ÎMAN ve İBÂDET

Sami GÖKSÜN

 

 

Din duygusu, Allâh’a îman ve ibâdet arzusu, insanlarda yaratılıştan mevcuttur. Bu bakımdan, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren, insanların bu fıtrî duygu ile Allâh’a îman ve ibâdet ettiklerini bilmekteyiz.

 

Âdemoğullarının, kendilerinde kuvvet ve kudret gördükleri şeylere; ateşe, güneşe, dağa, taşa, hattâ hayvanlara tapmaktan kendilerini alamamış olmaları da, yine bu fıtrî duygu ve ihtiyaçtan ileri gelmiş sayılabilir.

 

Din duygusu; nasıl beşer hayatının her safhasında kendisini duyurmuş ve kabul ettirmiş idi ise, ahlâk da aynı zamanda varlığını duyurmuş ve kabul ettirmiştir.

 

Peygamberler umumiyet itibarıyla; cemiyetin bünyesinde istikrar ve sükûneti sağlamaya ve sürdürmeye yönelik ana prensipleri anlatmışlar, yüce Rabbimiz’e ibâdet emrinin yanında daima, içtimâî hayatta uyulması gereken ahlâkî kaideleri de yaşamışlardır.

 

Kur’ân-ı Kerim baştanbaşa; ahlâkî, içtimâî kaideler ve tavsiyelerle doludur. Bu konuda, Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

 

“Birr (tâat ve iyilik), yüzlerinizi doğu ve batı yanına çevirmenizden ibaret değildir. 

 

Fakat esas tâat ve iyilik; 

 

•Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere îmân eden, 

 

•Malını Allah sevgisiyle; akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda darda kalmış yolculara, ihtiyacını arz edenlere ve esirleri kurtarmaya veren, 

 

•Namazını dosdoğru kılan, 

 

•Zekâtını ödeyen kimselerin, 

 

•Ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenlerin, 

 

•Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabır ve metânet gösterenlerin tâat ve iyiliğidir.

 

İşte onlar; îman ve tâatlerinde sâdık olanlardır. 

 

Ve onlar, takvâya erenlerin de ta kendisidirler.” (el-Bakara, 177)

 

Kur’ân-ı Kerim; 

 

•Küfrü, şirki, 

 

•Mâsiyeti, 

 

•Yeryüzünde fesat çıkarmayı, 

 

•Çekişmeyi, 

 

•Kıskançlığı, 

 

•Adam öldürmeyi, 

 

•Zinâyı, 

 

•Kibir ve gururu, 

 

•Tecessüsü, 

 

•Gıybeti, 

 

•Yalanı ve yalancılığı ve 

 

•Sû-i zannı kesin olarak yasaklar; 

 

•Adâleti, 

 

•İhsânı, 

 

•Ana ve babaya iyiliği, 

 

•Yetimlere, öksüzlere ve bütün insanlara iyi muameleyi, 

 

•Yardımı ve yardımlaşmayı, 

 

•Emâneti ehline tevdî etmeyi, 

 

•Affı ve hoşgörüyü de emir ve tavsiye eder.

 

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetlerinde; kudret ve azametinden ve kendisinden başka ibâdet edilecek mâbud bulunmadığından bahseder, emirlerinin yerine getirilmesini ister.

 

Tarihin karanlıklarına gömülmüş, adı sanı unutulmuş nice kavimlerin Allâh’a isyanlarının, ilâhî buyrukları yerine getirmekteki ihmallerinin, daha doğrusu, işledikleri ahlâkî hataların cezasını çektiklerini haber verir.

 

Bununla birlikte, Allâh’ın; kulları hakkında çok merhametli ve affedici olduğunu, günahkâr insanın, günahının cezasını sürekli çekip durmayacağını, kötülüklerden tevbe ederek nedâmetle kurtulmanın da, mümkün olduğunu hatırlatır ve insanları, ahlâkî fazîletlere dönmeye davet eder.

 

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:

 

“Kulunun tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” (Buhârî, Daavât, 4; Müslim, Tevbe, 1, 7, 8)

 

Müslümanlık; ferdin varlığına, cemiyet içinde büyük bir değer verir. Fertler ne kadar iyi ahlâk sahibi olurlarsa, cemiyet de o nisbette yükselir. Müslümanlığın bütün ibâdetleri, ahlâkı yükseltecek mâhiyettedir.

 

Müslümanlığın beş temel şartından biri olan namazın; gerek kendimize gerek başkalarına karşı yapmakta olduğumuz kötülüklerden bizi alıkoyacağı, Kur’ân-ı Kerim’de açıklanmaktadır. Namaz için günde beş defa yüce Rabbimiz’in mânevî huzûruna çıkan, yaptığı ve yapacağı işlerden dolayı hesaba çekileceğini hatırlayan bir insanın, yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyacağına ve onları tekrarlamaktan sakınacağına şüphe yoktur.

 

Oruca gelince; o da nefsimizin bütün arzularına karşı mukavemete, açlığa ve susuzluğa katlanmaya, ihlâsa ve riyâsızlığa sevk eden, takvâ mertebesine ulaştıran, ahlâkî ve içtimâî olgunluğumuzu sağlayan bir ibâdettir. Takvâ; âhirette bize zarar getirecek her şeyden kendimizi korumaktır ki, bunun, nefse hâkimiyet melekesini kazanmak, üstün bir ahlâka sahip olmak demek olduğu açıktır.

 

Dünyanın her tarafına dağılmış müslümanlardan yüz binlercesinin her yıl, her türlü maddî fark ve imtiyazlardan, gösterişlerden sıyrılarak; biri bele sarılan, diğeri omuza alınan iki beyaz örtüye bürünmüş olarak bir yerde buluşmalarını, tanışmalarını sağlayan hac farîzasındaki ahlâkî, içtimâî ve medenî yüceliği görmemek mümkün müdür?

 

Zekât ibâdeti; cemiyet içindeki fakir ve yardıma muhtaç olanlar için, zenginlerin malından tanınan belli bir haktır ki, cemiyette yoksulluktan ve yardım görmemekten doğabilecek bütün huzursuzluklar ve kötülükler bununla önlenir.

 

Müslümanlığın beş şartından birisi olan kelime-i şahâdete gelince; bunda da, insanları, asırlardan beri içinde çalkalandıkları akîde ihtilâf ve mücadelelerinden doğan ahlâkî, içtimâî huzursuzluklardan kurtarmak, gönülleri cihanşümul bir akîdede birleştirmek gayesi vardır. Yüce Rabbimiz’den başka ilâh bulunmadığına ve Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’ın ilâhî emirleri insanlara en son tebliğ eden, kul bir Peygamber olduğuna inanmak demek olan bu tevhid akîdesi sayesindedir ki; müslümanlar, içtimâî ve mânevî mevkii ne kadar yüksek olursa olsun, hiçbir insanoğlu için, Allâh’ın kulu olmaktan başka bir vasıf kabul etmeye zorlanmamış, netice itibarıyla müslümanlar arasında bir zümre imtiyazı ve farkı da vücut bulmamıştır.

 

Hulâsa, îman ve ibâdet müslümanın vazgeçilmez hakikatidir. Bu güzellikler neticesinde ortaya çıkacak olan güzel ahlâk ve takvâ da dünyamızın huzuru, âhiretimizin ise kurtuluş beratı olacaktır inşâallah.

 

Rabbim bu hakikatleri anlamayı ve yaşamayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Âmîn…