Üç Aylar: Mü’minlere Müjde GÖNÜLLERİ İHYÂ MEVSİMİ
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Gönüller nasıl ihyâ olacak? Nasıl dirilik kazanacak?
Hele ki şu âhirzamanda bu nasıl olacak?
Çünkü;
Kıyâmet yaklaştıkça ölümler artıyor. Büyük savaşlar var. Kitleler hâlinde ölümlerin çoğaldığı bir dönemdeyiz. Görünen ölümler elbette yürek dağlıyor. Ciğerleri parçalıyor. Lâkin görünmeyen ölümler daha çok. Gafil vicdanlar bunun farkında olmadığı için onların yürekleri bunu hissetmiyor, ciğerleri parçalanmıyor.
Bu yüzden;
Mânevî ölümler, maddî ölümlerden çok daha vahim, çok daha tehlikeli. Üstelik birinde üç nefeslik fânî hayatı kaybetmek, diğerinde nefesleri hiç bitmeyen ebedî bir hayatı kaybetmek mevzubahis.
İki dünyada da;
İnsan, îmânı ile diridir. İrfânı ile diridir. Mâneviyâtı ile diridir. Ahlâkı ile, merhameti ile, Allâh’a kulluğu nisbetinde diridir.
Öyleyse:
Îman ve irfânı ölen bir kimsede rûhuna dair bir dirilik kalır mı? Kişilik ve ahlâkı ölen bir kimsede, gönlüne ve şahsiyetine dair bir dirilik bulunur mu? Hele rûhu ve gönlü ölmüş bir kimsede, insâniyet itibarıyla diri bir yaşayış mümkün olur mu? Yani;
Mânen olmuşsa ruh ölü,
Boş ten, olur mu can gülü? (Seyrî)
Olur zannedenlerin canlı cenâzeleri ile dolu bu dünya. Rûhu, kalbi ve vicdanı olmayan bir merhamet sahibi, ancak zulüm makinesi hâlinde, bu yüzden. Şuuru ve idrâki olmayan bir akıl sahibi, ancak ahmakça felsefelerin tapınağına döndürüyor kendisini, bu yüzden. Takvâsı ve basîreti olmayan bir gönül sahibi, firavun gibi hissiz ve duyarsız davranışları tercih etmenin ve onları alkışlatmanın peşinde fedâ oluyor, bu yüzden. İlminde irfan olmayan bilgi ve fikir sahibi, bencil üretimlerini hakikatin üzerine çıkartıp da yerin dibinde câhiliyetin en kötü girdaplarına batıyor, bu yüzden. Îmânında İslâm tevhîdi ve terazisi olmayan bir inanç sahibi, sapkınlıkların ve azaplık günahların ortasında cirit atıyor, bu yüzden. Şahsiyetinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i örnek almayan kişilik sahibi, en karaktersiz davranışları formül yapmanın çırpınışları içerisinde ömrünü tüketiyor, cehennemlik bir enkaza dönüyor, bu yüzden.
Oysa;
Şahsiyet, insanı cennetlik bir kıymet hâline getirmeli. Yerde de gökte de;
–İşte esas kişilik bu, dedirmeli.
Îman, her türlü sapmalardan kurtarıp sırât-ı müstakîmde hidâyet üzere olmalı;
–İşte gerçek îman bu, dedirmeli.
Bilgi ve fikir, irfan ile yoğrulmuş olarak sadece hak ve hakikatin güneşi hâline getirmeli;
–İşte hakikî ilim bu, dedirmeli.
Gönül, takvâ ve basîret ekseninde duyarlı, hisli ve fazîlet dolu davranışların merkezi olmalı;
–İşte kalb-i selîm bu, dedirmeli.
Akıl, gerçek bir idrâkin en dengeli harman yeri olmalı. Ancak ilâhî vahye teslim olarak beşerin erişebileceği en yüce mertebede verilen dâhîlik elbisesini kul olarak giymeli;
–İşte akl-ı selîm bu, dedirmeli.
Merhamet; mazlumları kucaklayan, mahrum ve mağdurları koruyan, gözyaşlarını tebessüme dönüştüren bir mâhiyete ve o mâhiyetin yaşattığı rûha, kalbe ve vicdana ayna olmalı;
–İşte şefkat bu, dedirmeli.
Yeryüzünde hidâyet ve adâlet üzere yaşamak, garipleri ve kimsesizleri gözetmek, yetimleri ve öksüzleri kucaklamak, ibâdetler ve fazîletlerle dolu bir kulluk hayatı yaşamak, Allah katında;
–İşte müjdeler bu, dedirmeli!
Hâsılı ehl-i İslâm;
Üçüncü dünya savaşının zilleri çalarken, özellikle müslüman coğrafyalarda ölüm püsküren fırtınaların estirildiği bir hengâmda, zulmün zâhirî pençelerine kurban olan masum bedenlerin kurtuluşuna vesile olmanın yanında dinsiz zâlimlerin mânevî pençelerinde can veren yığınla ölü ruhları, ölü kalpleri, ölü akılları ve ölü kişilikleri, hem de en ümitvar şekilde hiç yorulmadan, bıkmadan ve vazgeçmeden ihyâ etmeli, âdeta asr-ı saâdetin oluşturduğu eşsiz medeniyetimizin fazîletleri ile beşeriyeti mânen yine diriltmeli;
–İşte gönülleri ihyâ!
–İşte dirilik,
–İşte kalbin canlılığı, dedirmeli.
Bu çerçevede;
Uhud gazvesinde yaşanan irşad ve ufuk dolu bir hâdiseyi Berâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi ve;
–Yâ Rasûlâllah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım yoksa müslüman mı olayım? dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
–Önce müslüman ol, sonra savaş, buyurdu.
Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehid oldu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
–Az çalıştı, çok kazandı, buyurdu.” (Buhârî, Cihâd, 13; Müslim, İmâre, 144)
Hâlbuki zorlu bir savaşın telâşe vakti olan o esnada; «Önce Müslümanlık mı savaşmak mı?» meselesine ilk anda belki mecburen; «Hele şu savaşı bir atlatalım, huzurla İslâm’a girersin.» cevabının verilebileceği çok baskın bir durum vardı aslında. Fakat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o anda da risâlet vazifesi dairesinde önce o gönlü îman ve hidâyetle diriltmenin zarûretini gören ve bunu gerçekleştiren bir sükûnet ve sekînet içinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ayna tutan bir düsturla mukabele etti:
–Önce müslüman ol, sonra savaş!
Bunun ne kadar isabetli bir emir ve düstur olduğu ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nasıl bir mûcizevî basîrete sahip olduğu da o gün ayrıca tezâhür etti. O mübârek sahâbî, bir vakit namaz bile kılamadan şehâdet şerbetini içti. Îmanla cihâd edip, îmanla âhirete şehîden göç eyledi. Peyamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu gibi:
–Az çalıştı, çok kazandı!
Bir diğer hikmet de şu:
Kazanmak denilen mânâ, ancak uğruna fedâ olunan kıymetli bir hakikatin tezâhürü olunca kazanmaktır. Can fedâ eden bir gayret, o zaman isabetlidir. Tâ ki, fedâkârlık yerini bulsun ve sonsuzluğun müjdesi tecellî etsin.
Şiir diliyle:
Uhud’da has yüreğin hâli ayrı bir namdı,
O gün o harbe gelen bir yiğit, Usayram’dı.
Onun kabîlesi İslâm’ı seçtiğinde açık,
O evvelâ dedi lâ, sonra duydu pişmanlık,
Kuşandı türlü silâh, koştu, sordu encâmı:
–Yanında önce savaşmak mı, Müslümanlık mı?
O zor vakitte de mîzandı, Şanlı Peygamber,
Buyurdu: –Sonra savaş, önce müslümân oluver!
Ve Sâbitoğlu o Amr, öyle yaptı, oldu şehîd,
–Çalıştı az, ama kâr etti çok, buyurdu Mecîd.1
O son nefeste iken kim bakarsa kendisine,
Diyordu: –Önce inandım huzurda hak dîne,
Ne mutlu sonra cihâd eyledim, kıyıp da cana,
Şehâdet oldu bugün son nefes, ne mutlu bana!
Dilinde bilmece yapmış Ebû Hüreyre bunu,
Sorardı sohbetinin bir yerinde halka şunu:
–E söyleyin bakalım, kılmadan namaz bir kez,
O ehl-i cennet olan kim? Verin cevâbını tez!
Merâk ederdi duyan: –Sen cevapla, kim bu hatır?
Ebû Hüreyre de söylerdi hep: –Usayram’dır!2
Her devirde mühim;
Az çalışıp çok kazanmak meselesi.
Burada elde çok az bir zaman var. Onun tamamı çalışma ile geçiyor. Bol bir zamanın sadece azıcık bir zamanını çalışmaya ayırmaktan kaynaklı bir az çalışma değil bu. Eldeki zamanı bütünüyle çalışmaya ayırıp değerlendirmek var bu kazançta.
Yani bu, az bir çalışma değil. Tam bir çalışmak. Şuurlandığı vakitten sonrasının tamamını çalışma ile geçirmek. Bu da az bir zamana tekabül ettiği için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa bir müddette ebedî bir kâr elde edilmesine dikkat çekerek;
–Az çalıştı çok kazandı, buyurdular.
Bir bakıma buradaki «az çalışmak» tabiri, eldeki müddet kısalığını da ifade etmekten dolayıdır.
Çünkü o kısa müddetin birazı değil, bilâkis tamamı tam ve dopdolu çalışılarak değerlendirilmiştir. Yani eldeki müddetin tamamı Allah yolunda fedâ edilmiş ve var olan vaktin hepsi de rızâen lillâh fedâ edilmiştir. Hem de bu vazife, can pazarında kurban olmak sûretiyle edâ edilmiştir.
Şöyle de tefekkür etmeli:
Dünya hayatı çok kısa bir zaman dilimi, ömür de hiç yok kadar az bir vakittir. İşte bu kısacık hayatı ve yok kadar ömrü nasıl değerlendirmek gerekiyorsa öyle idrâk edip tam mânâsıyla öyle değerlendirmek zarurîdir.
Zira;
Eldeki vakti bütünüyle ve tam değerlendirmek elzemdir. Asla eldeki az vaktin birazını değil, bilâkis o az vaktin tamamını değerlendirmek şarttır ebedî kurtuluşumuz için. Ancak o zaman ümit edilir ki;
“–Az çalıştı çok kazandı!” müjdesi devreye girer ve lütuf dergâhının kapıları açılır.
Bu hakikat;
Kısa bir vaktin, uzun bir kârıdır. İfade edildiği üzere ömür denen kısa vaktin birazı değil tamamı ekseninde tam çalışmaktır. Günler hızlıca akıp gidiyor. 2024 oldu derken 2025 oldu. Derken daha nice yıllar gelecek ve gidecek. Onlar bitmeden evvel bizim kazancımız tamam olursa ne mutlu. Değilse eldeki fânî vakit ziyan, sonraki ebedî vakit hüsran olur.
Bu sebeple hiç unutmamalı:
Şu kısacık fânî vakti / şu azıcık ömrü tam değerlendirenlerin mazhar olacağı neticeler çok büyük. Onlar;
•İlâhî müjdeler.
•Ebedî mükâfatlar.
•Sonsuz kurtuluş.
•Sayısız nimetler.
•Kat kat ecirler…
Buna vesile olması kabîlinden;
Mânevî iklimiyle hepimizi rahmetle kuşatan üç aylar mevsimi çok hususî bir nimet.
Âdeta;
Az çalışıp çok kazanmak vakti. Kısa zamanda öyle kazançlar dolu ki üç aylarda, ne kadar şükredilse yine yetmez.
Üç ayların her biri, her günü ve her gecesi bambaşka fırsat anları. İçinde barındırdığı mübârek günler ve geceler, ayrıca sevap harmanı. Meselâ; Kadir gecesi, bir gecenin bin aydan / seksen küsur yıldan hayırlı olduğu gece. Gerçekten de az çalışıp çok kazanmanın lütuf kapısı.
Üç aylar;
Bir yılı toparlayan mânevî bereketlerle dolu bir mevsim.
Bir ömrü ebedîleştiren fırsatlarla dolu bir mevsim.
Herkesi derleyen bir sırr-ı ilâhî bu mevsim.
Kardeş Suriye’nin ağır zulümlerden kurtuluşuna şâhid olunduğu günlerin ardınca inşâallah nice zaferlerle geldi bu mevsim. İnşâallah, Gazze’nin ve Filistin’in de kurtuluş ve selâmetini müjdeler bu mevsim.
Malûm;
Yıllardır İslâm coğrafyası zor zamanlardan geçiyor.
Zor zamanlar,
Üç ayların ümit meltemlerini estirmesiyle kolaylıkları getirecek olan imtihanlar.
Zor zamanlar,
Belki de en az, ama tam çalışılıp çok kazanılacak vakitler. Ahlâkın tefessüh ettiği şu âhirzamanda az, fakat tam çalışmak, en çok kazandıracak vakitler. Zulüm ve katliâmların çıldırdığı şu günler, az çalışılsa bile çok kazanılacak günler.
Nice İslâm şehirlerinin enkaza döndüğü şu devran, onları ihyâ için azıcık bir şeyler yapılsa bile çok çok kazanılacak bir devran.
Herkesin yattığı anlarda uyanık kalan acızık gayretler bile kezâ çok çok kazandıran çalışmalar.
Özellikle de;
Nice masum hamlelerle bebeklikten yaşlılığa kadar artık insanların ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve vicdanlarını târumâr ederek onları iç âlemleri itibarıyla birer ölüye çeviren zehirli zihniyetlerin, akımların, yıkımların ve saldırıların çoğaldığı, üstelik hiç göze çarpmadan gönülleri ve mâneviyatları sürekli öldürdüğü bir dünyada gece-gündüz insanlığı diriltmek, gönülleri ve mâneviyatları ihyâ etmek için azıcık hidâyet çırpınışları bile çok çok çok kazandıracak nasiplerdir.
Öyle ki;
Her güzel amelin karşılığı bire on, bire yirmi yedi, bire yedi yüz ya da daha fazla olarak ifade edilirken; bir insanı, bir gönlü, bir kişiyi ihyâ etmenin, diri hâle getirmenin karşılığı ise o kadar çok büyük bir kazançtır ki, bütün insanlık sayısıncadır. Âyette buyurulur:
وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَٓا اَحْيَا النَّاسَ جَم۪يعًاۜ
“Kim, bir canı / gönlü ihyâ ederse, yaşatırsa, âdeta bütün insanları ihyâ etmiştir.” (el-Mâide 32)
İşte az bir çalışmanın çok büyük bir kazancı!
Bir kişiyi ihyâ, milyarlarca kişiyi ihyâ etmiş kadar sevap.
Ne muazzam bir mükâfat.
Hayber fethinde Hazret-i Peygamber’in, sancaktar yaptığı Hazret-i Ali’ye şu tâlimâtı da pek mânidardır:
“–Önce onları İslâm’a davet et! Şayet bu davetinle bir kişi müslüman olsa, bu, sana kızıl develer verilmesinden daha hayırlıdır!..” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 32-34; Heysemî, VI, 151)
Can pazarı yaşandığı bir esnada böyle bir ihyânın / gönüllere hayat vermenin eğitimi hakikaten çok hikmetlerle doludur.
Tarih sahnesinde;
Neredeyse bütün savaşlar, her fikrin ve milletin dağarcığında öldürmek içindir.
Fakat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emsalsiz örnek olduğu İslâm medeniyetinde ise maksat hiçbir zaman zorbaca öldürüp yok etmek değil, her şeyden önce rahmetle gönülleri ihyâ ederek yaşatmaktır. Çünkü gönülleri yaşatmak ve ihyâ etmek, İslâm’da sadece medenî beyan diye kullanılan kuru bir ifade değil, özellikle dikkat edilen ve tatbik edilen bir hakikattir, fazîlettir ve vazgeçilmez bir şiardır.
Nitekim;
Bir kişiciği bile ihyânın ecri bütün insanlığı ihyâ değerinde olduğu gibi, yine bir kişiciği bile hak dışında öldürmenin günahı da bütün insanlığı öldürmüş olmakla eşit bir günahtır. Aslında her hatanın karşılığı bire bir iken bir insanı öldürmenin karşılığının, bizzat yüce Allah tarafından milyarlarca insan öldürmek kadar çok büyük ve ağır bir günah olarak takdir buyurulması, câlib-i dikkattir.
Bu durumda;
Yıllardır onlarca, binlerce, milyonlarca müslümanı katledenlerin suçları ve günahları insanlık sayısından milyar kat daha fazla demektir.
Böyle günahlar da;
Az çalışıp çok kaybetmenin tezâhürleridir. Oysa azıcık bir dünya müddeti uğrunda, ebedî bir dünyayı, nimetlerini ve cennetlerini kaybetmekten daha büyük bir kayıp yoktur.
Zulüm dolu bir hamlede bütün sonsuzluğu kaybedenler, az çalışıp ne kadar çok ve büyük bir kayıp içindedirler.
Bir anlık bir öfke yüzünden ebedî bir rahmeti tepenler, azıcık bir tepki uğruna ne büyük bir azâba dalmaktadırlar.
Sadece bir inkâr cümlesi ile hayatlarını noktalayanlar, bu kadarcık az bir lâkırdı uğruna ne büyük bir kayba kendilerini kurban etmektedirler!
İdrâk edemeyenlere ne yazık!
İdrâk edenlere ne mutlu!
Şu kısacık ömürde azıcık sabrederek dünyevî ve uhrevî çok büyük zaferlere ulaşanlara ne mutlu!
Hele ki ehl-i Kur’ân olarak Allah yolunda sebatkâr olanlara ne mutlu!
Âyette buyurulur:
اُو۬لٰٓئِكَ يُؤْتَوْنَ اَجْرَهُمْ مَرَّتَيْنِ بِمَا صَبَرُوا وَيَدْرَؤُ۫نَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ٥٤
“İşte onlara;
•Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah rızâsı için harcamalarından,
•Kötülüğü iyilikle bertaraf etmelerinden ve
•Sabretmelerinden dolayı;
–Mükâfatları
–İki kere verilecektir!” (el-Kasas, 54)
Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn!
_________________________
1 Buhârî, Cihâd, 13; Müslim, İmâre, 144.
2 İbn-i Hişâm, III, 39-40; Vâkıdî, I, 262.