Müşrik Sıfatı: HEVÂYA UYMAK

Sami GÖKSÜN

 

Kur’ân-ı Kerim, insanlığın yegâne hayat rehberidir. Umuma dönük yönü ile, ferdi öne çıkaran emir ve nehiylerin her biri, insanları ilâhî istikamete sevk etmek içindir.

 

Yüce Mevlâ’mız; kulunu en iyi tanıyan, zaaflarını bilen ve onun muhtaç olduğu her şeye göre nimetlerini yaratan bir Rabdir. Dolayısıyla mü’minin hayatının merkezinde; Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz’in örnek hayatı olan Sünnet-i Seniyye olmalıdır.

 

İnsan, muhtelif temâyüller taşıyan bir beden ve ruhtan yaratılmıştır. Bu özellikler arasında melekî meyiller olduğu gibi, hayvânî hususiyetler de bulunur. İslâm; insanın hayvânî özelliklerini ıslah edip, melekî sıfatlarını olgunlaştırması yönünde birtakım kaideler getirmiştir. O yüzden tasavvuf ilminin temelinde, insanın mânevî eğitimi vardır. Nefis terbiyesi ve kalp tasfiyesi, benlikten vazgeçme, teslîmiyet ve zühd hayatı gibi mefhumlar; tasavvufun, dolayısıyla İslâmî hayatın temelini oluşturan mefhumlardır.

 

İnsan, zaaflarıyla dünyaya gelir. Nefsânî arzular, insan yaşadıkça var olan arzulardır. İnsanın bedeni yaşlansa da rûhu ve nefsi yaşlanmaz. Bedenin istekleri değişse veya azalsa da nefsin istekleri hiçbir zaman azalmaz. Nefis; insanın mükellef olma çağından itibaren, tâ ruh bedenden ayrılana kadar, doymak bilmeyen bir iştahla devamlı ister.

 

Dolayısıyla, hevâ ve heves noktasında; kulun, nerede duracağını, Kur’ân-ı Kerim ve hadisler çerçevesinde iyice öğrenmesi gerekmektedir.

 

Hevâ; genel olarak, hakkın ve hakikatin zıddına meyletmek anlamına gelmektedir. Dilimizde, nefsin arzuları mânâsına da hevâ ve heves kelimeleri kullanılmaktadır. Dînî bir mefhum olarak hevâ; nefsin, Allâh’ın emir ve yasaklarının zıddına meyletmesi demektir. Hevâya uymanın en tehlikeli tarafını ise yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Hevâya uyma! Sonra bu seni, Allah yolundan saptırır.” (Sâd, 26) buyurarak, îkāz-ı ilâhî ile dikkatlerimizi çekmektedir.

 

Mü’min, ilâhî prensipler çerçevesinde yaşayan insandır. Hayatının her ânında ve yaptığı her fiilinden sorumlu olduğunun şuurunda olan insandır. Dolayısıyla her hususta nefsinin ne dediğinden, ne istediğinden ziyade, İslâm’ın bu hususta ne dediğini mühimser. Bu hususta Kur’ân ve Sünnet ölçüsünün ne olduğuna bakar. Hâl böyle olunca, insan, hiçbir zaman «bana göre» anlayışı içerisinde olmamalıdır. Hele İslâm’ın emir ve yasakları hususunda, temeli; İslâmî bilgi ve bakış açısına dayanmayan ferdî görüş bildirmeye kat‘î bir şekilde girmemesi lâzımdır.

 

Hevâ, sadece kuru bir meyil değildir. Bir yöneliştir. Ancak içinde ihtiras ve arzu olan bir yönelmedir. Nefsin hoşuna giden her şeye şiddetli bir meyildir. Bu sebeple Hakk’ın hilâfına, istek ve sevgi ile meyletmek, gerçek hevâyı anlatmaktadır. Bu sebeple Sâd Sûresi’nin yukarıda zikrettiğimiz 26’ncı âyet-i kerîmesinde ifade edilen sapıklık tehlikesi de bu sevgi ve muhabbete dayalı meylin neticesi olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Peygamber Efendimiz’in mübârek hayatına ve dönemindeki müşriklerle münasebetlerine baktığımız zaman; âyet-i kerîmelerde ifade edilen, hevâsına uyanlar sıfatının, genel mânâda vahyin hakikatini anladığı hâlde, bile bile hakikatin zıddına hareket edenleri kapsadığı görülmektedir. Hâl böyle iken, hevâ ile hareket etmek, -Allah muhafaza buyursun- bir müşriklik tavrıdır. Dolayısıyla hevâya uymak; tamamen bir hak karşıtlığı, İslâm düşmanlığı mânâsına gelir ki, bu özellik, hiçbir zaman bir mü’minde olmaz. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de hevâ ve heves mevzuunu vurgulayan birçok âyet-i kerîme mevcuttur. Onun için bu âyetleri çok iyi okumalı ve okuduğumuzu anlayarak, hevâdan uzak durma gayretinde olmalıyız. İşte o âyetlerden bazıları:

 

“Hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Sen (Rasûlüm) ona koruyucu olabilir misin? Yoksa sen onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini veya düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar yolca daha da sapıktırlar.” (el-Furkān, 43-44) buyurmaktadır yüce Mevlâmız.

 

Bu âyete dikkat edersek; hevânın ilâh edilmesinden, hevâsına uyanların, hayvanlar gibi olduğundan bahsediliyor. 

 

Hakikaten insanlık şerefi, nefsânî duyguları dizginleyebilmekten geçer: Koca Ragıp Paşa’nın dediği gibi:

 

Hevâ-yı nefsden ser-mâye-i izzetdir istiğnâ,

Azîz olmazdı Yûsuf çekmese dâmen Züleyhâ’dan!

 

“Nefsin hevâ ve hevesinden müstağnî olup uzak durmak, insan için izzet ve şeref sermâyesidir. Nitekim Hazret-i Yûsuf, Züleyhâ’nın ahlâksız davetinden etek çekmese idi, aziz olamazdı. (İzzetli bir şahsiyet olamaz, Mısır’a vezir olamazdı.)”

 

Kulluk söz tutmaktır. Kişi, Allâh’ın değil de, nefsinin sözünü tutuyorsa, nefsini ve arzularını ilâh edinmiş demektir. 

 

Bakınız;

 

Câsiye Sûresi’nin 23’üncü âyet-i kerîmesinde yüce Rabbimiz ne buyuruyor:

 

“Gördün mü;

 

•Hevâsını kendisine ilâh edinen ve 

 

•Allâh’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, 

 

•Kulağını ve kalbini mühürlediği, 

 

•Gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi? 

 

Şimdi onu Allah’tan başka kim, doğru yola eriştirebilir? 

 

Hâlâ ibret almayacak mısınız?”

 

Kasas Sûresi’nin 50’nci âyet-i kerîmesinde ise yüce Rabbimiz bu konuda;

 

“Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, heveslerine tâbîdirler.

 

Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın, kendi heveslerine tâbî olandan daha sapık kim olabilir?

 

Muhakkak ki Allah, zâlim kavmi hidâyete erdirmez.” buyurmaktadır.

 

Yine, yüce Rabbimiz Câsiye Sûresi’nin 18’inci âyet-i celîlesinde;

 

“Sonra seni, din konusunda bir şerîat sahibi kıldık. 

 

Öyleyse; 

 

Sen ona (o şerîate) tâbî ol! 

 

Ve bilmeyenlerin hevâlarına uyma!..” buyurmaktadır.

 

Bu âyet-i kerîmeler de gösteriyor ki; 

 

İnsanın nefsânî arzularının peşinden gitmesi, kendi idrâkine göre ilâhî emirler konusunda beyanlarda bulunması, Allâh’a ortak koşmaya denk düşecek bir hata olarak ifade ediliyor. Hevâ ve hevesin telkinlerine kulak vererek yol almak, dikenli bir yolda yürümeye benzer. İslâm’ın cennet yolu varken, nefsin iflâh olmaz isteklerine uyarak mânen yok olmak, sonun felâket olması anlamına gelmektedir.

 

Rabbim bizleri bu sıkıntılı hâle düşmekten muhafaza eylesin… Âmîn…