Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -47- KILAVUZ NİÇİN ZARÛRÎ?

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

 

HANGİ KİTAPTAN NE ÖĞRENİLİR?

 

Müellifimiz; 66’ncı kaidede, ilim ve irfan yolculuğunda kitabın yeterli olmadığını, bir hocanın irşâdına mutlaka ihtiyaç bulunduğunu dile getirmişti. Önümüzdeki maddede ise, meseleyi biraz daha tafsilâtla ele alıyor ve bazı tasavvufî eserlerden nasıl istifâde edileceğini dile getiriyor. Ancak yine bir mürşidin önderliğinde. 

 

Altmış Dokuzuncu Kaide:

 

“Riyâzat; nefsin, güzel ahlâkını sâbitleme ve çirkin huylarından kurtulması noktasında kıvam kazanmasına çalışmaktır.” 

 

Metinde «temrin» kelimesi geçiyor; spordaki «antrenman, egzersiz», eğitimdeki «alıştırma» mefhumunun karşılığıdır.

 

Riyâzat; nefsin kötü huyları def etmesi, güzel huyları kökleştirmesi için yapılan egzersizlerdir. 

 

Meselâ; yaşlılıkta alzheimer olmamak için, bulmacalar çözmek tavsiye ediliyor. Sağlıklı olmak için; yürüyüş, spor tavsiye ediliyor. Bunun gibi; 

 

Nefis ve ruh sağlığımızı korumak için de bizim birtakım antrenmanlara ihtiyacımız var. Bunlara riyâzat diyoruz. 

 

“İşte riyâzata tasavvuf ilmi bu yönüyle bakar ve bu, tasavvuf ilmine mahsus bir durumdur.

 

(Riyâzatı) Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin eserlerinden tahsil etmek, en kolay yoldur.

 

(Çünkü Sülemî’nin kitapları, riyâzatı); 

 

•Güzel ifade etme, yazma bakımından,

 

•Riyâzatı gerçekleştirmesi ve kazandırması bakımından, 

 

•Riyâzatın asıllarını göstermeyi maksat edinmesi ve

 

•Güzelce detaylandırması bakımından istifâdeye medardır.” 

 

Tasavvuf büyüklerinden olan Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin (v. 412/1021) eserleri içinde müellifin bahsettiği «Uyûbü’n-Nefsi ve Müdâvâtühâ» adlı kitabıdır. Türkçeye; 

 

«Nefsin Ayıpları»,1 «Nefis Kusurları ve Tedavileri»,2 «Rûhun Hastalıkları ve Çareleri»3 isimleriyle tercüme edilen bu eserde; Sülemî Hazretleri, nefsin onlarca hastalığını anlatır ve nasıl tedavi edileceğine dair reçeteler verir. 

 

İmâm-ı Gazâlî de; «İhyâu Ulûmiddîn» kitabında; «âfâtü’l-lisan / dilin âfetleri», «âfâtü’l-yed / elin âfetleri» gibi başlıklar altında, bütün organların hastalıklarını dile getirir ve bunları nasıl tedavi edebileceğini anlatır.

 

Bunlar; nefsin tezkiyesi için lâzım olan kitaplar, başucu eserlerdir. 

 

Lâkin kıssalar üzerinden tasavvuf anlatan eserlere dikkat gerekir. Çünkü;

 

MENKIBELER HUSÛSÎDİR!

 

“Oysa; Kuşeyrî’nin (v. 465/1072) meşhur «Risâle»si böyle değildir. Ondan riyâzat bilgisi elde etmek mümkün değildir.

 

Burada Şeyh Zerrûk -rahimehullâh-’ın bize hangi kitaptan nasıl istifâde edilebileceği noktasında yol gösterdiğini görüyoruz. 

 

Niye Kuşeyrî’nin risâlelerinde riyâzat husûsunda aradığımızı bulamayız? 

 

“Çünkü Kuşeyrî Risâlesi, menkıbeler ve temele dayanmayan sathî hükümler etrafında yazılmıştır.” 

 

Menkıbelerden mürîdin, kendine bir yol edinmesi hem mümkün değildir hem de sakıncalıdır. Çünkü menkıbeler, kıssalar; şahsa mahsus, duruma özel mâhiyettedir. 

 

Müellifimiz; 39’uncu kaidede, ilim ve hâl karşılaştırması yapmıştı. Orada; su ibriğini, güneşin ışıklarının vurduğu yerden kaldırmayan, bundan hayâ eden bir zâtın hâdisesini anlatmış, bir başka sâlih zâtın bu menkıbeyle amel etmediğini;

 

“−Oğlum, sen suyu soğut da iç! Suyu soğuk içersen, Allâh’a bütün kalbinle hamd edersin.” dediğini aktarmıştı. Çünkü hâl, vicdânîdir. Onu yüreğinde bulan, hisseden kişiye mahsustur. 

 

Menkıbeler de ekseriya böyledir. Yaşanan bir hâli yansıtır ve o hâli yaşayan kişiye mahsustur. Çeşitli vesilelerle, tıpta tedavinin de, fıkıhta fetvânın da böyle kişiye özel olduğunu dile getirmiştik. 

 

Anlık yaşanan hâdiseleri, kopyalamaya kalkmamak lâzım. Kopyalarsak kendimize eziyet ederiz. Kaldırılamayacak olan, sürdürülemeyecek olan şeylerle boşa vakit geçirmiş oluruz.

 

ÜÇ GEREKÇE

 

Diğer taraftan; ister Sülemî’nin kitapları ister Kuşeyrî’nin Risâle’si olsun, her ikisi de tek başına seyr u sülûk için kâfî gelmez: 

 

“Her iki eserle de, seyr u sülûkün hakikatine ulaşabilmek (neredeyse) imkânsızdır.”

 

Niçin?

 

“Üç gerekçeden dolayı: 

 

Birincisi: Nefis ele avuca sığmadığı, kaidelere uymadığı için bu güzel ahlâka uyum sağlayamaz. O güzel ahlâkın yerleşmesi, onun tahakkuku söz konusu olamaz.”

 

Bu îzah, bu gerekçe, sadece bu iki eseri değil, bütün eserleri içine alır. Yani nefis bu en yüksek tasavvufî eserlerle yola gelmiyorsa, tarîk-i evlâ yoluyla diyebiliriz ki, hiçbir kitapla yola gelmez. 

 

Diğer taraftan nefsin, tabiri câizse; kıvıran, daima kaçıp giden tabiatı, onun neredeyse hiçbir zaman tam bir disiplin hâlinde terbiye edilemeyeceği sonucunu doğurur. Bu sebeple, aslında; 

 

“Nefsi terbiye edebilmek yoktur, son nefese kadar bu yolda uğraşmak vardır.”

 

Zaten tasavvufa bu sebeple, «sulhü olmayan cenk» denilmiştir. 

 

Bu maddeyi şu teşbihlerle anlatabiliriz:

 

•İnsanlar spor âletlerini alıp kendileri egzersiz yapamıyor da, illâ bir spor merkezine yazılıyor ki, onu zorlasın. Hiç değilse; «para verdik.» diye gitsin.

 

•Üniversiteye hazırlık için birçok kitap var. Fakat kitap yetmiyor, çünkü talebe irade gösteremiyor, bir kursa yazılıyor ki; «Kaç test çözdün?» diye onu zorlasın.

 

•Diyetin özü az yemek. Öğünleri gösteren dünya kadar kitap ve site vs. var. Ama birçok kişi, bunu kendi kendine uygulayamıyor, bir diyetisyene gidiyor ki, iş ciddiyet kazansın. 

 

Hâsılı;

 

Bu iş kitaplarla olmaz. Kitaplar bize teori / nazariyat verirler. Nazariyat, temyiz ister. Yani bir ayırt etme, seçip ayıklama ve hangi metodun, bu sâlik için faydalı olduğunu tespit etme ameliyesi lâzımdır. İşte seyr u sülûkün kitaplarla gerçekleştirilemeyeceğine ikinci gerekçe budur:

 

İkincisi: Mürid, sülûkü esnasında bir mümeyyize / ayırt edici bir zâta ihtiyaç duyar.” 

 

Yani bu yolda mesafe alabilmek için yetkin bir rehbere ihtiyaç: Bu yolu yürüyebilmek için, kusurları görebilen ve doğru ile yanlışın kaynaklarını işaret eden, basîret sahibi bir kardeşe ya da dürüst, bilge ve rehberlik eden bir şeyhe ihtiyaç vardır.

 

Hiçbir insanın karakteri bir başkasına benzemez. Tıpkı hiçbir insanın parmak izinin bir başkasına benzemediği gibi. Hiçbir kimsenin kaderi de bir diğerine benzemez. Böyle olunca kişiye özel reçete yazabilecek uzmanlara ihtiyaç vardır. 

 

(Bu mümeyyiz kimdir?)

 

•Senin hayrını isteyen, basîretli, sâlih bir kardeşindir.” 

 

Mü’min, mü’minin kardeşidir.4 

 

Mü’min, mü’minin aynasıdır.5 

 

Mü’min, mazlum kardeşine yardım eder. Zâlim kardeşine de, zulümden vazgeçirerek yardım eder.Bu da onun yüzüne hak ve hakikati söyleyebilmekten geçer. Dünyalık dostlar, kardeşlerinde gördükleri hataları onlarla arayı bozmamak için söylemekten maalesef çekinirler. Ancak sâlih ve basîretli bir dost, kardeşinin hatalarını -ne pahasına olursa olsun- söyleyebilir. Çünkü onun derdi, sadece onunla dünyada hoş geçinmek değil, onun âhiretini kurtarmaktır. 

 

“•Veya ehl-i tahkik (kendisi o gösterdiği yolu yaşayıp gerçekleştirmiş ve o yolun hakikatine ulaşmış), senin hayrını isteyen bir mürşidindir. Bu mürşid, mürîdin kusurlarını gösterecek, yanlış yapma ve karıştırma noktalarına dikkat çekecektir.”

 

Yol gösterici yarım değil tam olacak. Çünkü yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder. 

 

Bu yol gösterici, kitaplarda yığınla mevcut usûlleri temyiz edecek;

 

“–Senin için faydalı olan şudur ve şu kadarıdır. Bak şurada hayır yaptığını zannedersin ama yanlış yaparsın.” gibi îkazlarda bulunacak. Mürid yavaş kaldığında onu teşvik edecek, aşırı gittiğinde onu dizginleyecek. 

 

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel îkaz eder:

 

Bu yol uzaktır, menzili çoktur, 

Geçidi yoktur, derin sular var…

 

Seyr u sülûkün sadece kitaplarla başarılamayacağına dair gerekçelerin;

 

Üçüncüsü: (Kitaplar vasıtasıyla) nefisten selâmet gerçekleşse bile, onun iddiasından kurtulmak yine mümkün değildir. Çünkü nefis, uzaklaştırıldığı veya yakınlaştırıldığı şeyleri kendinden bilir. Bundan kurtulmak ancak bir şeyh ile mümkündür. Bu sebeple riyâzat ehli, riyâzat esnasında bir mürşidin var olmasını şart koşmuşlardır. Allah, en doğrusunu bilir.” 

 

Yani, iddialardan korunmanın zorluğu söz konusudur: Bu yolda selâmet sağlansa bile; kişinin elde ettiği veya kendini kurtardığı şeylerde, kendisine yönelik bir bakış ve övgü geliştirme eğilimi ortaya çıkabilir. Bu, yalnızca bir şeyhin rehberliğiyle kontrol altına alınabilir. Bu yüzden, tasavvuf ehli, bu yolda şeyhin varlığını şart koşmuştur.

 

Kişi; diğer belâlardan kurtulmuşken, şimdi bir başka belâya, hem de püsküllü belâya çatar: Çünkü nefsin en çok hoşuna gidecek şeylerden bir tanesi;

 

“–Ben yaptım! Ben başardım!” demektir. 

 

Asrımızda bu kibirli lisan yaygın. Kişi iyileşiyor;

 

“–Hastalığı yendim!” diyor. 

 

Hâlbuki;

 

“–Rabbim şifâ ihsân eyledi.” demesi lâzım. 

 

“–Doktorum sağ olsun, güzel yönlendirdi. Filân ilâcı îcat edenlerden Allah râzı olsun, ondan da istifâde ettik.” 

 

Bunları söyleyebilmek bile, nefsin kendini beğenmesinden bir nebze uzaklaştıracaktır. 

 

Bizde bir güzellik varsa onu bize Cenâb-ı Hak lutfetmiştir. O güzelliğe itilmişizdir, sevk edilmişizdir. Bir şerden uzak isek, onu bizden Rabbimiz uzaklaştırmıştır.

 

“Sınanmadığın bir günah üzerinden, başkasını tenkit etme!” denilmiştir. 

 

Meselâ, sana kimse gelip rüşvet teklif etmemiş. Cenâb-ı Allah bunu senden bertaraf etmiş. Sen tutup; 

 

“–Bana rüşvet teklif etseler de ben onu almam! Ben çok dürüst bir adamım!” diyorsun. Nereden biliyorsun?..

 

Allah’tan bilmemiz lâzım. Nâil olduklarımız için de muhafaza olunduklarımız için de Allâh’a hamd etmemiz lâzım. Bu da hocasız olmaz. Tasavvufta belki de bunun için muvaffakiyetler hep; mürîdin gayretinden ziyade, «şeyhin himmeti»ne havale edilir. O da «Allâh’ın lutfu»ndandır. 

 

Maddemizi hulâsa edelim:

 

Riyâzat güzel ahlâk kazandıran birtakım alıştırmalardır. Bu alıştırmaları, Sülemî’nin eseri gibi eserlerden öğrenebiliriz. Fakat menkıbeler şahsa özel olduğu için, onlardan usûl devşirmeye kalkmamalıyız. 

 

Hangi kitap olursa olsun, ona bakıp onda yazan riyâzat usûllerini kendi kendimize tatbik ederek seyr u sülûk çıkarmak, nefsi tezkiye etmek imkânsızdır. Şu üç sebeple ki:

 

Birincisi: Nefis tam mânâsıyla zapturapt altına alınabilecek bir mâhiyette değildir. İllâ program, yönlendirici vb. yardımcılar lâzımdır.

 

İkincisi: Kitaplardaki bilgileri de süzecek, seçecek, kişiye uygun olup olmadığını belirleyecek bir kardeş veya mürşid zarûrîdir.

 

Üçüncüsü: Kişi irade gösterdi. Usûllerin hangisi kendisine uygun onu da kendisi buldu. Tatbik etti. Muvaffak oldu. Nefsin hastalıklarından kurtuldu. Peki; «–Oldum!» demekten kurtulabilecek mi? Bunu da ancak bir mümeyyiz ile öğrenir.

 

Yûnus Emre Hazretleri’nden bir ilâhî ile bitirelim: 

 

Gel imdi kardeşler gidelim bile,7

Nice âşıkların bağrını dele,

Cebrâil delildir,8 Ahmed’e bile,

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz!9

 

Kadılar, müftüler cümle geldiler,

Kitapların hep bir yere koydular;

«–Sen bu ilmi kimden aldın?» dediler.

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz!

 

Yûnus Emre; «Bunda mânâ var!» dedi,

Bir kâmil mürşide sen de var imdi,

Hazret-i Musa’ya; «Hızr’a var!» dedi,

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz!

 

Kıymetli eserlerin nazariyâtıyla, samimî dostların nasihatleri ve hakikî mürşidlerin irşâdını birleştirip, seyr u sülûk yolunda mesafe katedebilenlere ve her zaafı nefsinden, her lutfu Rabbinden bilenlere ne mutlu!.. 

 

___________________________

Tercüme: Mehmet Ali KARA, İlke Yayıncılık, 2012. Diğer bir tercüme: Muhammed TUTUŞ, İtisam Yayınları, 2022. 

Tercüme: Abdullah Suat DEMİRTAŞ, Semerkand Yayıncılık, 2013. Yakın isimli diğer bir tercüme: Hanifi AKIN, Veciz Yayınları, 2021.

Tercüme: Cemal AYDIN, Sufi Kitap. Kitaba şu üst başlık da eklenmiş: Sufi Psikolojisi El Kitabı. 

Bkz. el-Hucurât, 10; Müslim, Birr, 58.

Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 49; Tirmizî, Birr, 18.

Bkz. Buhârî, Mezâlim, 4; İkrâh, 6; ayr. bkz. Tirmizî, Fiten, 68.

Bile: Beraber mânâsında.

Delil: Kılavuz mânâsında.

Varmayınc’olmaz, varmadan olmaz, şeklinde de rivâyetleri vardır.