VECEBET!.. (VÂCİB OLDU)
Asım UÇAROK
Peygamber -aleyhisselâm- ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken, onların yanından bir cenaze geçti. Ashâb-ı kiramdan bazıları o cenazeyi hayırla andı. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Vecebet!: (Kesinleşti!)” buyurdular.
Sonra bir cenaze daha geçti. Orada bulunanlar onu da kötülükle andılar.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine;
“–Vecebet!: (Kesinleşti!)” buyurdular.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;
“–Ne kesinleşti yâ Rasûlâllah?” diye sordu.
Peygamber -aleyhisselâm- da şöyle buyurdular:
“–Şu önce geçen cenazeyi hayırla andınız; bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti.
Ötekini ise kötülükle andınız; onun da cehenneme girmesi kesinleşti.
Çünkü siz (mü’minler), yeryüzünde Allâh’ın şâhitlerisiniz.” (Buhârî, Cenâiz, 86, Şehâdât, 6; Müslim, Cenâiz, 60)
Millet olarak önümüzden bir cenaze haberi geçti…
Gönüllerden nice yanık hissiyatlar koptu:
–İyi bilmezdik!..
–Hakkımızı helâl etmeyiz!..
–251 şehîdimizin âhıyla gitti!..
–Millete ettiği bedduâlarına kendi uğradı!..
–Vatan toprağına defnedilmek nasip olmadı! Olmasın da!..
–Kendisi pek sevdiği, çok iyi anlaştığı gayr-i müslimlere sığındı. Geride nicelerini perişan etti!.. Hakkımızı helâl etmiyoruz!..
Daha ince görenler de ibretle temâşâ edip acı acı söylediler:
–Hizmet, imam ve himmet gibi nice mânevî mefhumu istismâr etti. Kitlelerin muhtaç olduğu mâneviyat ocaklarına töhmetle bakılmasına sebebiyet verdi. İnsanların kurbanını, zekâtını ve infâkını hebâ ettiği yetmedi, koca bir nesli hebâ etti!..
İnce tefekkürlerle iki vecebet, tarih boyunca hep tekerrür etmekte:
Hazret-i Musa veya Hazret-i Harun denince;
“–Aleyhisselâm! / Allâh’ın selâmı onun üzerine olsun!” diye duâ ediyoruz da;
Onlara haset edip tuzak kuran ve sonunda ilâhî kahra uğrayan Kārûn’u hep cimrilik için mal yığmak, haset ve fesat misali olarak anıyoruz. Yerin dibine batan Kārûn diye hatırlıyoruz.
Nice âlimleri anınca;
“–Rahmetullâhi aleyh!, Rahimehullah! / Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun, Allah ona rahmetiyle muâmele buyursun!” diye duâ ediyoruz da;
İlmine ihânet eden ve dînine hıyânet eden Bel‘âm bin Bâûrâ’yı, Kur’ân’da tasvirini bulan dili sarkık bir kelb teşbihi ve hâinliğin rezilliği içinde hatırlıyoruz.
Mihne hâdisesinde,* dimdik duruşuyla tarihe geçen İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh-, bir mezheb imamı oldu. Dînin ve sünnetin müdâfii olarak tarihe geçti. Müsned’i, amel defterini açık tutan bir sadaka-i câriye oldu.
İktidar gücüyle onu kırbaçlatan Mûtezile bilgiçlerinin isimlerini anan var mı?
Bâtınî fırkasının eli kanlı, sûikastçi teşkilâtını kuran Hasan Sabbâh’ı şerle ve lânetle anarken; onun öldürttüğü, Nizâmiye medreselerinin kurucusu Nizâmülmülk’ü hayırla ve duâyla anıyoruz. Tarihimizin şerefli isimleri arasında sayıyoruz.
Osmanlı’yı âbâd eden Edebâli Silsilesi, ulemâ ve asfiyâ ordusu, gönüllerde yaşıyor. İlâhîleri ve şiirleri, îmanları ve heyecanları tazeliyor. Türbeleri dolup taşıyor. İsimleri, evlâtlara konuyor. Lâkin o birlik ve beraberliğe kastetmeye çalışan ve şer‘î bir yola gayr-i şer‘î bir şekilde gitmeye çalışan «Şeyh Bedreddin»leri, «Torlak Kemal»leri ve onların emsâli muhterisleri hayırla zikreden yok…
Dinler arası diyalog mantığıyla, dinleri birleştirip tebaasındaki hindûlara yaranmaya çalışan, bu bâtıl yolu âlimlere zorla kabul ettirmeye uğraşan Ekberşah’ı bugün hayırla anan var mı? Arkasından bir Fâtiha okuyan var mı?
Lâkin onunla tavizsiz şekilde, hakkı tebliğ gayretiyle mücadele eden İmâm-ı Rabbânî ve emsâli Hak dostları, gönüllerde her gün duâlarla yâd ediliyor. Mezarları mü’minlerle dolup taşıyor. Eserleri ellerde ve gönüllerde dipdiri…
Amerikan misyonerlerine, -mektep yapsınlar- diye arsa satan paşa, Eyüp Sultan’daki mezar yerine defnedilemedi. Çan seslerinin altına gömüldü.
Ezanın hürriyetine vesile olan Adnan MENDERES ise, îdam edilip defnedildiği ücrâ adadan iâde-i itibarla getirilip ezanların çınladığı İstanbul’da şehidliklerin ortasına defnedildi.
Osmanlı devrinde de topluma zarar veren bir şahsiyetin ardından şöyle denmiş:
Ne kendi eyledi râhat ne halka verdi huzur,
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur!
Demek ki;
İslâm sadâkat istiyor.
Rabbimiz, tavizsiz bir îman istiyor. Küffâra muhabbetten ve onlarla iş birliğine girenlerden râzı olmuyor.
Gayr-i şer‘î vasıtalar ve tavizler, başka tavizleri doğuruyor, gayeleri de bulandırıyor.
Hele bozuk gidişâtlarını, kibirle benimseyenler, Allâh’ın rahmetinden iyice uzak düşüyor. Cebrâil -aleyhisselâm- ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in isimlerini bile; alengirli cümleler içinde, eğerek bükerek kullanmaya kalkanları, yer ehli de sevmiyor, gök ehli de sevmiyor.
Allah, dînini koruyor. Savrulan, ehl-i sünnet çizgisinden dışarı düşüyor ve kendi kaybettiği ile kalıyor.
Âkil olan; hâdisâtın akışından ve ümmetin şâhitliğinden de ibret alır ve zamanında gerçek yüzünü görmeden sempati beslemişse bile, bundan tevbe edip hâlini ıslah eder.
Hazret-i Ömer’in buyurduğu gibi:
Ölüm, vâiz olarak yeter!..
___________________________
* Mihne (Arapça: محنة), Mûtezile fırkasının tesiri altında kalan bazı Abbâsî halîfeleri döneminde «halku’l-Kur’ân» konusunda bazı âlimlerin sorguya çekilip eziyet edilmesine dâir hâdiselere verilen ad.