Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -45- İLİM ve İRFAN, ÜSTÂD İLE…
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
ESASA BAĞLILIK
Müellifimiz, ehl-i ilmin çok dikkatle duyması ve anlaması gereken bir başka hakikati ifade ediyor:
Altmış Altıncı Kaide:
“Kişinin, ilimde ve amelde kendisine müracaat edilecek bir kaynağa bağlı olması lâzımdır.”
Rahmetli neneciğim, ezanî saat kullanırdı. Akşam ezanı okunduğunda saatini 12:00’a getirirdi. Saat her gün ezana göre yeniden ayarlanırdı. Şimdi kalibrasyon diyorlar. Pusula, vb. cihazlar; çevreden aldığı tesirlerle hassâsiyetini kaybediyor, tekrar sağlam kaynağa bağlanarak ayarlanması gerekiyor. Her insanın da böyle kendisini murâkabe edeceği bir esas, bir kök, bir kaynak olmalı.
Metinde geçen nefs kelimesini kişi yerine, tasavvuftaki «nefs» olarak da anlayabiliriz. Nefsin bir asla göre zaptedilmesi, kontrol edilmesi gerekmektedir.
“(Bu gereklilik) dallanıp budaklanmayı önlemek, kargaşanın önüne geçmek içindir.”
Eğer bir usûl, bir program dâhilinde tedrisat olmazsa; kişi, daldan dala atlar, yolunu şaşırır, hedefine ulaşamaz. Ama temel esaslara uygun bir müfredat, bir program dâhilinde eğitim-öğretim faaliyetleri yürütülecek olursa, o zaman hedefe ulaşmak kolay olur. Bunun için eğitimin; bir müessesede, bir idare nezâretinde, bir hoca riyâsetinde olması gerekir.
Tasavvufta da;
“Bundan dolayı; sünnete bağlılığı tahakkuk etmiş, mârifete ulaşmış bir şeyhe bağlanma ihtiyacı hâsıl olmuştur ki;
Karşısına çıkan problemlerde ve anlamakta zorlandığı yerde, kendisine müracaat edebilsin.
Ayrıca dışarıdan hocasının meşrebine, mezhebine, aslına, kökenine yönelik birtakım faydaları da toplayıp elde edebilsin.
Zira;
«Hikmet, mü’minin yitik malıdır.» (Tirmizî, İlim, 19)
(Mü’min) bal arısı gibidir. Her temiz ve güzel çiçekte dolaşır, sonra kendi kovanından başka bir yerde gecelemez. Aksi takdirde onun yaptığı baldan istifade edilemez.”
Demek ki;
Bir mektep, bir ekol, bir medrese mensubu da her çiçekten bal alır ama o balı kendi kovanına taşır. Yani dağılmaz, sağa-sola sapmaz, sağdan soldan devşirdiklerini yine getirir kendi meşrebine mâl eder.
İlim ve kültür geleneğimizde bu hususa dikkat edilmiştir. Meselâ âlimlerimiz; îtikadda Mâtürîdî, amelde Hanefî, tasavvufta Nakşî gibi dâimâ büyük bir mektebin, dergâhın, mezhebin çatısı altında inkişâf etmişlerdir.
Vakti zamanında bir arkadaşımız vardı. Cemaat ve vakıflara mesafeliydi. Kendi ifadesine göre böyle bir yapıdan zarar görmüştü. Fakat bir gün dedi ki:
“–Kardeşim, hizmet edeceksen yine bir vakıf, bir dernek, bir cemaat çatısı altında hizmet edeceksin.”
Çünkü insan tek başına kendini yalnız hissediyor. Bir teşkilât desteğine ihtiyacı oluyor. Bizim teşkilât yapılarımız cemaatlerimizdir. En büyük cemaat de cami cemaatidir. Cami cemaatinden büyük bir cemaat olmaz. Kıymetli, hayırlı cemaatler; hep müntesiplerini camiye, cemaatle namaza çağıran cemaatlerdir.
Takdîr-i ilâhî;
Ülkemizde büyük câmialar, hep kurucularının vazifeli olduğu veya sohbetlerini yoğunlaştırdığı camilerle anılmıştır:
•İskender Paşa Camii,
•İsmail Ağa Camii,
•Erenköy Zihni Paşa Camii…
Müellif Hazretleri; bir hocaya, şeyhe ittibâ zarûretinin tartışıldığı tarihî bir hâdiseyi zikrediyor:
“Endülüs ulemâsının son dönem âlimleri;
«Hocalara ihtiyaç duymaksızın kitaplarla yetinmek mümkün müdür?» diye aralarında tartıştılar. Sonra kendi aralarındaki bu tartışmaları, başka İslâm beldelerine yazarak onların da fikirlerini sordular. Sorulan âlimlerin her biri, kendi fütuhâtına (ilhamına, açılımına) göre cevaplar yazdı. Bütün cevaplar üç eksende idi:
Birincisi: Hocanın durumuna bakılarak verilen cevaptır:
•Öğretim hocasından, kitaplarla müstağnî kalınabilir.
İlmin kaynaklarını bilen zeki ve hünerli bir talebe, maksat nazarî / teorik bilgi ise hoca olmaksızın da bunu kitaplardan elde edebilir.”
Bugün bazı branşlarda uzaktan eğitim veriliyor. Dışarıdan okunabiliyor. Çünkü nazarî bilgiyi talebe okuyor ve sadece imtihanlara giriyor. Öğrendiği ispatlanınca, maksat hâsıl olmuş oluyor.
Lâkin, hocadan sadece bilgi almıyoruz. Ondan bir âdap, üslûp, eğitim de alıyoruz.
“•Terbiye hocasından müstağnî kalabilmek; dindar, akıllı ve muhatabının hayrını isteyen bir zât ile sohbet ederek mümkündür.”
Mâzîde bazı yetişmiş zevat olurdu: Kişi bir dergâh veya medreseye gitmemiş ama bir dergâhın veya medresenin bahçıvanlığını yapmış. Orada büyüklerle beraber oturup kalkmış, bakıyorsunuz orada seyr u sülûke girmiş gibi bir kıvam elde etmiş.
“•Terakkî hocası / makam yükselten şeyhin ise (varlığına ihtiyaç var mı diye sorulacak olursa) böyle mübârek zâtlarla mülâkî olmak, onlardan teberrük etmek kâfîdir.
Ama bütün bu üç hususiyeti yani teorik bilgiyi, terbiyeyi, eğitimi ve terakkî / seviye yükseltme meselesini bir tek hocadan, bir tek şeyhten elde edebiliyorsa; bu daha mükemmel, daha tamam olmuş olur.”
Hulâsa edersek;
•Öğretimde kitap hocanın yerini tutabilir, eğer hâzık ve zeki bir talebe ise.
•Eğitimde kişi, eğer münevver bir çevrede, edep erkân sahipleriyle sohbet ile yetişmiş ise, ihtiyacını bir şekilde tamamlamış olabilir.
•Seviye yükseltme kısmını da kıymetli şeyh efendileri, hoca efendileri zaman zaman ziyaret etmek sûretiyle elde edebilir.
“(Gelen cevapların)
İkincisi: Talebenin hâline göre verilmiştir:
Zor ve yavaş öğrenen bir öğrencinin, muhakkak onu eğitecek bir hocaya ihtiyacı vardır.
Zeki talebe kitapla da seviye atlayabilir. Lâkin vâsıl olsa da kendinde bir zayıflık söz konusu olur. Çünkü kendinde bir varlık görme ile kul imtihan olabilir.”
Binâenaleyh;
Kendi kendine okuma işi, sıkıntılı ve tehlikeli bir iştir. Bir hocanın rahlesinde okuyan talebe, hocasına minnettar olur. Yıllarca hocalarına hürmet içinde yetişir. Diğeri ise; «Ben kendim çözdüm!» diye enâniyete kapılabilir.
“(Gelen cevapların)
Üçüncüsü: Çalışmalara göre verilmiştir:
Takvâ için bir hocaya ihtiyaç duyulmaz. Takvâ açıktır ve herkes için aynıdır.
İstikamet sahasında ise, hangi durumun tâlip için daha uygun olduğunu ayırt etmek hususunda bir şeyhe ihtiyaç vardır.
Belki çok zeki insan, kitaplar ve mücâhedelerle elde ettiği keşifler sayesinde, bu noktada hocaya ihtiyaç duymayabilir.
Terakkî kazanabilmesi için ise bir mürîdin kendine vârid olan fütûhatla, ilhamlarla ilgili danışacağı bir hocasının olması lâzımdır.
Nitekim;
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- kendisine peygamberlik geldiğinde; peygamberliğin alâmetlerini ve nasıl zuhur ettiğini, nasıl başladığını bilen Varaka bin Nevfel’e müracaat etmiştir.
Bu cevap, birinci cevaba yakındır. Sünnet de bunu desteklemektedir.”
Şimdi değerli arkadaşlar:
Endülüslü Mâlikî fakihi İmam Şâtıbî’nin (ö. 790/1388) el-Muvâfakāt adlı eserinin başında eserin mühim bir girizgâhı olan kıymetli mukaddimeler vardır. Bunlardan 12’nci mukaddimede, bu kaidedeki hususlara benzer muhtevâ vardır.
Şâtıbî, gerçek âlimin üç vasfı olması gerektiğini söyler:
•İlmiyle âmil olmak,
•İlmi bizzat üstâdından almış olmak,
•İlimle beraber üstâdının edebine de iktidâ etmiş olmak.
Şâtıbî; sahâbe ve selef-i sâlihînden misallerle bu üç şartın zarûrî olduğunu bildirirken, ikinci ve üçüncü şartı ihlâl eden, yani ilmi kitaplardan öğrenip bir üstâda tam mânâsıyla bağlanmayan İbn-i Hazm’ı da misal verir:
İbn-i Hazm (ö. 456/1064), Zâhirî mezhebinin ikinci büyük ismi ve dirilticisidir. Ağır ve acımasız eleştirilerde bulunan çok keskin bir dili vardır. Öyle ki;
“İbn-i Hazm’ın dili, Haccâc-ı Zâlim’in kılıcıyla ikiz kardeştir.” denilmiştir. Onun bu sertliğinin arkasındaki sebep olarak, onun hocasız yetişmiş olması gösterilmiştir.
Şâtıbî’ye göre; ilim tedrisâtı esnasında, Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bir idrak ve anlayış husûle gelir. Talebe tek başına anlayamayacağı hususları, sırf hocasıyla beraber olmanın bereketiyle anlar.
Şâtıbî, talebenin hocasına anlayamadığı noktada müracaat etmesine şu misali verir:
Hudeybiye sulhü esnasında, Hazret-i Ömer gibi birçok sahâbî, Peygamberimiz’in, Kureyş’in dayattığı antlaşma şartlarını kabul etmesine mânâ verememişlerdi. Rasûlullah Efendimiz’in irşâdıyla sükûnet buldular. Zaman içinde hakikati gördüler.
İlmin hocasız elde edilemeyeceğine bir delil de; Cenâb-ı Hakk’ın kitaplar göndermesine rağmen, bununla yetinmeyip ayrıca peygamber göndermesidir. Eğer kitap yeterli olsaydı, peygambere ihtiyaç olmazdı.
Âhirzamanda, ilmin ortadan kaldırılacağını bildiren hadîs-i şerifler, bunun, gerçek âlimlerin vefâtıyla gerçekleşeceğini ifade ediyor. Âlimler ölse de kitapları ortada duruyor, niye ilim kabzedilmiş olsun? Demek ki, kitap kâfî değil.
Maalesef bugün ehl-i sünnet yolundan çıkmış kişilerin pek çoğu, kendilerini kendi kendine yetiştirdiklerini zannettiklerinden dolayı sapıtmaktadırlar.
Osmanlı’dan beri gelen icâzet geleneğimiz de bu sapmaları engellemeye yönelik bir tedbirdir. Günümüzde akademik çalışmalar da, o gönül zincirini kurmak ve korumaktan âciz kalmaktadır.
Ne mutlu, bir esasa bağlı olarak ilim ve irfanda derinleşebilenlere!..