TEŞEKKÜR
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
Konuşa konuşa indiler arabadan. İyi giyimli, yaşlıca olanı sağdan inmiş; girecekleri konağın kapısına yönelmişti. İçeriye haber veriyordu. O esnada yoldan geçen biri, sol kapıdan inen gençten olana seslendi:
–Suat!
–Aaa Necmi! Sen burada? Nereden çıktın sen yahu!..
Sarılıp kucaklaşmalarından sonra, Suat, yaşlı adama yönelip îzah etti:
–Hayri Beyciğim, Necmi benim çok eski arkadaşımdır. Ne zamandır görüşmemiştik!.. Sizin kapınızda karşılaştık.
Necmi, Suat’a odaklanmıştı. Sordu:
–Oturalım bir yerlerde…
–Eee şey, biz de Hayri Beylere yemeğe geçiyorduk. Davet etmişti. Biz seninle sonra…
–Ooo yemek mi? Hep demez misin, dört ayak üstüne düşerim diye!.. Benim de midem kazınıyordu.
Suat, Hayri Beyin gözlerine kaçamak bir bakış attı. Tam bir; «Mihman mihman üstüne!» olacaktı. Üstelik Necmi pek iyi bir giriş de yapmamıştı. Üniversitenin kıdemli hocalarından Hayri Bey de ciddî bir adamdı. Necmi ise yıllar önce de garip bir dobralığa sahipti. Yine yapmıştı yapacağını. Suat’ın;
“–Telefonunu alayım. Biz sonra da görüşürüz istersen Necmiciğim.” demesine kalmadı, Hayri Bey, kendisinden beklenen olgunluğu gösterdi:
–Tabiî tabiî arkadaşınız da buyursunlar.
Birazdan mükellef bir sofrada yerlerini almışlardı. Suat’ın endişe ettiği şey olmadı. Necmi söze karışmıyordu. Kazınan midesini doldurmaya koyulmuştu.
Hayri Beyle fakülteden beri devam eden konuşmalarına kaldıkları yerden devam ettiler.
–Hayri Hocam; Spinoza, teleoloji konuştuk… Felsefî görüş ve anlayışlar bir tarafa… Bir de bizzat gördüğümüz fakat alıştığımız için fark edemediğimiz şeyler var. Meselâ şu sofradaki etler… İki yaşında bir sığır, 400 kiloya kadar yükseliyor. Âdeta bir et fabrikası… Sütü, derisi cabası… Tavuklar, yumurta çiftliği! Bunlar hep insana yönelik hazırlanmış gibi değil mi? Antropik ilke deniyor hani?..
Hayri Bey dudak büktü:
–Yine hep sonuçtan geriye doğru bakarak yapılan değerlendirmeler bunlar. En iyi eti veren hayvanı biz bulduk. En çok yumurtlayanı biz aradık. Hâlâ da daha verimlisini arıyoruz biliyorsun.
–Arıyoruz ve buluyoruz. Çünkü var. Muazzam bir çeşitlilik var. Şu meyve salatasındaki meyvelere bakın! Çeşit çeşit, renk renk, aromalar…
–Meyveler bir ağacın üreme organlarıdır. Neslini sürdürmeye çalışıyor o kadar. Biz ve birçok canlılar, onlarla beslendik. Binlerce yıldır birbirimizi var ettik.
–Ama neslini sürdürmek için birkaç tane vermesi yeterken, yüz binlerce vermesi? Burada bizim rızık dediğimiz, sizin besin zinciri dediğiniz muazzam sistemde bir nizam yok mu?
–Ben şartlara adapte olanın ayakta kaldığı bir sistem görüyorum. Bir nevi ittifak. Tavuk yumurta vererek, biz insanoğluyla beraber var kalıyor. Neslini sürdürüyor, hattâ evrimleşiyor, ilerliyor.
–Ama ama, bu dil, bu yaklaşım biz ilâhiyatçılara çok itici geliyor. Sanki biraz nankörlük gibi değil mi?
–Sosyopsikolojik bir ihtiyacın dışavurumu olabilir. İlkel insanlar kıtlık yaşayınca, bir gücün kendilerini cezalandırdığını düşündüler. Ona kurbanlar adayıp yeniden bolluğun geri gelmesini sağlamaya çalıştılar. Oysa karşılaştıkları şey, belki de sadece bir iklim değişikliğiydi. Veya bir süne zararlısıydı. Ama bu mâneviyatçı anlayış onları gerçeklerden uzaklaştırdı. Doktora gitmek yerine cinciye giden câhiller gibi. Benim anlatmaya çalıştığım bu…
–Zâhir ve bâtını birbirine karıştırmamak lâzım. Yani hem süne zararlısıyla mücadele et, hem de mahsulünden fakirlere dağıtarak ahlâkî bir güzellik sergile… Hem en verimli tavuğu aramaya zâhir gözüyle, zooloji ilminin imkânlarıyla devam et, hem de o canlıyı yaratana minnettar ol… İki koldan yürüyebilir.
Hayri Bey biraz müstehzi;
–Ziraatçilere, botanikçilere yani bilim insanlarına minnettar olmalıyız tabiî…
–Elbette herkes niyetinin karşılığını, çalışmasının ecrini alacaktır. Fakat bir araştırma okumuştum: İnsanlığın minnettar olduğu büyük buluşlar hakkında. Aslında olgunlaşmış bir meyve gibi dalından sarkan o îcâda onlarca kişi uzanmış, ama koparmak, ismini bildiğimiz isimlere nasip olmuş. Meselâ Graham Bell telefonu îcat etmeye çalışırken, neredeyse 30 kişi de aynı uğraş içindeymiş…
–Gördün mü kimseye minnet etmemize gerek yok!..
–Hayır, hepsini birden verene şükretmek, hamdetmek gerekiyor. Sebeplerden geçip, sebepleri var edene ulaşmak gerekiyor. Yani bilim aslında bir bilmece… Bir kudretin sakladığı sırları bulup kendimize mâl ediyoruz. Newton fiziği diyoruz da Allah kanunları diyemiyoruz.
O esnada Necmi’nin ilk defa sesi duyuldu:
–Suatçığım, şu tatlı tabağını bu tarafa doğru alayım. Bu taraftakilerin îcâbına baktım. Sıra onda.
Suat, tabağı uzatırken, Hayri Beye teşekkür etmeye de koyuldu:
–Hayri Hocam, çok çok zahmet etmişler. Yemek dediniz de bu bir ziyafet oldu.
–Afiyet olsun, ne demek!..
–Çok teşekkür ederiz, kesenize bereket, hazırlayanların da ellerine sağlık… Hakikaten çok lezizdi yemekler, salatalar… Hele şu tatlılar… Midemiz bayram etti. Çok memnun olduk…
Suat, teşekkürü uzatırken, Necmi’nin de katılmasını sağlamaya çalışmıştı. Fakat hiç oralı olmayınca, son çare emr-i vâkîye başvurdu:
–Sofra hârikaydı değil mi Necmi?
–Suatçığım sen istediğin kadar teşekkür et. Çünkü sen davetliydin. Ben ise kaynanam sayesinde buradayım.
–Ne?
–Derler ya kaynanan severmiş diye. Hattâ biraz da medenî cesaretime borçluyum burada olmayı. Utanıp sıkılıp; «Yok yok benim de zaten işim vardı.» diyerek kısmetimi tepebilirdim. Yapmadım. Buna sosyal zekâ derler.
Hayri Bey; «Senin de ne biçim arkadaşların varmış.» dercesine yüzünü buruşturmuştu. Bütün olgun durma gayretine rağmen dilinin freni tutmadı, homurdandı:
–Sosyal zekâ mı? Asalaklık olmasın o?
Necmi tiradına devam ediyordu:
–Sonra kime teşekkür edeceğiz ki? Bu yemekleri yapan konağın aşçısına mı, malzemeleri taşıyan kâhyasına mı? Yoksa asıl teşekkürü muhtemelen üniversite hocalığıyla ulaşılamayacak bu serveti bırakan sülâleye mi etmeli? Bu semt ve konağa bakılırsa, servetin kökü aristokrat bir aileye uzanır. Eh o da kamu malı sayılır.
–Necmi, sus ayıp! Utanıyorum senden!
–Ya Suat, oturduğumuzdan beri Allâh’a şükretmemek için bin dereden su getiren şu adama teşekkür mü edeyim?
Hayri Hoca!..
Ben böyle bir insan değilim. Sana bir sunum yaptım.
Senin sosyolojik antropolojik lâkırdılarının tasvir ettiği insan işte bu fırsatçı insan tipidir.
Avcı, toplayıcı, yarı hayvan bir insan!..
İneği, tavuğu istismâr ettiğini, elma ağacını aklıyla, zekâsıyla ezdiğini zanneden insanoğlu!.. Kimseye minnet ve şükür borcu olmayan, kendi gücüyle ayakta kalan insanoğlu!..
Yahu bir düşün, güneşi de reaktör diye galaksi galaksi arayıp mı buldun da, seni kavurmayacak ve dondurmayacak bir uzaklığa bağlayıp, gündüzüne lâmba, kışına soba, tarlana enerji kaynağı yaptın? Sondan da baksan bir yaratıcıya muhtacız, baştan da baksan!..
Evet teşekkür ederim sana. Yine de almayabilirdin beni içeriye. Teşekkür etmeyi bilmeyen, şükretmeyi de idrak etmez. Elbet aracılara da teşekkür ederiz.
Ama sen de idrak et ki, O da yaratmayabilirdi seni!.. Yahut, böyle kalıplı, ağzı lâf yapan biri değil de, pislik eşeleyen ve bir ömür, nankör bir yaratığa gıdâ üreten bir tavuk şeklinde de yaratabilirdi. Madem insan yaratmış, gereğini yap!..
Hadi Suatçığım, bir yemek duâsı yap da kalkalım, çayları meydanda içeriz!..