KULLUKTA ZİNDELİK ve HEYECAN
Osman Nûri TOPBAŞ
MÂŞITA HÂTUN
Mâşıta Hâtun, Firavun’un kızının hizmetkârıydı.
Bir gün Firavun’un kızının saçlarını taramak için tarağı alırken «Besmele» çekti. Kız da bunu duydu ve hemen koşup babasına haber verdi.
Firavun derhâl Mâşıta Hâtun’u yanına çağırtıp hesap sordu. O da Firavun’a içindeki îman heyecanıyla cesur bir şekilde;
“–Sen de bizim gibi bir fânîsin! Nasıl olur da tanrı olabilirsin?!.” dedi.
Firavun çok öfkelendi:
“–Demek sen de Musa’ya îmân ettin, O’na tâbî oldun, öyle mi?!.” dedi.
Ardından yavaş yavaş Mâşıta Hâtun’a işkence etmeye başladı. Fakat Mâşıta Hâtun, her şeye rağmen tevhîd akîdesinden dönmüyordu.
Bunun üzerine beş yaşındaki kızını Mâşıta Hâtun’un önüne getirdiler:
“–Eğer Firavun’un tanrılığını kabul etmezsen, kızının gırtlağını keseceğiz!” diye tehdit ettiler.
Mâşıta Hâtun, yine îmânından dönmedi. Nihayet kızını gözlerinin önünde katlettiler ve kanlarını da Mâşıta Hâtun’un yüzüne sürdüler. O hâlâ büyük bir aşk ve vecd içinde;
“–Allah birdir! Allah birdir! Musa O’nun Rasûlü’dür!” diyordu.
Firavun ve avenesi, sinirlerinden küplere bindiler. Bu sefer onun üç aylık çocuğunu getirdiler. Annesine doğru uzattılar. Çocuk, süt emmek için annesinin göğsünü aramaya başladı. Hemen geri çektiler ve;
“–Eğer yine dâvândan vazgeçmezsen, bu çocuğu da fırına atacağız!” dediler.
Mâşıta Hâtun, bu acıya da sabrederek îmânından vazgeçmedi. Sonunda üç aylık yavrucuğunu da fırına attılar. Rivâyete göre çocuk ateşlerin arasında dile gelerek şöyle dedi:
“–Anneciğim, sakın îmânından vazgeçme! Sabret! Cennet ile senin aranda bir adım mesafe kaldığını görüyorum!..”
Bu sözü duyanların çoğu Hazret-i Musa’ya îmân ettiler.
Nihayet Mâşıta Hâtun şehîd edildi. O da cennette yavrularının yanına gitti.
Bir hadîs-i şerifte Mâşıta Hâtun’la ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:
Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîrac gecesinde çok hoş bir koku duydu ve;
“–Ey Cibrîl, bu güzel koku da nedir?” diye sordu.
Cebrâil -aleyhisselâm- da şöyle buyurdu:
“–Bu, Mâşıta Hâtun’un, iki çocuğunun ve kocasının kabirlerinin kokusudur.” (İbn-i Mâce, Fiten, 23/4030)
SAHÂBEDE ÎMAN HEYECANI
Sahâbe-i kiram, îman heyecanını en güzel şekilde yaşardı. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbını bir hizmete davet edeceğinde, meselâ;
“–Bu mektubu Herakliyus’a, şu mektubu Pers İmparatoru’na kim götürecek?..” dediği zaman, birçok sahâbî büyük bir îman heyecanıyla derhâl ayağa kalkar ve bu hizmetin şerefine nâil olabilmek için âdetâ can atardı. Hiçbiri; aşılacak uçsuz bucaksız çölleri, hükümdarların bir işaretine bakan cellâtları düşünmezdi. Onların biricik gayesi; Allah Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirerek, O’nun gönlünde yer edebilmek olurdu.
Ashâb-ı kirâmın en bariz husûsiyeti, îman neşvesi ve muhabbet heyecanlarıdır. Onların samimî heyecanlarını temsil eden şu sözleri ne kadar iştiyak doludur:
“–Anam, babam, malım ve canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!..”
Onlar Allah Rasûlü’yle âhirette de beraber olmak heyecanı ve iştiyâkıyla, her vazifeye aşkla koştular. İslâm’ı tebliğ için Semerkant’a, Kayravan’a, dünyanın dört bir yanına gittiler. Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle; her dem zinde kaldılar, hiç yorulmadılar, bezginlik göstermediler, üşenmediler.
DİNMEYEN ŞEVK
Uhud’da çözülme yaşanıp, bedbaht müşriklerin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hedef alarak şiddetli bir saldırıya geçtikleri andı. Muhâcir ve ensardan bir kısım sahâbîler, Allah Rasûlü’nü korumak için etrafını sardılar; bu uğurda gerekirse şehîd olmak üzere sözleştiler ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;
“–Yüzüm, yüzünün önünde siper; vücudum, Sen’in vücuduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız.” diyerek bey‘atte bulundular. Var güçleriyle son nefeslerine kadar savaştılar. (İbn-i Sa‘d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)
Bedir ve Uhud harplerinde îman heyecanına şâhitlik eden eşsiz tablolardan birkaçı hulâsaten şöyledir:
•Râfî bin Hadic -radıyallâhu anh-; harp meydanından yaşı küçük diye geri çevrilmemek için, ayaklarının üzerinde boyunu yüksek göstermeye çalışıyordu.
•Uhud günü, Amr bin Cemuh -radıyallâhu anh-; ayağından engelli olup savaştan muaf tutulduğu hâlde, çocuklarıyla çekişip âdetâ şehâdet için yalvararak cihâda koştu ve bir oğluyla beraber şehîd oldu.
•Dînâroğulları’ndan bir kadının Uhud’da; kocası, kardeşi ve babası şehîd oldu. Üçünün de şehîd olduğu bildirildiğinde;
“–Siz bana Rasûlullâh’ı gösterin. O’nu göreyim.” dedi.
Kendisine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gösterilince de;
“–Yâ Rasûlâllah! Sen sağ olduktan sonra, her felâket bana hiç gelir!..” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)
•Uhud’dan hemen sonra Peygamberimiz; ashâbını, düşmanı takibe çağırdı.
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medine’ye dönmüşlerdi. Birisi ağır, bu iki yaralı sahâbî, Peygamber Efendimiz’in davetinden geride kalmamak için; Hamrâü’l-Esed’e kadar birbirlerine tutuna tutuna gittiler, O’nun davetine icâbet ettiler.
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.” diyerek hemen yola çıktılar.
Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53)
•Tebük hazırlıkları esnasında yedi fakir sahâbî; bu sefere katılmak için devamlı, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e müracaat ediyorlardı. Lâkin, Fahr-i Kâinât Efendimiz; imkân bulamadığını söyleyince, onlar, Allah Rasûlü’nden ayrı kalma endişesiyle gözyaşlarına boğuluyorlardı. Sonunda hamiyet sahibi zengin sahâbîler onlara da sefer hazırlığı infâk ederek, onların hüzün ve ihtilâçlarını dindirdiler.
Sahâbe-i kiram bu îman zindeliğini, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hakk’a irtihâlinden sonra da muhafaza etmeyi başardı.
•Hansa Hâtun’a; Kādisiye Harbi’nde dört oğlunun şehid düştüğü haberi verilince, o, büyük bir îmân olgunluğunun vecdi içinde;
“–İslâm’ın bir zaferi için dört oğlum da fedâ olsun!” diyerek dört şehîd anası olmanın sevinciyle Allâh’a şükretti. (İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstiâb, IV, 1827-29)
Ömrü cihâd içinde geçmiş olan Ebû Talha -radıyallâhu anh- son günlerinde;
“(Ey mü’minler!) Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olun! Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihâd edin! Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştu. Hemen heyecanını tazeleyerek;
“–Allah Teâlâ bize gerek yaşlı gerek genç olarak hep birlikte seferber olmamızı emrediyor. Benim savaş malzemelerimi hazırlayın!” dedi.
Çocukları;
“–Biz senin yerine cihâd ediyoruz!” dedilerse de o ısrar etti. Eşyalarını hazırladılar, o da bir deniz seferine katıldı. Bu sefer esnasında vefât etti. Gemide oldukları için na‘şını ancak yedi gün sonra toprağa verebildiler. Ancak bu zaman zarfında mübârek vücudunda hiçbir bozulma ve kokma olmadı. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, Cihâd, 29)
Bu misalde olduğu gibi;
Sahâbe-i kirâmın Kur’ân’a olan muhabbetleri, muazzam bir vecd ve istiğrak hâlindeydi.
KUR’ÂN İLE GELEN VECD
Sahâbîler; gece kalkıp namaz kılmayı, seherlerde evrâd u ezkârlarını îfâ etmeyi ve Kur’ân okumayı, sıcak yataklarına tercih ederlerdi. Hattâ gece karanlığında evlerinin yakınından geçenler, arı uğultusu gibi zikir ve Kur’ân nağmeleri işitirdi.
Hattâ bir sahâbî hanım; nikâhta mehir olarak, kocasının kendisine Kur’ân’dan bildiği kısımları öğretmesini istemişti. (Bkz. Buhârî, Nikâh, 6, 32, 35; Müslim, Nikâh, 76)
Ashâb-ı kiram, Kur’ân ile îmân heyecanıyla dolardı.
Cübeyr bin Mut‘im -radıyallâhu anh-, Tûr Sûresi’ni Rasûl-i Ekrem’den dinleyince duyduğu tesiri;
“–Sanki kalbim çatlayacak sandım.” (Ahmed, IV, 83, 85)
“–Kalbim heyecandan neredeyse kanatlanıp uçacaktı.” (Buhârî, Tefsîr, 52) şeklinde ifade etmiştir.
Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- bir âyet-i kerîme öğreteceğinde;
“–Bu âyet, üzerine güneşin doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır.” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. (Heysemî, VII, 166)
Bizler de Cenâb-ı Hakk’ın bizlere en büyük ikram ve in‘âmı olan Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet husûsunda, ashâbın heyecanından ve vecdinden hisseler almalıyız.
“Evlâdım bir hâfız-ı Kur’ân olsun!” diye fedâkârlık eden, evlâtlarına Kur’ân aşk ve muhabbetini aşılayan annelere ve babalara ne mutlu!
Nâil olduğu Kur’ân nimetinin farkında olabilenlere ne mutlu!..
Cihan sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir cihan olduğuna göre;
Ehl-i Kur’ân olan bir mü’min de, her ikisinin feyz ve rûhâniyet kavşağında bulunan bir irfan mihrâkı ve tecellî âbidesidir.
Erişilmez incelikler ve dibi görünmez derinliklerin örneği olarak yaratılan insan; yüksek kıymetini, ancak Rabbine kulluk istikameti üzere Kur’ân ve Sünnet dünyasında yaşamakla muhafaza eder.
Kur’ân’ın en mühim berekâtından biri de; insanı içinden uyandırmak, dış güzelliklerle hislendirmek, âfak ve enfüs cilveleri içinde onu Rabbinin muhabbetine çekmektir.
Bu güzel kâinat karşısında duygulanmak, hisli bir yürekle ürpermek, ancak canlı bir Kur’ân olanlara mahsus bir keyfiyettir. İlimde sınırlılık, Kur’ân ilmi olan îmanda ise nâmütenâhîlik vardır.
Kur’ân-ı Kerim, Rasûlullah Efendimiz’in kalbine indi.
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhâniyetiyle, fazîletiyle, şahsiyetiyle, nezâket ve zarâfetiyle Kur’ân’laşan mü’min yürekleri; kâinâtın Hâlık’ının tecellî mekânıdır.
Ne mutlu bu idrâke ve yaşayışa nâil olabilenlere!
Kur’ân’a ve Sünnet’e olan muhabbetimiz ve sadâkatimiz, Kur’ân müesseselerine ne kadar sahip çıktığımız ile ölçülür.
MUHABBETİ ZİNDE TUTMALI
Heyecanın temeli, aşk ve muhabbettir. Hazret-i Mevlânâ; efendisinin bilmeden ikrâm ettiği acı bir kavunu, ona olan sevgisinden dolayı yüzü ekşimeden, muhabbetle yiyen sâdık ve vefâlı bir hizmetkârın hâlini anlatır ve ardından hâdisenin hikmetini şöyle ifade eder:
“Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.
Muhabbet ile tortular durulur, arınır.
Muhabbet vesilesiyle, dermansız dertler şifâ bulur.
Muhabbet ile ölü kalpler dirilir.
Muhabbet sayesinde, padişahlar kul olur.
Muhabbetten dolayı, zindanlar gül bahçelerine döner.
Muhabbetten ötürü; karanlık evler aydınlanır, nurlanır.
Muhabbet vesilesiyle; nâr, nûr olur.
Hâsılı muhabbet ile, kahır rahmet olur.”
Bu muhabbet kaybolursa;
•İbâdetlere tembellik başlar. Kur’ân-ı Kerîm’in ayıpladığı üzere, onlar;
•Namaza tembel tembel kalkarlar…
•İnfâkı istemeye istemeye verirler. (et-Tevbe, 54)
•Sürekli hâlden şikâyet ve itiraz baş gösterir. Herkesin ayıplarını görmek, geçimsizlik ve isteksizlik çoğalır.
•İşlediği amelleri gözünde büyütür, yeterli görmeye başlar.
•Gayret ve fedâkârlıklardan uzaklaşır.
•Bencillik ve enâniyet artar.
Bu cansız, heyecansız ve aşksız hâlden kurtulmak için, dâimâ mânen tazelenmek lâzımdır. Bu gaye ile;
•Sâlihlerle beraber olmalı,
•Fâsıklardan uzak durmalı,
•Helâl lokmaya riâyet etmelidir.
ÜRPERME ZAMANI
Rivâyete göre;
Bazı müslümanlar, Mekke’de çektikleri sıkıntılardan sonra Medîne-i Münevvere’ye gelip orada biraz rahata kavuşunca daha önce yapmakta oldukları bazı ibâdetlerde fütur getirmeye, gevşemeye başladılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Îmân edenlerin Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd, 16)
Bir başka rivâyette; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir grup ashâbını yüksek sesle gülerken gördüğü için, onları bu şekilde îkāz etmişti. (Alûsî, Rûhu’l-Meânî, XXVII, 179)
Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-’ın bildirdiği bir başka âyetin sebeb-i nüzûl hâdisesi de bu kıssaya benzemektedir:
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i evinde altı ay misafir ederek, Mihmandâr-ı Rasûl sıfatına mazhar olan bu sahâbî; îman heyecanını ömrü ilerledikçe de hiç kaybetmemiş, 80 küsur yaşında olduğu hâlde İstanbul seferlerine iştirâk etmişti.
Bu seferlerin birinde bir hâdise yaşandı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken; ensardan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü.
Bunu gören bir İslâm askeri;
“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” meâlindeki âyet-i kerîmeden hareketle ve hayretler içinde;
“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dedi.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:
“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz ensar hakkında nâzil oldu. Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini galip kıldığında biz;
«–Artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ve nemâlanmasıyla meşgul olalım.» demiştik.
Bunun üzerine;
«Allah yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zira Allah, (yaptığını en güzel şekilde yapan ve ihsan şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) âyeti nâzil oldu.
Âyet-i kerîmede buyurulan «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünyalıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)
Demek ki;
TAZELENMEK ŞART
İnsan hâlet-i rûhiyesi, zaman zaman gevşekliğe dûçâr olabilir. Dünya telâşesi, kıymetli zamanların israfına sebebiyet verebilir. Gönlü zinde tutmak için; birtakım mânevî faaliyetlere, uhrevî tembihlere ve gayretlere ihtiyaç vardır.
Nice tembihattan birkaçı:
Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Îmânınızı tazeleyin!” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kiram hazretleri;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, îmânımızı nasıl tazeleyelim?” diye sordular.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–«لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözünü çokça tekrarlayınız!” cevabını verdiler. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)
Bu hakikatin ışığında;
Yahyâ bin Muâz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Allâh’ın zikriyle gönüllerinizi yenileyiniz, çünkü gönüller çabuk gaflete düşerler.”
Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-, sahâbe arkadaşlarından biriyle karşılaştığı zaman;
“–Gel (kardeşim!) Allah için bir müddet oturup Rabbimiz’e îmânımızı tazeleyelim (O’nu zikredelim).” derdi.
Bunun ne demek olduğunu anlayamayan bir sahâbî, gidip durumu Hazret-i Peygamber’e anlattı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona;
“–Allah, Abdullah bin Revâha’ya rahmet etsin. O, meleklerin methettiği (zikir) meclislerini çok sever.” karşılığını verdi. (Ahmed, III, 265)
Zira;
Din muhabbettir, din heyecandır, din şevk ve iştiyaktır. Bir mü’min; heyecanı kadar huzur bulur.
Yukarıda zikredilen Hadîd Sûresi’ndeki âyetin devamında da şu îkāz-ı ilâhî vardır:
“…Mü’minler, daha önce kendilerine kitap verilenler (yahudi ve hıristiyanlar) gibi olmasınlar! Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (el-Hadîd, 16)
Heyecanları tazelemek için ilâhî ve nebevî usûllerden biri de müjdelerle teşviktir:
MÜJDELER OLSUN!..
Birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerde müjdeleyici bir üslûp vardır:
“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
•Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân eder,
•Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz.
Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan budur.
İşte bu takdirde O;
•Sizin günahlarınızı bağışlar,
•Sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar.
İşte en büyük kurtuluş budur.
Seveceğiniz başka bir şey daha var:
•Allah’tan yardım ve yakın bir fetih.
Mü’minleri (bütün bunlarla) müjdele!” (es-Saff, 10-13)
Cenâb-ı Hak buyurur:
“…Mü’minleri (cihad ve benzeri gayretlere) teşvik et…” (en-Nisâ, 84; ayr. bkz. el-Enfâl, 65)
Peygamber Efendimiz de buyurur:
“Kolaylık yolunu gösterin, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim, 11)
Eğitim ve tebliğ erbâbı da bu üslûptan hisseler almalıdır. İtidalli mükâfatlarla, teşvik edici iltifatlarla muhataplarını müjdelemeli ve sevdirmelidir.
İmam Mâlik’in babasının, evlâdına küçükken her hadis ezberlediğinde bir ikramda bulunması bunun güzel bir misâlidir.
MÜSABAKA HEYECANI
Heyecanı artıran bir başka husus yarışmaktır. Cenâb-ı Hak, hayatın gayesini;
اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا
«Hanginiz amellerini en güzel şekilde îfâ edecek?» diye imtihan etmek şeklinde ifade buyurmuştur. İfadede yarışmaya teşvik eden bir üslûp vardır.
Kur’ân-ı Kerim, «sâbikûn» yani îman, sâlih amel ve hayrât yarışında öne geçen, en önde yarışan mü’minleri medh u senâ eder.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ
“(Ey mü’minler!) Hayır işlerinde yarışın.” (el-Bakara, 148)
Rabbimiz’in muazzam ikramlarına doğru, yürüyerek gitmek yakışmaz, koşarak gitmek lâzımdır:
وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّق۪ينَۙ ١٣٣
“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Âl-i İmrân, 133)
Gönül dünyamıza zehir saçan gevşeme ve donuklaşmaya karşı, Rabbimiz’in bir ikrâmı da mübârek gün ve gecelerin ihyâsıdır:
MÜBÂREK ZAMANLAR
Rabbimiz;
•Haftanın günleri içinde cumayı,
•Senenin ayları içinde Ramazân-ı şerîfi lütuf buyurmuştur. Bunlara ilâveten;
•Leyâl-i aşr ve eyyâm-ı teşrikı ihtivâ eden Zilhicce’yi,
•Haram aylar cümlesi içinde, kandillerle ve mühim günlerle müzeyyen Receb ve Muharrem gibi mübârek zamanları bizlere lutfetmiştir.
•Peygamberimiz, Şaban ayında da ibâdete ağırlık vermiştir.
Bu ikramların zirvesi, Kadir Gecesi’dir. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz cömertliğinin bir yansıması olarak, bir gecenin ihyâsına; bin aylık, yani 83 senelik ecir ve sevap fırsatı lutfedilmiştir.
Sâlih kullar; bütün seneyi, o zirve ikrâma nâil olup, onu ihyâ edebilmek ve sonrasında da hâsıl olan ecir ve kıvâmı koruyabilmek heyecanıyla geçirirler.
Kalbinde Kadir Gecesi’ni saklayan Ramazân-ı şerîfe heyecan içinde hazırlanmak lâzımdır.
Îman ve kulluk heyecanını her vesileyle taze tutmayı gaye edinen ecdâdımız; Ramazân’a hazırlık mantığıyla, üç aylar telâkkîsini geliştirdiler. Receb ayını; kandillerle, oruçlarla, infaklarla ihyâ ederlerdi.
Berat Kandili yine gündüzü oruç ve gecesi ibâdetlerle ihyâ edilirdi. Gücü yetenler, sağlıklı olanlar bol bol oruçlarla Ramazân’a zinde bir şekilde hazır girerlerdi.
Kötü alışkanlıkları olanlar; bu vesileyle, mübârek zamanlara hürmeten terk eder ve bir daha başlamama azmini göstermeye çalışırdı.
Kandillerle, mahyalarla süslenen camiler; vaazlar, sohbetler; ikram ve hediyeler ile mânevî hayata bir canlılık, bir heyecan ve zindelik getirilirdi.
Hakikaten bir mü’min, bu aylarda Ramazân-ı şerîfe hazırlanmalı. Ramazan girince de, huşû ile Kadir Gecesi’ne hazırlanmalı.
•Namaz, oruç ve infakları seviye kazandırarak huşû ile edâ etmeli…
Bilhassa;
Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlaklanabilme gayretini sergilemeli.
•Cömert, merhametli, affedici, mütevâzı, sabır ve hilm sahibi, yumuşak huylu, geçim ehli bir rahmet insanı olmaya gayret etmeli…
•Gıybeti, boş sözleri ve mâlâyânîyi terk etmeli…
•Zamanlar Kur’ân ile, zikir ile ihyâ edilmeli…
•Ekranların karşısında geçirilen vakitler gözden geçirilmeli, zarûret miktarına indirilmeli…
•Aile içinde sohbetler gerçekleştirilmeli, evlâtların dînî heyecanını galeyâna getirecek fırsatlar, imkânlar araştırılmalı…
•Mazlumlara, mahrumlara ve muzdariplere ulaşmaya gayret etmeli. Duâlar almalı…
Ramazân-ı şerifte ve ona hazırlandığımız mübârek günlerde, bir kardeşlik heyecanı yaşanmalıdır. Bu rahmet mevsiminde gönlümüzden rahmet taşırmalıyız.
Hadîs-i şerifte muhteşem bir müjde vardır:
“Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah Teâlâ; yedi sınıf insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracaktır:
(O yedi sınıftan biri de)
“Birbirlerini Allah için seven, buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki (din kardeşidir…)” (Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91)
Lâkin bu kardeşlik fedâkârlık ister. Fedâkârlığımız, cömertlik ve infak hâlinde tezâhür etmeli.
Bu müjdenin muhtevâsına girebilmek için; Suriye’de, Gazze’de, Sudan’da, dünyanın her neresinde ızdırap çeken bir kardeşimiz varsa, onun imdâdına koşmamız gerekir.
UNUTMAMALI
Rabbimiz bizlerden sadece üç aylarda değil, her zaman kulluk istemektedir.
Bize düşen; bu mübârek demleri ganîmet bilerek, güzel ve hayırlı bir başlangıç yapmak ve devamında istikameti muhafaza edebilmektir.
Gayemiz; sahâbe-i kiram gibi, son nefese kadar îman vecdini, ibâdet iştiyâkını ve Allah yolunda gayret heyecanını kaybetmeden yürüyebilmektir.
Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerîm’i kalplerimizin baharı, sadırlarımızın nûru eylesin!.. Îmânın vecdini gönüllerimizde duyarak hakikî secdeleri, makbul ibâdetleri ve müstecab duâları, lütuf ve keremiyle cümlemize nasîb ve müyesser kılsın.
Âmîn!..