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Fil vak‘asından on üç sene sonra Mekke’de doğdu. Çobanlık ve ticaret yaptı. Câhiliyye toplumunda, okuma yazmayı bilen az sayıda kimsedendi. Mekke eşrâfındandı.
Hazret-i Ömer’in câhiliyye devrinde kızını diri diri toprağa gömdüğü iddiaları gerçeği yansıtmaz.
“Bizler Allâh’ın İslâm’la şereflendirdiği insanlarız. Şeref ve haysiyeti başka şeylerde aramayız.” sözü izzeti ne güzel ifade eder.
Ömer -radıyallâhu anh-, 644 yılında şehîd edildi. Son anlarında Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya haber göndererek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ebubekir -radıyallâhu anh-’ın yanına defnedilmek istediğini iletti. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da eşi görülmemiş bir îsarda bulunarak, kendi için düşündüğü yeri Ömer -radıyallâhu anh-’a fedâ etti.
*
Ömer -radıyallâhu anh-, bizzat ihtiyaç sahiplerine erzak götürerek onlara yardım ederdi ve gidemediği durumlarda da onlara; un, hurma ve diğer gıdâlardan gönderirdi.
Akşamları da halk ile birlikte iftar ederdi. Bir akşam şöyle dedi:
“–Bizimle kaç kişinin akşam yemeği yediğini sayınız.” saydılar, yedi bin kişiydi. Ayrıca gelemeyip de kendilerine yemek gönderilen hastaların, ailelerinin ve çocuklarının da eklenmesiyle sayının kırk bin kişiye ulaştığı ortaya çıktı. Başka bir gece tekrar saydılar. Bu sefer hazır bulunanların sayısının on bin kişi ve diğerlerinin de elli bin kişi olduğunu öğrendiler.
Ömer -radıyallâhu anh-’ın yemeği her zaman tek çeşitti. Bu; zeytinyağı, sirke veya pekmez olurdu. Mü’minlerin annesi Hafsa -radıyallâhu anhâ-’nın evine gittiğinde, Hafsa; babasının önüne, üzerine biraz zeytinyağı dökülmüş soğuk bir çorba ve bir de ekmek koydu. Ömer -radıyallâhu anh- bunu görünce şöyle dedi:
“–Bir tabakta iki çeşit yemek! Allah sıkıntıyı (kıtlığı) bertaraf edene kadar, Allâh’a yemin olsun ki onu tatmayacağım!” (Şihâb en-Neyrîzî, Miftâhu’s-Sa‘âde fî Kavâ‘idi’s-Siyâde, [Neyrîzî’nin Siyâsetnâmesi], s. 306)
HADİS RİVÂYETİNİ TASHİH EDİNCE SERVET KAZANDI
Tebeu’t-tâbîinden Nadr bin Şumeyl, 740’ta Horasan’da doğdu. Basra’ya giderek kıraat, dil bilgisi, edebiyat, hadis ve fıkıh tahsili gördü. Meşhur kıraat âlimi Halil bin Ahmed’in gözde talebelerindendi. Talebe yetiştirdi, hadis rivâyet etti. Geçim sıkıntısı sebebiyle memleketi Merv’e döndü. Orada Me’mun tarafından kadılığa tayin edildi.
Âlim kişiliğiyle öne çıkan Nadr bin Şumeyl, 820 yılında Merv’de vefât etti. Kabri, Merv’dedir.
*
Meşhur muhaddis ve edîb Merv kadısı Nadr bin Şumeyl ile Abbâsî halîfesi Me’mûn arasında geçen şu muhâvere hatalardan kaçınmak için muhaddislerin ne kadar hassas davrandıklarını göz önüne sermektedir. Nadr bin Şumeyl anlatır:
“–Me’mun Merv’e geldiğinde gece sohbetine giderdim. Bir gece yanına vardığımda yamalı bir elbise giymiştim;
«‒Ey Nadr, bu ne pejmürdelik?» dedi.
«‒Ey Mü’minlerin emîri! Ben zayıf bir kimseyim. Merv şehri de sıcaktır. Bu eski elbiselerle serinliyorum.» dedim.
«‒Hayır! Sen zaten pejmürdesin.» dedi.
Derken Me’mun evlilik mevzuunu açtı ve dedi ki:
«‒Huşeym bana Mücâlid’den, o da Şa‘bî’den, o da Abdullah bin Abbas’tan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
‘Bir kimse bir kadınla dindarlığı ve güzelliği için evlenirse isabet etmiş olur.’» (Celâlüddîn Abdurrahman bin Ebî Bekir es-Süyûtî, el-Câmius-sagîr, I, 70, hadis no. 522)
«‒Huşeym doğru söylemiştir ey Mü’minlerin emîri!» diyerek ben de; Avf bin Ebî Cemîle bana Hasan’dan rivayet etti. O da babası Ali bin Ebî Tâlib’ten rivâyet etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
‘Bir kimse dindarlığı ve güzelliği için bir kadınla evlenirse bir açığı kapatmış (bir ihtiyacı gidermiş) olur.’» dedim.
Ben böyle deyince, yaslanmakta olan Me’mun, doğruldu ve;
«‒Ey Nadr ‘Sidâd’ mı dedin?» dedi.
«‒Ey Mü’minlerin emîri! ‘Sedâd’ burada ‘lahn’dir (hatadır)» dedim.
«‒Yani, benim hata ettiğimi mi söylüyorsun?» dedi.
«‒Hayır, ey Mü’minlerin emîri! Buradaki yanlışlık Huşeym’dendir. Huşeym hep böyle hatalar işlerdi. Siz de onun yanlışına uydunuz.» dedim.
«‒Peki, aralarındaki fark nedir?» diye sordu.
«‒‘Sedâd’ doğruluktur (isabetli hareket etmektir). ‘Sidâd’ ise açık bir yeri kapatmak veya tıkamaktır.» dedim.
«‒Araplar bunu biliyor mu?» diye sordu.
«‒Evet.» dedim ve el-‘Arcî’nin bir beytini naklettim. Epey bir edebî sohbetten sonra;
«‒Mal olarak neyin var?» diye sordu.
«‒İstifade etmekte olduğum küçük bir tarlam var.» dedim.
«‒Bu tarlaya ilâveten biz de sana bir şeyler verelim mi?» diye sordu.
«‒İhtiyacım var.» dedim.
Kâğıdı aldı ve bir şey yazdı, ancak ne yazdığını bilemedim. Yatsı namazını kıldıktan sonra hizmetçisine;
«–Beraberinde git ve mektubu Fadl bin Sehl’e ver.» dedi. Hizmetçiyle beraber Me’mûn’un veziri Fadl bin Sehl’e gittik. Fadl bin Sehl kâğıdı açınca;
«‒Mü’minlerin emîri sana elli bin dirhem vermemi emretmiş. Bunun sebebi ne?» diye sordu. Ben de olup biteni anlattım.
«‒Yani sen Emirü’l-mü’minîn’in dil hatasını mı söyledin?» dedi.
«‒Hayır, Huşeym yanlış rivâyet etmişti. O da onun rivâyetini nakletti.» dedim. Fadl bin Sehl de bu miktara otuz bin dirhem ilâve etti. Bir harfi tashih ettiğim için 80 bin dirhem aldım.” (Hasan bin Abdullah Ebû Hilâl el-Askerî, Divânü’l-me‘ânî, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye 1414/1994, s. 12)
HÜSN-İ HATTA OSMANLI EKOLÜNÜ KİM KURDU?
Şeyh Hamdullah Efendi, 1429’da Amasya’da doğdu. Kökeni Buhara’dan gelmektedir. Terbiyesini babasından ve çocukken bulunduğu ilim, hikmet ve sanat meclislerinden aldı. Dînî ilimler, dil, edebiyat, hüsn-i hat tahsil etti.
Şeyh Hamdullah Efendi, o dönem Amasya Sancakbeyi olan şehzade Bâyezid ile dostluk kurdu.
Şeyh Hamdullah Efendi, 1520’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.
*
II. Bâyezid tahta geçtikten kısa bir zaman sonra, Hamdullah Efendi’ye sarayda bir yer açarak, onu saray kâtibi ve yazı muallimi olarak istihdâm etti. Sultan’ın, Amasya’dan şehzâde yıllarında da musâhibi olan Hamdullah Efendi, hat sanatını icrâ ederken, bazen hokkasını tutar, rahat etsin diye sırtını yastıklarla beslerdi. O dönemde hattatlar sanatlarını Yâkût el-Musta‘sımî’nin yazı tarzı üzerine devam ettirirdi. Tabiatıyla, Şeyh Hamdullah da bu vâdide yazardı.
Bir gün Hamdullah Efendi ile sohbet esnasında (1485 yılında) II. Bâyezid, hazineden yedi adet enfes Yâkût yazısı çıkarttırıp ona gösterdi ve; «Bu tarzdan gayrı bir vâdi ihtira olunsa idi iyi olurdu.» diye teşvik etti. Bunun üzerine Şeyh, bir yazı çilesine girmek üzere inzivâya çekildi ve Hızır -aleyhisselâm-’ın da yardımıyla kendisine has bir yazı üslûbunu buldu. Bundan sonra daima bu yeni vâdide, artık ekolleşen bu yeni üslûpta eserlerini ortaya koydu. Nitekim hakkında şu beyitler kayda geçmiştir;
Şeyh oğlu Hamdi hattı, tâ kim buldu zuhur,
Âlemde bu muhakkak, nesh oldu hatt-ı Yâkût.
(Uğur DERMAN, Ömrümün Bereketi-I, s. 84)
BATI BEREKETİ ANLAYAMAZ
Ebu’l-Hasan Nedvî, 24 Kasım 1914’te Hindistan’ın Leknev şehrinde doğdu. Dil, edebiyat, hadis, tefsir alanında tahsil gördü. Tahsili bitince Dâru’l-Ulûm Üniversitesi’ne tefsir ve edebiyat hocası olarak tayin edildi. İlmî çalışmalarının yanında neşriyatta bulundu. Bütün gayesi dînî eğitimi teşvik etmek, müslümanları şuurlandırmak ve insanları ıslah etmekti.
Ebu’l-Hasan Nedvî, 31 Aralık 1999’da vefât etti. Kabri, doğduğu köydedir.
*
Sağlam kaynaklardan nakledilip tarih kitaplarında okuduğumuza göre; Şeyh Abdurrahim Ramburî Rambur şehrinde her ay İslâm emirliğinden aldığı on rupiyi geçmeyen cüz’î bir maaşla muallimlik yapıyordu. İngiliz valisi kendisine Breyli Fakültesi’nde iki yüz elli rupi maaşla yüksek bir vazife teklif etti ve kısa bir müddet sonra artıracağını da va‘detti. Şeyh bu teklifi reddedip;
“‒Ben on rupi ile geçiniyorum. Eğer bu vazifeye geçecek olursam bu on rupi kesilecek.” dedi. Vali hayretler içerisinde;
“‒Ben ömrümde böyle bir şeyle karşılaşmadım. Ben maaşınızı bugünkünden kat kat fazlalaştırıyorum, siz ise bütün bunları bir tarafa iterek cüz’î bir maaşla yetinmek istiyorsunuz.” dedi. Şeyh bu sefer türlü mazeretler öne sürdü. Vali de hepsine karşılık ona yeni bir taahhütte bulundu. Şeyh en nihayet kabul etmemesinin asıl sebebini şöyle söyledi:
“‒Yarın bana Rabbim; «İlim karşılığında nasıl ücret aldın?» derse ben ne cevap vereceğim?” Böyle bir cevap beklemeyen İngiliz vali şaşırdı ve donakaldı. Şeyh de hayatını her ay aldığı on rupi maaşla geçirdi ve bu şekilde hayatı son buldu. (Ebu’l-Hasan en-Nedvî, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, s. 423-424)
Batılı bir profesör bu çağı şöyle anlatır:
“Bu çağda yaygın ve hâkim teori iktisat teorisidir. Mide ve cep her meselenin ölçüsü durumundadır. Meseleler ceplerle olan ilişkisi ve tesiri nispetinde insanlar tarafından kabul edilir ve benimsenir.”