İnsanlığın Yüz Akı HAK DOSTLARI -3-

Osman Nûri TOPBAŞ

 

NASIL SABAHLADIN?

 

Ashâb-ı kiramdan Hâris bin Mâlik el-Ensârî -radıyallâhu anh-; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde vecd ile dolar, istiğrak hâlinde yaşardı. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sabah ona;

 

“–Yâ Hârise, nasıl sabahladın?” diye sorduğunda Hârise -radıyallâhu anh-;

 

“–Hakikî bir mü’min olarak!” cevabını verdi. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu defa;

 

“–Yâ Hârise! Her hâl ve hakikatin bir delili vardır. Senin îmânının hakikatinin delili nedir?” buyurdu. 

 

Hârise -radıyallâhu anh-;

 

“–Yâ Rasûlâllah! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin Arş’ını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.

 

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhafaza et! Sen Allâh’ın, kalbini nurlandırdığı bir kimsesin.” buyurdular. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57)

 

Hazret-i Mevlânâ, bu hâdiseye gönül hissiyâtıyla tercüman olarak şöyle anlatır:

 

ÖTELERİ TEMÂŞÂ

 

Hârise -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den;

 

«–Gördüklerimi anlatayım mı?» diyerek izin ister ve anlatmaya başlar:

 

«–Yâ Rasûlâllah! İnsanların yarın olacak diye inandıkları mahşer gününü bugün ortaya koyayım. Haşr ve neşrin bütün sırlarını açığa vurayım. Emret, bu sırların perdelerini yırtayım. İçimdeki ilâhî hikmetler cevheri, göklerin güneşi gibi parlasın!

 

Yâ Rasûlâllah! Emret, kimler dünyanın kir ve çirkinlikleri arasında hâlis altın ve pırlantalar gibi kalmayı bildi; kimler küfrün kızıl ve kara rengiyle paslandı, anlatayım.

 

Nübüvvetinin zâil olmaz ışığında nifâkın yedi uçurumunu ayân edeyim.

 

Âhirette şakîlerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler için çalınacak davul ve kösün sesini de duyurayım.

 

Coşkun ve taşkın bir hâlde bulunan Kevser havzını göstereyim de, suyu halkın yüzüne serpilsin, sesi de kulaklarına değsin!

 

Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim! Onların omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!

 

Cennetlikler sevinçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile musafaha ediyorlar.

 

Cehennemliklerin de âh-vâh âvâzeleri ile inleyip feryâd ü figān etmeleri âdetâ kulağımı sağır edecek!

 

Bunlar derinden söylediğim birtakım işaretlerdir. Daha da söyleyeceğim, ama Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in azarlamasından korkuyorum!..»

 

O, sekr-i mânevîye müstağrak olarak böyle söylüyordu. Görülmemiş bir vecd ile kendinden geçmiş, (âdetâ) şuûrunu kaybetmiş, bütün sırları açığa vuracak hâle gelmişti. 

 

Hazret- i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu bu hâlden uyandırmak için;

 

«–Kendini topla! Sus!» diyerek Hazret-i Hârise’nin yakasını çekti ve şöyle buyurdu:

 

«–Kendine gel! Dilinin dizginini tut ki, söylenmeyecek sözleri söyleyecek hâle geldin. Rûhunun aynası ten kılıfından dışarı fırladı. Ancak unutma ki, nâil olunan sırları açığa vurmak, onları hazmedemeyiştendir. Allâh’ın isimlerinden biri de Settâr’dır. Bunu bil ve bu sıfatla vasıflanmanın saâdetini kuru bir hazımsızlığa kurban etme!»

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sohbetiyle yetişen bir sahâbînin bu müstesnâ hâli ile, Hak dostlarının husûsiyetlerini serdetmeye devam edelim: 

 

FÂRİKALARIYLA HAK DOSTLARI

 

DÜNYEVÎ ZEVKLERİN SÖNÜŞÜ…

 

Hak dostlarında; dünyevî ve nefsânî zevkler, ömürlerini yitirmiştir. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, açları doyurmanın zevkiyle kendi açlığını unuturdu. 

 

Hazret-i Âişe Vâlidemiz, anlatır: 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20) 

 

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gelen ganîmetler, hediyeler ve benzeri imkânlar vardı.) Fakat Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- îsâr ederdi. (Yani muhtaç mü’minleri kendine tercih ederek elindeki imkânları onlara tevzî ederdi.)” (Beyhakî, Şuab, III/62 [1396])

 

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yemek seçmez, sadece râyihasından meleklerin rahatsız olacağı yiyecekleri yemezdi. Kerpiç bir evde yaşamış, hurma lifinden basit bir şilte üzerinde uyumuş, sade elbiseler giyinmişti. 

 

Hulefâ-i râşidîn devrinde büyük fetihler gerçekleştirildi. Büyük zenginlik ve bolluk meydana geldi. Lâkin sahâbe-i kirâmın evlerinin dekoru değişmedi. Onlar Peygamberimiz zamanındaki hâllerini muhafaza etmeye ehemmiyet verirlerdi. 

 

Hak dostlarından İbrahim bin Edhem de; Belh sultanı iken, tâc u tahtı terk edip dervişlik yoluna girdi. Nefsânî arzuların, uhrevî lezzetlerle değişmesini onun şu sözünde görürüz: 

 

“İlâhî muhabbette duyduğumuz lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

 

O ulvî lezzetlere erenler, gönülleri ilâhî nurla dolanlar; Yûnus Emre Hazretleri gibi her şeyi o yolda fedâ ederler:

 

Canlar cânını buldum; bu cânım yağma olsun!

Assı ziyandan geçtim; dükkânım yağma olsun!

 

Varlık çün sefer kıldı, dost andan bize geldi,

Vîran gönül nur doldu; cihânım yağma olsun!

 

Yûnus ne hoş demişsin, bâl u şeker yemişsin,

Ballar balını buldum; kovanım yağma olsun!

 

Hak dostlarının dünyevî nimetlere karşı soğumalarının bir sebebi de, bu nimetlerin hesabını düşünmeleridir: 

 

DÂİMÂ MUHASEBE

 

Hak dostları; hayatlarını dâimâ, Hazret-i Ömer’in ifadesi olan şu düstur üzere yaşarlar:

 

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

 

“Hesaba çekilmeden evvel kendi nefislerinizi hesaba çekin.” 

 

Yani devamlı Allâh’ın verdiği nimetlerin muhasebesi içinde olurlar. Bu sözün bir benzeri de;

 

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا

 

“Ölmeden evvel ölün!” tavsiyesidir. 

 

Yani Hak dostları daha kabre girmeden, nefsânî arzulardan uzaklaşmanın gayreti içindedirler. Çünkü ölenlerde, nefsânî arzular mecburen sona erer. Sâlih kullar; o mecbûrî hâl gelmeden, o hâle kendi ihtiyarlarıyla girerler. 

 

Dikişsiz ihrama bürünüp bir kefen iklimine girerek, güzel koku ve benzeri nimetlerden uzak durarak edâ edilen hac ve günün bir kısmında aç ve susuz kalınarak edâ edilen oruç ibâdetleri de, mü’mini uhrevî ve rûhânî âleme hazırlamak gayesine mâtuftur.

 

Bir gün iftar vaktinde Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’ın önüne, oğlu birkaç çeşit yemek koyduğunda, o bundan mahzun olarak şöyle dedi:

 

“–Mus‘ab bin Umeyr, Uhud Savaşı’nda şehîd edildi. O benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Şimdi ise bize dünyalık olarak her şey verildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum. (Acaba kazandığımız ecirler âhiretten tenkis edilip bu dünyada mı veriliyor?!.)”

 

Abdurrahman Hazretleri; bu sözlerin ardından, yaşlı gözlerle sofrayı terk etti. (Buhârî, Cenâiz, 27)

 

Hak dostları; bu muhasebe hissiyâtı içinde, helâllere karşı dahî bir riyâzat hâlindedirler. Bu vasıflarıyla da insanlara nümûne olurlar. 

 

Hak dostları; kendilerine muktesid yaşar, etrafındaki muhtaçlara ise deryâlar gibi infak hâlinde olurlar.

 

Meselâ; 

 

Lâyığını bulsalar öyle çok infâk ederler ki, onları görenler müsrif zannederler. 

 

Vermek münasip değilse öyle tutumlu davranırlar ki, tanımayanlar onların bu hâlini görünce cimri zannederler. 

 

Hâlbuki onlar, savurgan ve hasis değil, bilâkis cömert ve mükrimdirler. Onlar şu âyetin şümûlüne girme gayreti içindedirler:

 

(Rahmân’ın sâdık kulları), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkān, 67)

 

Hak dostlarının bütün bu fârikaları yaşarken, örnekleri Allah Rasûlü’dür. O’nun çizdiği ölçüler içerisinde, dâimâ mûtedil bir hâl üzere istikametlenmişlerdir:

 

ÎTİDAL ÜZERE

 

Hak dostları; açlıkta ve toklukta, uyku ile uyanıklıkta, susmakta ve konuşmakta, yalnızlıkta ve kalabalıkta velhâsıl bütün hâl, hareket ve ibâdetlerde işlerin en hayırlısı olan orta yolu tutarlar.

 

Bir başka ifadeyle Hak dostları; ifrat ve tefritten uzak durur, dâimâ sünnet-i seniyye üzere yaşarlar. 

 

Îtidal ve orta yolu tutmak tabirleri, zamanımızın ölçülerine göre bir orta hâllilik demek değildir. Ölçü, Allah Rasûlü’nün tayin buyurduğu kıstastır. 

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:

 

“Ey îmân edenler! (Söz ve fiillerinizle) Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin (Allâh’ın emri ve Rasûlü’nün sünnetini aşılmaz hudut bilin) ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)

 

Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

“Sözlerin en güzeli Allâh’ın kitâbıdır. 

 

Yolların en doğrusu Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoludur.” (Buhârî, İ‘tisâm, 2)

 

Tâbiînin büyük âlimlerinden Saîd bin Müseyyeb -rahmetullâhi aleyh-; ikindiden sonra, iki rekât nâfile namaz kılan bir kişi gördü. (Kerahat vakti nâfile namaz kılan bu zâtın yaptığından hoşlanmadı.) 

 

Namaz kılan kişi ona;

 

“–Ey Ebû Muhammed! Allah Teâlâ, namaz kıldığım için bana azâb eder mi?!.” diyerek yaptığını savunmak istedi. 

 

Said bin Müseyyeb Hazretleri de;

 

“–Hayır! Cenâb-ı Hak sana namaz kıldığın için değil, lâkin Sünnet-i Seniyye’ye muhalefet ettiğin için azâb eder!” buyurdu. (Dârimî, Mukaddime, 39/442)

 

Kimi muhteris kişiler, şer‘î bir gayeye gayr-i şer‘î bir yol ile varmaya kalkarak; yani Allah Rasûlü’nün sünnetinden inhirâf ederek, dalâlete düşmüşlerdir. 

 

Evliyâullah ise Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâk-ı seniyyesini bütün esaslarıyla yaşarlar:

 

SIDK ve EMÂNET

 

Hak dostları; sözlerine sâdık olup, asla vaatlerinden dönmezler.

 

Âyet-i kerîmelerde buyuruluyor:

 

“Yine onlar (o mü’minler) ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 8)

 

“…Bu (kıyâmet), sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119)

 

Fahr-i Kâinât Efendimiz, risâletten önce de kavmi tarafından «el-Emîn, es-Sâdık» diye anılırdı. 

 

Abdullah bin Ebi’l-Hamsâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

 

“Peygamberliğinden önce Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi va‘dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sözü unutmuşum. Üç gün sonra hatırlayıp sözleştiğimiz yere geldiğimde, O’nu aynı yerde beklerken buldum. 

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yaptığım hata karşısında beni azarlamadı bile. Sadece;

 

«−Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996)

 

Müşriklerin Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dürüstlüğüne itimatları, O’nun risâletini tasdik etmeseler dahî değişmedi. Efendimiz’e sûikast plânlamış, başına ödül koymuşlardı. Bu hengâmda bile; Allah Rasûlü’nün yanında, birçok müşrikin emânetleri bulunuyordu. Hazret-i Peygamber; can tehlikesi olmasına rağmen, o emânetleri sahiplerine ulaştırması için yatağına Hazret-i Ali’yi yatırıp, yola o şekilde çıktı. 

 

Dürüstlük, her doğruyu her yerde söylemek değildir. Mü’min, kardeşinin ayıplarını setreder. 

 

AYIPLARI SETRETMEK

 

Hak dostları; ayıpları örter, kimsenin sır ve ayıplarını başkalarına ulaştırmazlar. Özellikle gönül sırlarını o derece gizleyip örterler ki, asla ifşâ etmezler.

 

Öyle bir gönül zenginliğine sahiplerdir ki, bütün insanlardan müstağnîdirler. Güzel ahlâkları sebebiyle hiç kimseye nefisleri adına kızmaz, asla kin gütmezler. Hiç kimseye kötü söz söylemezler. Hataları da nezâketle îkāz ederler. Kendilerine galat-ı ru’yet / âdetâ hatalı görmüşlük izâfe ederler.

 

Cenâb-ı Hak ile dost olanlar, ayıp aramazlar. Çünkü onlar üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın «Settâr» sıfatı tecellî hâlindedir.

 

Allah Rasûlü, ashâbında gördüğü bazı kusurları;

 

“–Bana ne oluyor ki, bazılarınızı şöyle görüyorum…” diyerek düzeltirdi. Umûmî düzeltilmesi gereken hâdiseler dışında, kimseyi mahcup etmezdi. 

 

İmam Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- ne güzel buyurur:

 

“Eğer kardeşine gizlice ve güzellikle nasihat edersen, hakikaten nasihat etmiş olursun. Eğer herkesin içinde dikkatsizce konuşursan, onu yıkmış olursun veya arsız edersin.”

 

Rivâyete göre;

 

Bir defasında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla otururken, cemaatten biri sesli bir şekilde yellenmişti. Ancak kimin olduğu belli değildi. Deve etinden yapılmış yemeklerini yedikten sonra namaz vakti geldi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- abdesti bozulan sahabînin abdest almaya kalktığında bilinmesine mâni olmak ve onu utandırmamak için yanındakilere;

 

“–Deve eti yiyen herkes abdest alsın!” buyurdu. Böylece sesli bir şekilde yellenen kişinin gizli kalmasını temin etti. (Bkz. İbn-i Asâkir, Târîhu Dimaşk, LXII, 373 [12878])

 

Buna benzer setr-i uyûb / ayıpları örtme hâdisesi de şöyle yaşanmıştır:

 

Belh meşâyıhından Hâtem-i Esam -kuddise sirruhû-’nun yanına bir gün mâruzatta bulunmak üzere dertli bir kadıncağız geldi. Tam konuşmaya başladığı esnada, talihsiz bir kaza ile kadıncağızdan çirkin bir ses sâdır oldu. Kadın perişan oldu, şimdi ne yapacaktı?!. Yer yarılsa da içine girse onun için daha iyiydi.

 

Fakat Hâtem Hazretleri hiçbir şey duymamış gibi kendisini işitmezliğe verdi ve elini kulağına götürerek;

 

“–Bacım, kulağım zor işitiyor; biraz yüksek sesle söyle! Duyamıyorum!..” dedi.

 

Böylece kadıncağız, kusurunun gizli kaldığını düşünerek rahatladı. Merâmını yüksek sesle tekrar anlatmaya başladı.

 

Bu kıssada, Hak dostlarının kimsenin incinmemesi için gösterdikleri hassâsiyete şâhit oluruz. Şair ne güzel söyler:

 

Cihan bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin,

Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!

 

İNCİTMEMEK İNCİNMEMEK

 

Hak dostları, incitmezler ve incinmezler. İncitmeyerek îkazda bulunurlar, birtakım nâdanların yaptığı gelişigüzel davranışlardan da incinmezler. Hattâ onların hidâyeti için duâ ederler. 

 

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisini öldürmek için yemeğine zehir koyan yahudi kadını affetti. Kendisini öldürmeye kalkan nice sûikastçı, huzûr-i Peygamber’den mü’min bir şekilde dönmüştür. 

 

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, kızı Âişe’ye iftira atan bir fakire yardımı kesmiş ve yardım etmeyeceğine yemin etmişti. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

 

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler; akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; affetsinler, bağışlayıp geçsinler. 

 

اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَكُمْۜ

 

Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

 

Hazret-i Ebûbekir;

 

“–Elbette Rabbimin bağışlamasını arzu ederim!” diyerek hem yemin keffâreti ödedi, hem de o şahsa hayır yapmaya devam etti.

 

Hak dostlarından Cân-ı Cânan Hazretleri, evine girip kendisini hançerleyen eşkıyâ hakkında;

 

“–O şahıs yakalanırsa, biz ona hakkımızı helâl ettik, siz de affediniz!” demişti. 

 

Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri, Dâru’l-Fünûn’un Hukuk Fakültesi’ni pek yüksek bir dereceyle bitirmiş, artık memleketi Adana’ya dönmeyi düşünürken, bir gün Beyazıt Meydanı’nda bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât, kısa bir tanışma faslının ardından;

 

“‒Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsaade eder misiniz?” der ve onu Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda hasbihâl ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:

 

“‒Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine kavuşturacak esas tahsili tavsiye edeyim:

 

Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi, kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de asla İNCİNMEMEK’tir…

 

İncitmemek asla kırıcı olmamak, hiçbir kul hakkına girmemek ve bütün ümmete merhametli davranmaktır. 

 

İncinmemek de, kardeşinin sana karşı yaptığı hatayı görmemek ve affetmektir. Kötülüğe bile iyilikle mukabelede bulunabilecek kalbî seviyeye gelmektir.

 

Tasavvufta; «muâhezeyi nefse, müsamahayı gayre» esası hâkimdir. Yani, sâlik kendisini dâimâ sîgaya çekip muhasebeye tâbî tutarken, başkaları hakkında hüsn-i zanda bulunur, affedici ve müsamahakâr olur. 

 

KABAHATİ NEFİSTE ARAMAK

 

Hak dostları; muhataplarının kusurlarında dahî, kendi nefisleri adına bir mes’ûliyet hissederler.

 

Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde lüzumsuz sözler sarf edilmesine müsaade etmezdi. Birisi gıybet etse hemen ona mâni olur ve;

 

“–O söylediğin söze ben daha lâyıkım!” derdi.

 

Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri’nin talebelerinden biri bir hata işlese;

 

“–Bunlar bizim fena sıfatlarımızın akisleridir. Bizdeki fenalıklar onlara da aksediyor. Onlar ne yapabilir ki, ellerinden ne gelir ki!” buyurur ve hemen kendi hâlini gözden geçirir, herhangi bir ihmâlinin olup olmadığına bakardı.

 

Bir defasında bazı insanlar tarafından ayıplandığını öğrenince, bunu haber veren talebesine şu güzel usûlü tâlim buyurdu:

 

“Bize bir ayıplama ve bir kötülük isnâd edilince hemen kendimize bakarız ve üzerimizde fena bir sıfat buluruz. Bu işareti, bir nasihat biliriz. Senin verdiğin bu haberden sonra da kendimde bir kabahat ve kusur buldum. Allah Teâlâ’nın keremine sığındım. Allâh’ın izniyle ondan da kurtulurum inşâallah!” (Kişmî, Berekât, s. 62) 

 

Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- de der ki:

 

“Ben Allâh’a karşı bir suç işlediğimde, bunu merkebimin ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım!” (Yani ben bir günah işlediğimde onların ahlâkı ve davranışları da bozulur.)

 

Bir Hak dostunun; ağzından çıkan bir söz için, kendisini nasıl hesaba çektiği husûsunda şu kıssa çok mânidardır:

 

Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruhû- anlatır:

 

“Bir gün Bağdat çarşısı yanmıştı. Talebelerimden biri koşarak bana geldi ve;

 

“–Üstad, bütün Bağdat çarşısı yandı, bir tek sizin ev kurtuldu. Gözünüz aydın!” dedi.

 

Ben de bir an için, evi yanan diğer kardeşlerimin hâlini düşünmeden kendi nefsim adına;

 

“–Elhamdülillâh!” dedim.

 

O an dükkânı ve evi yanan kardeşlerimin ızdırâbından gafil kalmıştım. Tam otuz yıldan beri o hâlimin istiğfârı içindeyim. (Hatîb, Târîh, IX, 188; İbn-i Hallikan, Vefeyât, II, 357; Zehebî, Siyer, XII, 185, 186)

 

ÜMMETİN DERDİYLE DERTLENMEK

 

Hak dostları, dâimâ ümmetin derdiyle dertlenirler. 

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetin derdiyle dertlenirdi. Rabbimiz, Rasûlullah Efendimiz’in ümmetine şefkatini medh u senâ ederek; O’nu; 

 

بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ

 

«Mü’minlere karşı Raûf ve Rahîm / Çok merhametli…» esmâsıyla tavsif etmiştir.

 

Peygamberimiz bilhassa âhirette ümmetin hâlini düşünerek, Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur: 

 

“–Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin! Bol amel-i sâlihlerle mahşer yerine gelin!..)” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

 

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dâimâ ümmeti için yaşadı. Kabrinde dahî ümmeti için istiğfâr edeceğini bildirdi. Şöyle buyurdu:

 

“Ben, İsrâfil Sûr’a üfürünceye kadar kabrimde; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» diyeceğim.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

 

Hak dostlarındaki ümmete şefkat ve merhamet fârikasına en güzel bir misal Ebû Hafs Haddâd’ın kıssasıdır:

 

Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruhû- anlatıyor:

 

“Zamanımızda binlerce velî vardı. Fakat asrın mânevî makamı Ebû Hafs adında bir demirciye verilmişti. Bunun hikmetini öğrenmek için dükkânına gittim. Kendisini çok dertli gördüm ve sebebini sordum. Büyük bir hüzünle şöyle dedi:

 

«–Acaba benim derdimden daha büyük bir dert, benden daha dertli bir insan var mı? Derdim şudur:

 

Acaba kıyâmet gününde bu kadar ‘ibâdullâh’ın hâli nice olur?»

 

Ardından ağlamaya başladı ve beni de ağlattı. Merak edip sordum:

 

«–Halkın muazzeb olmasından niçin bu kadar kederleniyorsun? (Sana ne bundan?)»

 

Ebû Hafs Hazretleri cevâben;

 

«–Benim fıtratım merhamet ve şefkat mayasıyla yoğrulmuştur. Şayet ehl-i cehennemin bütün azâbı bana yükletilip onlar affedilse, ben bundan ziyadesiyle memnun olurum ve derdim de son bulur.» dedi.

 

Bunun üzerine anladım ki, Ebû Hafs Hazretleri; «Nefsî!.. Nefsî!..» diyenlerden değil, peygamber meşrebinde olup; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» diyenlerdendir. (…)

 

Bu mânevî teveccüh ve mevhibenin Ebû Hafs Hazretleri’ne nasîb olmasında, ondaki engin şefkat ve merhametin tabiat-i asliye hâline gelmesinin bereketi vardır.”

 

Demek ki; 

 

Bir mü’minin fârik vasfı, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsından hisse alabilmesidir. Bir rahmet insanı olmasıdır. 

 

Rahmet insanı olabilenler, günahkârlara da şefkat ile yaklaşırlar. Buna eşsiz bir misal şudur:

 

Nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri, sızmış hâldeki bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Bunu niçin yaptığını soranlara da;

 

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, (zikre) hürmetsizlik olurdu…” demişti. 

 

Yani Hak dostuna, bir insanın Allâh’ı tesbih için yaratılmış ağzının bu kötü manzarası giran gelmişti. Onu telâfî etmek istemişti.

 

Adam ayıldığında ona;

 

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler.

 

Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de uyandı ve;

 

“–Öyleyse ben de tevbe ettim.” dedi.

 

Böyle bir ıslaha vesile olan İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle nidâ edildi:

 

“–Sen Bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

 

Velhâsıl Hak dostlarının fârikaları pek çoktur.

 

SAYMAKLA BİTMEZ!

 

Merhum Ali Ulvî KURUCU’nun dediği gibi:

 

Bitmez güzelin vasfı ağaçlar kalem olsa,

Hilkat de bütün şi‘r ile baştan başa dolsa!..

 

Hâsılı; 

 

Hak dostları, emsalsiz örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül rahlesinde yetiştirdiği talebeleridir. Kimde ne güzellik varsa, O’ndan mâkestir. O’nun sünnetine ittibâ edebildiği, takvâda derinleşebildiği ölçüde o güzelliklere mazhar olabilmiştir. 

 

Rabbimiz, kalplerimize «muhabbetullah» ve «mârifetullah»tan nasipler ikrâm eylesin. Bizleri Hak dostlarının güzel ahlâkından feyizlendirsin. 

 

Başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmak üzere, cümle Hak dostlarının şefaatlerinden nasipdâr eylesin.

 

Âmîn!..