BEHLÛL
Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr
Yazları abalısın, kışları yalınayak,
Kuşlar, kediler bile pay almışlar neşenden…
Gurbette esir misin, gözlerin öyle uzak.
Bir gül versen olmaz mı bağrındaki gülşenden?..
(Servet YÜKSEL)
Hâdise yeni tekāüt olan gece bekçisi Murtaza Efendi ile onun halefi genç Rüstem Efendi arasında geçer.
Rüstem Efendi; mıntıkasındaki vazifesini bitirdikten sonra, Küçük Selimiye Camii’nin yola bakan tarafının önündeki tahta sırada oturmuş, istirahat etmektedir.
Bir taraftan da her zaman hem yeni vazifesinde, hem de hayat tecrübelerini anlatarak ona destek olan Murtaza Efendi’yi heyecanla beklemektedir.
Bu bekleyiş; Murtaza Efendi, caminin karşısındaki Karacaahmet Mezarlığı’nın içinden geçen patikanın başında görününceye kadar sürer.
Rüstem Efendi, Murtaza Efendi’yi görünce oturduğu yerden kalkıp Murtaza Efendi’nin yanına gelmesini sabırsızlıkla bekler.
Halef-selef iki meslektaş, selâmlaşıp hâl hatır sorduktan sonra, Rüstem Efendi hemen lâfa girer:
–Sen gelmeden az önce neler oldu bir bilsen Murtaza Efendi!
–Hayırdır Rüstem Efendi ne oldu?
–Senin geldiğin patikadan bir meczup fırlayıp, gülerek yanıma oturdu.
–Eee?!.
“–Ne bekliyorsun burada?” dedi.
–Önce tedirgin oldum sonra;
«–İstirahat ediyorum.» dedim.
Gülerek;
“–Gel seni Ayasofya-i Kebir Camii’ne götüreyim, sabah namazını orada kılalım.” dedi.
Hep gülüyordu;
“–Bre sen benimle alay mı ediyorsun? Namaza birkaç dakika var!” deyip yanımdan kovaladım.
–Sonra?!.
–Caminin bahçe kapısından içeri kaçtı ve bahçenin girişinin sağ tarafındaki yeşil sütunun yanına gitti. Yine gülerek, sütunun üzerindeki deliğe parmağını sokup çevirdi ve birden ortadan kayboldu. Şaştım kaldım.
Murtaza Efendi gülerek;
“–Sen bizim Behlûl’ü görmüşsün.” dedi.
–Sen de bir istîdat görmüş ki seni camiye davet etmiş, yazık sen de fırsatı kaçırmışsın.
Vazifedeyken Aziz Mahmud Efendi’nin türbesinde benim de karşıma çıkmıştı, ben de senin gibi davranmıştım. Sonradan çok pişman oldum ama yine de beni bir yola sokmuştu.
–Kim bu Behlûl Murtaza Efendi? Hakikaten Ayasofya-i Kebîr’e gitmiş midir acep, kafam karıştı.
O sırada ezan okunmaya başladı, namaza girerlerken Murtaza Efendi şöyle dedi:
–Bak Rüstem Efendi, şair Nigârî ne demiş:
Bin tâat ile zâhid irdiği makāmâtın,
Menzillerini bir dem biz aşk ile tayyetdik.
Yani;
“Zâhidin binlerce ibâdetle katettiği mânevî makamları, biz (rindler) aşk ile bir anda geçmişizdir.”
–Namazımızı kıldıktan sonra, sen bugünlük istirahatinden biraz fedâkârlık edersin. Ayasofya-i Kebir Camii’nin müezzinini ben tanıyorum, gidip bir konuşuruz.
Rüstem Efendi;
“–Tamam Murtaza Efendi.” dedi ve birlikte namaza girdiler. Namazdan sonra Harem’den motor ile Sarayburnu’na geçip yürüyerek Ayasofya-i Kebir Camii’ne geldiler. Orada Mahmut Hoca efendiyi buldular. Karşılıklı selâmlaşıp tanışma faslından sonra, Rüstem Efendi’nin de merakını bir an önce gidermek için, Murtaza Efendi hemen konuya girdi:
–Hocam Behlûl’ü gördünüz mü bu aralar?
Mahmut Hoca efendi;
–Bu sabah namazında buradaydı.” deyince, Rüstem Efendi’nin gözleri fal taşı gibi açıldı.
–Nasıl olur Hocam; sabah namazına birkaç dakika kala Selimiye’de caminin önündeydik.
Mahmut Hoca efendi;
–Bak Rüstem kardeşim, Şeyh İbnü’l-Habib ne demiş:
«Birçoğuna meczup diyorlar, ama gerçek meczup öğleyi Meknes’te Ulu Cami’de, ikindiyi Mekke’de Kâbe’de kılan ve akşamı kılmak için Meknes’e geri dönendir!»
Daha sonra Mahmut Hocaefendi, Murtaza Efendi’ye dönerek;
“–Arkadaş Behlûl’ü tanımıyor herhâlde Murtaza Efendi?” dedi.
Murtaza Efendi gülerek;
“–Bu sabah tanışmışlar işte Hocam.” deyince Mahmut Hocaefendi devam etti:
Bak Rüstem Efendi, aslında Behlûl’ün gerçek ismi bilinmiyor, ama herkes onu Behlûl diye bilir.
Neden Behlûl dediklerine gelince;
Behlûl, Allah aşkından dolayı deli dîvâne olan sûfî, mecnun ve meczuplara verilen unvandır.
Tasavvufî anlayışa göre behlûller, Allah’tan kalplerine gelen vârid ve tecellîlerle akıl ve şuurlarını yitirmişlerdir.
İbnü’l-Arabî; bu şekilde ilâhî cezbeye tutulanlardan bazılarının bir daha kendilerine gelemediğini, yemeden, içmeden ölene kadar öylece kaldıklarını söyler. Menkıbeye göre; dört yıl yemeden, içmeden kendinden geçmiş bir hâlde kalan Ebû İkāl el-Mağribî bunlardandır. Abbas el-Mecnun ise ayda ancak bir defa yabânî meyve ve bitki yiyerek yaşardı. Bazı behlûller cezbeye kapıldıktan sonra, kısmen kendilerine gelirler. Bunlar yer, içer, maddî ihtiyaçlardan zarurî olanlarını karşılar, ancak akıl ve şuurları yerinde olmadığı için dünya işleriyle ilgilenmezler.
Behlûl ve meczupların, ansızın karşılaştıkları ilâhî cezbe ve tecellî sebebiyle akıl ve şuurlarını kaybetmiş görünmelerine rağmen, aslında akıl ve şuurları saklı bir hâlde mevcut olup, Hakk’ı temâşâ ve ilâhî güzelliği seyretme hâlinde bulunduklarına inanılır.
Kendilerine mahsus birtakım hâl ve hareketleri olan behlûller gayba ait acayip haberler verirler. Görünürde bir sebep yokken kahkaha atmak bunların en belirgin tavırlarıdır. İbnü’l-Arabî bir behlûle aklını nasıl kaybettiğini sorunca behlûl kahkahayı basmış ve;
“–Asıl deli sensin, öyle olmasaydın aklı olmayan birine; «Aklını nasıl kaçırdın?» diye sorar mıydın?” demişti.
Behlûller yalnızlığı sever, umumiyetle harabelerde, vîrânelerde, mezarlıklarda, mağaralarda ve sazlıklarda yaşarlar.*
Tabiî, aslolan meczup değil câzip olmaktır.
O sırada öğle ezanı okunmaya başladı.
Murtaza Efendi’nin;
“–Hadi Behlûl’ü bulalım da bizi Selimiye Camii’ne götürsün, öğle namazını orada kılalım.” lâfı üzerine herkesi bir gülme aldı.
Hep birlikte öğle namazını kılmak üzere Ayasofya-i Kebir Camii’ne girdiler.
Pişmişin hâlinden anlar mı ham, sözü kısa kesmek lâzım vesselâm…
______________________________
* Süleyman ULUDAĞ, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.