KIYMET, ALLAH KATINDA…
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Ashâb-ı kiramdan Zâhir bin Haram -radıyallâhu anh-, çölde yaşardı. Zaman zaman Medine’ye gelir; geldiğinde Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret eder, yetiştirdiği mahsullerden ikrâm ederdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onu mukabil hediyelerle taltif eder, gönlünü hoş tutardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Her şehirlinin bir köylüsü vardır, Muhammed ailesinin köylüsü de Zâhir bin Haram’dır.” ve; “Zâhir bizim köylümüz, biz de onun şehirlisiyiz.” buyurarak onu medh u senâ etti.
Zâhir bin Haram -radıyallâhu anh-, aynı zamanda Rıdvan ağacının altında Allah Rasûlü -radıyallâhu anh-’e bey‘at eden ve Bedir Savaşı’na katılan bahtiyarlar arasındaydı. Allah ondan râzı olsun.
*
Bir gün Zâhir -radıyallâhu anh-, bazı şeyleri satmak maksadıyla Medine pazarına geldi. Pazarda alım satımla uğraşırken Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; onu arkadan kavrayıp, iki kolunun arasına aldı. Neye uğradığını ve kim tarafından sarılıp sarmalandığını anlamayan Zâhir -radıyallâhu anh-;
“–Sen de kimsin, beni bıraksana!” diyerek çırpınmaya başladı. Başını çevirip de kendisini sarmalayanı görünce çırpınmayı bıraktı.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- pazarın ortasında;
“‒Bu köleyi benden kim satın almak ister?” dedi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı bu latîfeyi Zâhir -radıyallâhu anh- da sürdürdü:
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Beni köle olarak satarsan (yüzümün çirkinliği sebebiyle) bu ticarette zarar edersin, onu söyleyeyim, benim değerim düşüktür!” dedi.
Bunun üzerine Varlık Nûru Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“‒Ama senin Allah katında değerin düşük değil, yüksektir.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 12648 no’lu hadis)
HAYVAN HASTAHÂNESİ
Suriye topraklarında zâlim Beşşar Esed’in 2011 yılında başlattığı zulüm; nice Sünnî müslümanın kan ve gözyaşının akmasına, nicelerinin yurtlarını terk etmek zorunda kalmasına, nice hayatların kararmasına sebep oldu. Bu imtihanlı süreç; Allâh’ın izni ve yardımı, devlet büyüklerimizin firâsetli adımları, halkımızın fedâkâr destekleriyle büyük oranda aşıldı. Aralık 2024’te zulüm bertaraf oldu, Suriye toprakları ve Şâm-ı şerif samimî mü’minlerin hâkimiyet ve kontrolüne geçti. Rabbimiz’den niyâzımız; o mübârek topraklarda istikrar, huzur, adâlet ve refahın dâimî olması, an-karîbu’z-zamân, zâlim İsrail’in aynı âkıbete uğrayıp Filistin’in de hürriyetine kavuşması.
Şâm-ı şerifte Osmanlı’nın adâlet güneşi parıldarken; sadece insanlar değil, hayvanlar bile şefkatle muâmele görür, mahlûkata merhametle muâmele edilirdi.
1750 yılında Osmanlı Devleti’nin topraklarını gezen Avukat Guer şöyle der:
“…Müslüman Türk’ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır. Bu şahıslar, sokaklardaki köpek ve kedilere ciğer dağıtırlar. Verilenlere alışmış olan hayvanlar da besicilerin şefkatli seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen yanına koşmakta hiçbir zaman kusur etmezler. Kasapların da her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemeleri îtiyat hâlindedir. Ayrıca Şam’da, hastalanan kedi ve köpeklerin tedavisine mahsus bir hastahâne vardır.”
HAZÎNE-İ HÂSSA NASIL SARF EDİLMELİ?
Asıl adı Derviş Ahmed olan Âşık Paşazâde, 1400 yılında Amasya’da doğdu. Tekke ortamında yetişti. İstanbul’un fethinde bulundu. Fetihten sonra İstanbul’a yerleşti. Osmanlı’nın kuruluşundan Fatih Sultan Mehmed Han döneminin sonuna kadar; kâh bizzat şâhit olduğu, kâh edindiği bilgileri; «Menâkıb u Tevârih-i Âl-i Osman» (Osmanoğulları’nın Menkıbeleri ve Tarihi) adlı eserinde topladı. Bu eser o dönemki Osmanlı toplumunun siyâsî, iktisâdî ve içtimâî vaziyetini ihtivâ etmesi bakımından mühimdir.
Âşık Paşazâde, 1485’te vefât etti. Kabri, İstanbul’dadır.
*
Âşık Paşazâde, padişahların hazineyi nasıl tasarruf etmeleri gerektiğini şöyle anlatır:
“Merhum Yıldırım Hünkâr mal topladı, memleketin işleri kaldı. Akçeler toplayıp hazineye koyardı. Memlekette kesatlık oldu. Sonunda o malı bedbaht Timur yedi. Memleket ise ayak altında kaldı.
Bağdat padişahı Sultan Ahmed hazine topladı. Topladıkları malları sandıklara koydurdu, gece vakti Dicle’ye bıraktırdı. Irmağın dibine indirdi. Bu işi yapanları da kimseye dememeleri için öldürdü. Sonunda o mal suda kaldı. Kendisi de soyu sopuyla öldü gitti.
Horasan padişahı Mirza Şah da çok mal topladı ve o da sonunda diğerleri gibi telef oldu.
Şimdi ey dervişler! Dinleyiniz… Mal odur ki hayra sarf oluna…
Âriflerden birisine;
“‒Padişaha hazine gerekli midir?” diye sordular. Ârif cevap verdi:
“‒Bir asıl hazine vardır ki, o gereklidir.”
“‒O hazine nedir?” diye sorduklarında;
“‒Halkın hayır duâları padişahlara hazinedir.” cevabını verdi. (Âşık Paşazâde, Osmanoğulları’nın Tarihi, Terc. Kemal YAVUZ, M. A. Yekta SARAÇ, s. 295-296)
3127 LİRA!
Hasan AKKUŞ Hocaefendi, 1895’te Ankara/Kızılcahamam Gürcü köyünde doğdu. Babasıyla birlikte İstanbul’a geldi. Tahsilini ve hıfzını tamamladı. I. ve II. Cihan Harbi’nde zorunlu olarak orduya katılan Hasan AKKUŞ, Yemen cephesinde İngilizlere esir düştü. Hürriyetine kavuştuktan sonra İstanbul’a avdet etti. İstanbul’a döner dönmez kolları sıvadı ve önüne çıkan pek çok müşkülâtı aşarak Nuruosmaniye Külliyesi içinde talebelerin yatılı olarak kalıp Kur’ân eğitimi alabileceği bir eğitim yuvası açtı. Uzun yıllar Nuruosmaniye Camii’nde imamlık, açtığı mektepte de muallimlik yaptı.
Pek çok hâfız yetiştiren Hasan AKKUŞ Hocaefendi, 8 Ocak 1972’de vefât etti. Kabri, Zincirlikuyu kabristanındadır.
*
Prof. Dr. A. Hikmet ATAN Hoca, Ankara emekli merkez vaizlerinden merhum Hâfız Osman Şevket YARDIMEDİCİ Hocaefendi’den dinlediği şu anekdotu aktarır:
“Bir gece rüyamda Nuruosmaniye’de kendisinden hâfızlık yaptığım Hasan AKKUŞ Hocam’ı gördüm. Cennet bahçelerinde dolaşıyordu. Kendisine;
«‒Hocam nasılsınız? Hâliniz, keyfiniz iyi mi?» diye sordum.
«‒Elhamdülillâh çok iyiyim. Allah Teâlâ beni 3127 liraya emekli etti, çok rahatım.» cevabını verdi. Ben bu rakamdan bir şey anlamadım. Gel zaman git zaman bir gün Ankara’da yine Hocaefendi’nin yetiştirdiği hâfızlardan Rıza ÇÖLLÜ Hoca ile oturuyorduk. Ona bu rüyamı anlattım ve;
«‒Ben bu rakamdan bir şey anlamadım.» dedim. O da bana;
«‒Onda anlaşılmayacak ne var; Hocaefendi son zamanlarında; ‘Yetiştirdiğim hâfızların sayısı üç bini geçmiştir. Tam sayısını bilmiyorum.’ derdi.»
Böylece rüya tabir edilmiş oldu.”