ÎMAN ve İBÂDET COŞKUSU

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

 

Bazen soruluyor:

 

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün, bu devirde yaşıyor olsaydı, ne yapardı?

 

Sonra da çeşitli cevaplar sıralanıyor;

 

–Şöyle yapardı,

 

–Böyle yapardı,

 

–Şunu yapardı,

 

–Bunu yapardı…

 

Nice tahminler mevzuya dâhil oluyor.

 

Hâlbuki hiçbir tahmine gerek yok. Sadece O’nun yegâne gerçeği kâfî. O gerçekteki cevap tek:

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o gün ne yaptıysa bugün de aynısını yapardı.

 

Çünkü…

 

Her yaptığını ancak Allâh’ın vahyi ve Rabbinin yegâne fermanı üzere yaptığı için…

 

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

O gün olduğu gibi, 

 

Bugün de ne olursa olsun, hangi şartlar arasında kalırsa kalsın, hangi engellerle karşılaşırsa karşılaşsın, yine bütün gaflet ve isyan sislerini gözlerden kaldırır ve en berrak şekilde her dâim yine;

 

Îman ve ibâdet coşkusu içinde yaşardı.

 

İllâ;

 

Îman ve ibâdet coşkusu içinde yaşardı.

 

Sadece belli bir saat diliminde değil; yine vaktinin tamamında bunu gerçekleştirmek için çırpınırdı, yine destânî bir şekilde mücadele ederdi, yine mutlaka bu uğurda kendini delicesine fedâ ederdi, Allâh’ı izni ile yine muvaffakiyete ulaşırdı. 

 

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün, bu devirde yaşıyor olsaydı, ne yapardı?

 

Yine; 

 

Bilim maskesi takmış olan devr-i cehâleti alt eder, asr-ı saâdeti oluştururdu.

 

Yine cihanı çöplüğe döndüren rezâletleri ve kötülükleri bertaraf eder, fazîletler medeniyetini kurardı.

 

Yine mazlumlara sahip çıkar, zâlimleri bertaraf ederdi.

 

Yine masumları korur, azgınları dizginlerdi.

 

Yine gariplere, yetimlere, yavrulara, yaşlılara, kimsesizlere çare ve rahmet olurdu.

 

Yine yatmaz; sabahlara kadar îman ve ibâdet coşkusu içinde namaz, Kur’ân, zikir, fikir ve şükürle meşgul olurdu. Yine dinlenmez; akşamlara kadar îman ve ibâdet coşkusu içinde her türlü derde derman, her gönlün imdâdına harman olurdu.

 

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün, bu devirde yaşıyor olsaydı, ne yapardı?

 

Yine; 

 

Bütün dünyayı hidâyet ve şefkat sancaklarıyla donatırdı.

 

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün, bu devirde yaşıyor olsaydı, ne yapardı?

 

Yine; 

 

En zor anlarda bile Bedir, Uhud ve Hendek günlerindeki destanları yazdırırdı. Huneyn günündeki derslerle olgunlaştırırdı. Hayber’in, Mekke’nin fethi, Mûte Destanı, Tebük Seferi gibi türlü ibretlerle ve hikmetlerle dolu her türlü mânevî ve maddî seferlerin ve zaferlerin sırlarını okur ve okuturdu. Yine en darda kalındığı demlerde bile, kendilerinden kat kat güçlü dev ülkelere dahî galebe çalınacağına ve dünyanın en kıymetli ve geniş coğrafyalarının İslâm beldeleri olacağına dair ehl-i îmânı hiç şüphesiz birer birer gerçekleşecek olan fetih müjdeleriyle şahlandırırdı.

 

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün, bu devirde yaşıyor olsaydı, ne yapardı?

 

Yine; 

 

Emr-i Mevlâ üzere insanlığı ve nesilleri irşad ve ihyâ için zâhir ve bâtın emsalsiz bir terbiye ve eğitim olarak;

 

Önce;

 

•Allâh’ın âyetlerini tilâvet eder, okurdu.

 

Sonra;

 

•O âyetlerden oluşan Allâh’ın kitâbını tâlim ederdi.

 

Ayrıca;

 

•Görünen vahyin görünmeyen mânâlarına ayna tutan nice hikmetleri öğretirdi.

 

Özellikle;

 

•Gönülleri iyice tezkiye ederdi. İç âlemleri nûr-i İslâm ile yıkamak sûretiyle her türlü kötülük, fitne, günah, vesvese ve ârızalı duygulardan temizlerdi.

 

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün, bu devirde yaşıyor olsaydı, ne yapardı?

 

Yine; 

 

Başka başka tipler değil, ancak ve ancak ehl-i Kur’ân şahsiyetler yetiştirirdi.

 

Yine Ebûbekirler, Ömerler, Osmanlar ve Aliler yetiştirirdi.

 

Yine hâfız-ı Kur’ânlar yetiştirirdi.

 

Yine Bilâller, Abdullahlar yetiştirirdi.

 

Yine Câferler, Ubeydeler, Ebû Zerler, Zübeyrler, Zeydler ve Muazlar yetiştirirdi.

 

Yine;

 

Haticeler, Âişeler, Zeynepler ve Fâtımalar yetiştirirdi.

 

Yine Sümeyyeler, Rukiyyeler ve Halîmeler yetiştirirdi.

 

–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bugün, bu devirde yaşıyor olsaydı, ne yapardı?

 

Yine; 

 

Her türlü mevsimi kulluk ikliminde değerlendirirdi. Üç ayları apayrı coşkuyla yaşardı, yaşatırdı.

 

Yine;

 

Sadece Allâh’ın rızâsına yolculuk eylerdi.

 

Yine;

 

Bu fânî hayatı, illâ cehennemden kurtuluş, illâ cennete vâsıl olmanın ve de illâ bu hicrandan yüce Allâh’a kavuşmanın yegâne fırsatı bilir, ona göre dopdolu bir îman ve ibâdet coşkusu ile yaşar, o coşku ile göçerdi.

 

Dolayısıyla;

 

O’nun ümmeti olarak O’na muvâfık şekilde şunu bilhassa kavramalıyız:

 

Bugün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, o günkü gayretini yine tam mânâsıyla idrâk etmeye ve yaşamaya her şeyden fazla ihtiyacımız var. 

 

O’nu günümüz şehir hayatının gafletlerine göre değil, sonsuz hayatın gerçeklerine göre yeniden ve doğru bir şekilde anlamaya muhtacız. Kendimiz ve neslimiz için, dünyada ve âhirette selâmetimiz için başka çaremiz yok!

 

Unutmamalı ki;

 

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sadece yaşadığı zaman dilimine değil, sadece belli bir coğrafyaya değil, sadece belli bir kitleye değil, kıyâmete kadar bütün zamanlara, mekânlara ve bütün insanlığa rahmet olarak gönderildi.

 

Bu istikamette;

 

O’nun îman ve ibâdet coşkusu, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun gece-gündüz ümmet için çırpınışı, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun her hâlükârda merhamet tevzî eden bir gönül olması, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun en zor şartlarda bile hidâyetlere vesile olması, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun mihrabı doldurması; bütün ehl-i îmânı secdegâha mıknatıs gibi çekip de ibâdet çağlayanları oluşturması, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun güzel ahlâk ve yüce davranış çerçevesinde; en küçük hususu bile büyük bir îman coşkusuyla yoğurarak muhteşem fazîletler sergilemesi, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun bütün sıkıntılara göğüs gererek; imkânsızlıklar içinde bile onlara çare olması, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun dünyanın dört bucağına ashâbını göndererek; en uzak gönüllere de İslâm’ı en yakından ulaştırması, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun; hayatı oluşturan her şeyini, evini-barkını, mescidini, şehrini, ferdini ve toplumunu bir bütün hâlinde hiç bıkmadan sadece Allah rızâsına odaklaması, hiç usanmadan ebedî cehennem ateşinden koruması, hiç yorulmadan sonsuz cennetlere mazhar etmeye çalışması, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun yine sade belli bir saat diliminde değil; geceli-gündüzlü bir gayret içerisinde, nesli Kur’ân ile yetiştirme uğrunda gösterdiği aşk, azim ve elde ettiği neticeler, bambaşka bir rahmet.

 

O’nun din ve vatanı muhafaza, bayrak ve mukaddesâtı korumak yolunda her türlü düşmana karşı da en dirâyetli ve en mükemmel mücadeleleri gerçekleştirmesi de, bambaşka bir rahmet.

 

Hepsi de;

 

Bambaşka bir îman ve ibâdet coşkusu.

 

Cehâlet devrinin bütün tuzaklarına, bütün saldırılarına ve hamlelerine rağmen, yaşadığı vakti asr-ı saâdet yapan bir îman ve ibâdet coşkusu bu.

 

Bugün de;

 

Maddeten ve mânen türlü tuzaklar dolu her yanımızda. Gönüllere de vatanlara da saldırılar dolu. Îmanlara da insanlara da katliâmlar yapılıyor. 

 

Üstelik;

 

Bambaşka bir rahmet olan güzel gayretler, fedâkârlıklar ve başarılar, bugünkü ehl-i îmâna sanki bir kâbusmuş gibi şırınga ediliyor. Nesil sahipsiz kalsın, camiler sahipsiz kalsın, vatan sahipsiz kalsın istiyor birileri, süslü cümlelerle, câzip maskelerle. 

 

Bu itibarla;

 

Bugün O’na inanmış seçkin gönüller; o gün inanmış şanlı bahtiyarlar gibi yine gözlerini sadece O’na mıhlamalı, kulaklarını sadece O’na açmalı, gönüllerini sadece O’na vermeli.

 

Çünkü üsve-i hasene / Allâh’ın bize sunduğu emsalsiz örnek şahsiyet yine O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.

 

Bugün;

 

O’na dair şeytan kalemiyle yazılan ve şeytan gözüyle okunan sahte satırları bilgi zanneden bilgiçlerin bozuk sadırları ve onların sinsi yorumları ile kirli dilleri ne derse desin; Kur’ân ve sünnet hakkında yegâne söz sahibi, sadece Hazret-i Allah ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

 

Yok saysa eğer sünneti inkârcı bir algı,

İslâm’da geçersizdir o kâfir gibi çalgı! (Seyrî)

 

Ne vakit;

 

Hazret-i Peygamber’i doğrudan doğruya inkâr edemeyenler, O’nun sünnetini inkâr ederekten bunu yapmayı güya hakkāniyet ve hakkı ifade çerçevesinde ilmî bir çalışma ya da akademik farklı bir tezmiş gibi masumlaştırmak isteseler de, öyle değildir. 

 

Düpedüz bu hamleler;

 

–Peygamber’i değil beni dinle, diye zıplamaktır.

 

Bu zıplayışın hak ettiği karşılık şu:

 

–Be zındık! Hazret-i Peygamber’i yücelten ve O’na itaati emreden Hazret-i Allah’tır! Sen kim oluyorsun?

 

–Behey Peygamber’in gizli düşmanı! Rasûlullâh’a itaat edilmesi emri, hadis ve Sünnet’e riâyetin farz oluşundan başka nedir? Bu yönde hiç bozulmayan ilâhî teraziye güya ayar veriyormuşçasına yaptığın bozuk ve bozguncu lâkırdıları ıslah mı sanıyorsun? Sapıklığa bulaşıp da Kitap ve Sünnet’e dair çelme yorumlar yapmak, senin ne haddine?

 

Senin gibiler, üstü kapalı da olsa açıkça;

 

–Sen Allâh’ı da dinleme, yalnız beni dinle, demenin cüretkârlığına ve cehâletine kapılmış şaşkınlarsınız.

 

Senin gibi şaşkın tipler;

 

Devr-i cehâleti alt eden asr-ı saâdetten beri, münafık cepheyi temsîlen hep olagelmiştir. Maksatları, alt edilen devr-i cehâletin kalıntılarını hortlatmaktır. Onlar fırsat buldukları her kargaşa ortamında; mü’minlerin îman coşkularını söndürmek ve ibâdet coşkularını öldürmek için, her tuzağı devreye sokmuşlardır. Onlar, Hazret-i Peygamber’den ziyade münafıkların ve küffârın sözcülüğünü yapmışlar, bunu tercih etmişlerdir. Bazı noksan ve saf mü’minleri de zehir saçan nefret dilleriyle buna zorlamışlardır. Onlar, akla bürünen aykırı eleştirilerini ve mantığa bürünen ahmakça kınamalarını hak sûretinde göstermişlerse de aslında bâtılın hizmetkârlığına soyunmuşlar, bunu saklasalar da gizleyememişlerdir.

 

Hangi vakit hortlarsa hortlasınlar, böyle tiplerin söylediklerinin kasd-ı hulâsaları şu âsîlikten ibarettir:

 

–Peygamber’in nice ifadelerinde çelişki var; aslında bütün dedikleri şüpheli, bulanık, bazen akla ve mantığa da yatkın değil, hele insan nefsinin en masum isteklerine bile hiç uymaz. Ama benim dediklerim çok berrak, akla da mantığa da yatkın, hem de herkesin nefsine en uygun gerçeklerdir, bu yüzden herkesin kabul etmesi gerekir.

 

Tam bir yalancı ağzı. Kendini Peygamber’den yüksekte gören aşağılık bir kibir çenesi.

 

Kim aldanır?

 

Hiç kimse aslında. Fakat tabiî ki şeytanlar ve şeytana uyan gafiller, gümbür gümbür alkışlar böylelerini.

 

Lâkin her devirde her samimî mü’min;

 

Sadece Allâh’a ve O’nun Rasûlü olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e inanır. Sevdası da dâvâsı da bu uğurdadır. Bu hakikatin dışında; şeytânî bir sinsilikle doğru söylediğini iddia ederken bir bakıma yalancılığını ispat etmiş olan tiplere, asla inanmaz ve onları asla peygamber yerine koymaz.

 

Çünkü gerçek bir mü’min;

 

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’deki îman ve ibâdet coşkusuna sahiptir.

 

Ehl-i tevhiddir.

 

Ehl-i gayrettir.

 

Ehl-i irfandır.

 

Ehl-i basîrettir.

 

Ehl-i rahmettir.

 

Ehl-i mücadeledir.

 

Ehl-i merhamettir.

 

Ehl-i hidâyettir.

 

O, hiçbir vakit şuna buna değil, daima Hazret-i Peygamber’e ve O’nun yolundan gidenlere dâhil olur. O’na bakar, O’nun gibi yaşar:

 

Ancak Rahmân’a dosttur, asla şeytana ve şeytan gibilere değil.

 

Her yerde Hak sevdasını ve Muhammedî aşkı yüceltir. Nerede olursa olsun tüm bâtıl takıntıları, nefsânî hevâ ve hevesleri bertaraf eder.

 

Gece-gündüz;

 

Kötülükle mücadele hâlinde olur; iyilikleri terviç eder, taç eder.

 

Günahlara lâ çeker, sevaplara illâ. 

 

Şirki reddeder, tevhîdi kabul.

 

Oyun eğlenceden ibaret bir hayata asla der, âhireti kazandıran güzel bir ömre mutlaka der.

 

İnkâra hayır, îmâna evet, der.

 

Kesinlikle şımarık bilgiçlere değil, muhakkak sonsuzluk rehberi Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kulak verir, gönül verir, can verir.

 

Fikriyle, zikriyle, kalbiyle, hissiyâtıyla, aklıyla, rûhuyla her şeyiyle Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rotasında yaşar. Her hâliyle O’nunla beraberdir. Fetih Sûresi’ndeki; «O’nunla beraber olanlar» ifadesi çerçevesinde anlatılan özelliklerle ve güzelliklerle yoğrulur. 

 

Bu yolda önüne çıkan her çelmenin, her tuzağın ve her saldırının karşısında da;

 

Yâ Allah! diyerek,

 

Muhammedü’r-Rasûlullah! diyerek doğrulur.

 

İslâm’dan ve şiârından taviz vermez. Hâlis îmandan da coşkusundan da taviz vermez. Bu âhiret tarlasında ekip diktiği farz ve sünnet olan ibâdetlerden ve onlara dair kalbindeki hak coşkularından da taviz vermez.

 

Hele münafıklara ve kâfirlere hiç benzemez. Şekil olarak da benzemez ruh olarak da. Apaçık düşmanlarına karşı özenti, hayranlık ve kendini onlara beğendirmek gibi aşağılık duygulara ve komplekslere kapılmaz. Dıştan hür görünüp de içten tamamen küfrün, zulmün ve şeytanın cephesine tutsak olmaz. Rûhunun saltanatını yıkacak nefsânî bir esârete saplanmaz.

 

Şehîd olsa da îmânını, vatanını, dînini, bayrağını, ezanını küffâra kaptırmaz.

 

Bir ömür; 

 

Kendisi ve çevresiyle beraber; «Emrolunduğu gibi dosdoğru ol!» emrini edâ etmenin çırpınışı içinde yaşar. Çünkü;

 

Allâh’a gerçek mânâda kul olanın da ölçüsüdür bu. İçinde gümbür gümbür kaynayan bir zikrullah hâlinde yaşamaktır bu. Allah, Allah, Allah diyerek yaşanan bir hayatın, îmânın, ibâdetin ta kendisidir bu.

 

Son nefese kadar herkese lâzım olan yüce bir îman ve ibâdet coşkusudur bu.

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn…