BAKIŞINI DEĞİŞTİREN AKIŞINI DEĞİŞTİRİR

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

 

Cennet gibi bir memlekette yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz; coğrafya, iklim ve tabiî güzellikler, sahip olduğumuz imkânlar, dünyanın birçok yerinde bulunmuyor. Anadolu insanının gönül dünyası ve her yörenin farklı güzelliklerini anlatmaya sayfalar yetmez. Lâkin, gelin görün ki bu cennet vatanda, hayatımızı cehenneme çevirmek isteyen «âfak»ta ve «enfüs»te düşmanlar var. 

 

Epey bir müddettir; bu memleketin insanına dair, toplum mühendisleri tarafından tasarlandığına inandığım, geniş muhtevâlı, büyük bütçelere sahip projeler, birer birer sahneye konuluyor. Belli mihraklar tarafından, insanımızın üzerine menfî haberler ve programlar yapılarak moralleri bozuluyor. Memleketin gidişâtına ve geleceğine dair insanların zihinlerindeki müsbet hisler, menfîye çevriliyor. 

 

Evvelce ajanslardan; memlekette meydana gelen, gündelik ve cemiyeti ilgilendiren vâkıalar insanlara sunulur, onların haberinin olması sağlanırdı. Şimdi haber bültenleri; vahşet ve cinayet haberleri ile başlıyor, peş peşe cinnet ve cinayet haberleriyle son buluyor. Her akşam çeşitli kanallarda yayınlanan dizilerin konsepti aynılaştı. Her dizide lüks ve şâşaalı hayatlar, ne iş yaptığı belli olmayan ama büyük servetlere hükmeden, ahlâkî erdemlerden mahrum, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı hayatlar, insanların zihnine pompalanıyor ve âdeta; «Sen de bu hayatı yaşamalısın.» denilerek, özellikle yeni nesiller zehirleniyor. 

 

Televizyon ve medya kuruluşlarını denetlemekle vazifeli olanlar; kâh ihmalkârlık, kâh yasaların prangasıyla uğraşadursun, güya mütedeyyin kesime yakın olan kanallarda, «gündüz kuşağı» diye yayınlanan programlarla, cemiyetin en dibinde yaşanan vâkıalar, hususî olarak ve kurgulanarak ekranlara taşınıyor. Bu sapkın ve çarpık ilişkiler, insanların zihinlerinde normalleştiriliyor. 

 

Sokakta güya röportaj adı altında millete operasyon çekenler, özellikle İslâmî mevzularda insanlara soru soruyor, yayınlarken bilenleri değil de bilmeyenleri ön plâna çıkararak, insanların zihinlerinde bu milletin, inanç değerlerinden uzaklaştığı ve cehâletinin arttığı intibâsını vererek ümitsizlik aşılıyor. 

 

Âfaktaki düşmanlar böyle çalışırken, enfüsteki düşman da elbette boş durmuyor. Dışarıdan aldığı o kadar menfî tesire uyarak, kulağımıza menfî şeyler üflüyor. Üzerimize her yandan gelen menfî rüzgârlar, bizi ümitsizliğe sevk ediyor. Bu ümitsizlik sağanağından en fazla tesir gören, genç nesillerimiz. Okudukları okulların neticesinde ne olacaklarından, gelecekte ne yapacaklarına, ne iş tutacaklarına dair maalesef net fikirleri yok. Çünkü her gün onlara çeşitli kanallardan; «Bu memleket düzelmez. Burada hiçbir şey olmaz. Mezun olsan bile iş bulamazsın, bulsan aldığın para sana yetmez!» diye, âdeta fikrî bombardıman yapılıyor. 

 

İnsanız, elbette bu ümitsizlik sağanağından hepimiz ıslanıyoruz. Bu ümitsizlik rüzgârını tersine çevirecek ve mânevî olarak beslenecek bir imkânımız varsa ne büyük nimet. Şayet böyle bir imkândan mahrumsak -Allah muhafaza- şeytanın çeşitli tuzaklarına kanıp ayaklarımız kayabiliyor.

 

İnsan, her ne kadar diğer mahlûkattan ziyade akıl ve irade nimeti ile donatılsa da sınırlı imkânlara sahip olduğu için her şeye gücü yetmez. Bundan dolayı akıllı ve inançlı insanlar; kendilerini aşan, güçlerinin yetmediği bir mesele ile karşılaştıklarında, ellerindeki imkânlar ile o meselenin üstesinden gelmeye gayret eder, zayıf kaldıkları ve aşamadıkları yerde ise kudreti ve kuvveti sonsuz olan Allah Teâlâ’ya ellerini açarak samimî bir gönül ve acziyetle duâ ederler. 

 

Bir süredir müşâhede ettiğim önemli bir husus da duâ hassâsiyetimiz. Çoğumuz ya işlerimizin acelesinden veya farklı sâiklerle artık duâ etmiyor/edemiyoruz. Edenlerimiz ise ezberlenmiş belli kalıplarla işi geçiştiriyor. Hâlbuki Allah Teâlâ Furkān Sûresi 77. âyet-i kerîmesinde; 

 

“Rasûlüm! De ki: 

 

«–Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki?»…” buyurarak kendisine duâ ve niyazda bulunmamızı emrediyor. 

 

Duâ edememek; bazen insanın kendisini muhtaç görmemesinden, bazen her şeyin yolunda olduğunu sanmasından, bazen bugüne kadar yaptığı duâların kabul olmadığını sanmasından, bazen de neyi nasıl isteyeceğini bilmemesinden kaynaklanabiliyor. Bu hususta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin; hattâ kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar…” (Tirmizî, Deavât, 149) buyurarak bu hususta bizlere bir ufuk tespit etmiştir. Burada ölçü; gaflet ile değil, tam bir teslîmiyet ve samimiyetle Allah Teâlâ’ya yönelmek ve ihtiyacımız olanı yalnız O’ndan istemektir. 

 

Yazımızın başındaki enfüsî düşmanlardan bahsederken, şu detaya fazla temas etmedik. Bazen duâ ederken; kendimize hayır isterken, şer de talep edebiliyoruz. Söylediğimiz her sözün bir karşılığı bulunuyor, müsbet veya menfî. Bundan dolayı da her şeyi ölçüp, tartıp söylemek gerekiyor. Bakınız İsrâ Sûresi 11. âyet-i kerîmesinde Rabbimiz; 

 

“İnsan, hakkında hayırlı olacak şeyler için duâ ettiği gibi, şer olacak şeyler için de duâ eder. Çünkü insan, çok acelecidir.” buyuruyor.

 

«–İnsan kendisi için bedduâ eder mi?» diye akla bir soru gelebilir. Şöyle bir kendimizi yoklayıp bir sıkıntı ile karşılaştığımız zaman; 

 

«–Allah canımı alsa da kurtulsam veya şu işi yaparsam Allah belâmı versin!» gibi dilimize pelesenk olmuş sözler, ötelerde vücut bulabilir. 

 

Hem memleketimiz için hem şahsımız için; hayır adına, güzellik adına ne istersek, ne dilersek, neyin daha fazla olmasını arzu edersek, onları konuşmak, onların çoğalması için duâ etmek mecburiyetindeyiz. İyilik ve güzellikler konuşulursa, hayırlar ve sevaplar konuşulursa ve bunların reklâmı yapılırsa, çevremizde bunların arttığını görürüz. Kötülük ve şerler hem zihnimizde hem gönlümüzde misafir olursa, belli bir süre sonra onlar bizim gönül dünyamızda normalleşmeye ve bizi kendilerine benzetmeye başlarlar. 

 

Bize menfî şeylerin arttığını ve cemiyetin tamamında bunlarla geçerli olduğunu söyleyenlere inat, çevrenize bakın. Bu menfî olaylardan çevremizde ne kadar mevcut? Söylendiği kadar fazla mı yoksa abartılı mı? «Çevrende iyiler mi çoğunlukta, kötüler mi?» Tespit etmek çok kolay. 

 

Diyelim ki her şey çok kötü ve artık yaşanılmaz hâle geldi bu dünya. O hâlde, duâ etmek için ne bekliyoruz! Namaz kıldıktan sonra iki dakika daha ayırıp; her şeyi yoktan var eden, gecenin ardından gündüzü, kışın ardından baharı getiren, her musîbetin ardından mutlaka kulları üzerine rahmet yağdıran Allâh’ımıza duâ etmeyi niye erteliyoruz?

 

İyilik ve güzellikleri konuşmak, onları talep etmek, artmalarına sebep olur. Her şeyin menfî tarafını değil, müsbet tarafını görmeye gayret etmek gerekiyor. Bu hem zihnimize hem de gönlümüze iyi gelecektir. 

 

Rabbim; gözümüze, gönlümüze iyilik ve güzellikleri idrak etmek ve onları artırmak noktasında gayret etmeyi nasip etsin. Bakışımıza hikmet vererek, akışımızı da hikmetlere yöneltsin. Âmîn.