MELEKLERİ GÖRDÜ
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Medineli ilk müslümanlardan Üseyd bin Hudayr -radıyallâhu anh-, Evs kabîlesine mensuptu. İkinci Akabe Bey‘atı’nda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüştü.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- onun hakkında; “Üseyd insanların en fazîletlilerindendi.” derdi. Güzel sözlerinden biri şöyledir:
“Bütün ömrümü üç hâl üzerinde geçirmek isterdim:
Birincisi, Kur’ân okuduğum ve dinlediğim zamanki hâlimdir.
İkincisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hutbesini dinlediğim zamanki hâlimdir.
Üçüncüsü, bir cenâze ile karşılaştığım zamanki hâlimdir ki, cenâzeyi görünce kendime ne ile meşgul olduğumu ve ölüm için ne hazırladığımı sorarım.” (Ahmed, IV, s. 352; Hâkim, Müstedrek, III, s. 327)
Bu yıldız şahsiyet, 641’de vefât etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dedir.
*
Bir gece Üseyd -radıyallâhu anh-, Bakara Sûresi’ni okuyordu. Atını da yanına bağlamıştı. Kur’ân’ı okurken at birden hareketlenmeye başladı. Üseyd -radıyallâhu anh- sustu. O susunca at da sakinleşti. Üseyd -radıyallâhu anh- tekrar okumaya başladı. At yine şahlandı. Üseyd -radıyallâhu anh- sustu, at da sakinleşti. Bundan sonra Üseyd -radıyallâhu anh- bir daha okumaya başladı, at yine hırçınlaştı. Üseyd -radıyallâhu anh- artık vazgeçti. Üseyd -radıyallâhu anh-’ın oğlu Yahya ise ata yakın bir yerde (yatmakta) idi. Atın çocuğa bir zararı dokunmasından endişe ederek çocuğu geriye çekti. Bu sırada başını kaldırıp göğe baktığında, parlamakta olan birtakım şeyler gördü ve o şeyler uzaklaşarak gözden kayboldu.
Üseyd -radıyallâhu anh-, gece olanları Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona;
“–Oku ey Hudayr oğlu, oku ey Hudayr oğlu!” buyurdu.
Üseyd -radıyallâhu anh-;
“–Yâ Rasûlâllah, başımı kaldırıp göğe baktığımda beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok şeyin parlamakta olduğunu gördüm. Sonra bu parlak cisimler göğe doğru çekilip gözden kayboldu.” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Bilir misin onlar nedir? Onlar meleklerdi, senin Kur’ân okuyuş sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devam etseydin sabaha kadar seni dinlerlerdi. İnsanlar da onlara bakarlardı. Onlar insanların gözünden gizlenemezlerdi.” buyurdu. (Buhârî, Fezâili’l-Kur’ân, 15; Müslim, Salâti’l-Müsâfirîn, 242)
TÂVÛS ve HALÎFE
Tâbiînden Tâvûs bin Keysân el-Yemânî, 653’te Yemen’de doğdu. Mekke ve Medine’ye seyahatler yaptı. Sahâbe-i kirâmın bazılarından öğrendiği hadisleri ezberledi ve rivâyet etti. Tefsir ve fıkıh ilminde öne çıktı, İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’dan kıraat öğrendi.
Zühd ve takvâ sahibi Tâvûs el-Yemânî, 25 Nisan 725 tarihinde Mekke’de vefât etti.
*
Hişam İbn-i Abdilmelik, halîfe olduğu günlerde hac vazifesini yapmaya gitti ve;
“–Sahâbeden bir kimseyi bana getirin!” dedi. Sahâbeden kimsenin kalmadığı söylenince;
“–Tâbiînden getirin!” dedi. Bunun üzerine Tâvûs el-Yemânî getirildi. Tâvûs içeri girince Hişam’ın halısının kenarında ayakkabılarını çıkardı ve ona «mü’minlerin emîri» diye selâm vermeyip, yalnız;
“es-Selâmü Aleyke!” dedi. Onu künyesiyle anmadı ve tam karşısında oturarak ona;
“–Nasılsın ey Hişam?” diye hitap etti.
Hişam buna çok kızdı ve ona;
“Seni böyle davranmaya sevk eden şey nedir, ey Tâvûs? Ayakkabılarını halının kenarında çıkardın ve bana; Mü’minlerin emîri diye hitap etmedin. Ayrıca beni künyemle anmadın ve tam karşıma geçip oturdun.” dedi.
Tâvûs şöyle dedi:
“Ben günde beş defa yüce Allâh’ın huzûrunda ayakkabılarımı çıkarıyorum, bunun için, O hiç bana kızmıyor.
Sana; «Mü’minlerin emîri» diye selâm vermedim, çünkü halkın tamamı idareciliğinden râzı değiller. Bunun için ben, yalan söylemek istemedim.
Seni künyen ile anmadım, çünkü yüce Allah dostlarına;
«–Yâ Dâvud! Yâ Yahya! Yâ İsa!» diye seslenirken, düşmanlarını;
«Ebû Leheb’in iki eli kurusun, zaten kurudu ya» (Tebbet, 1) şeklinde künyesiyle anmıştır.
Senin karşına oturdum çünkü Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-’ın şöyle dediğini duydum:
«Cehennemlik bir kimseyi görmek isterseniz, etrafındakiler ayakta dururken kendisi oturmakta olan adama bakınız.»”
Bunun üzerine Hişam;
“Bana vaaz edin.’ dedi.
Tâvûs da;
“Mü’minlerin Emîri Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-’tan şöyle duydum:
«Cehennemde tepeler gibi yılanlar ve katırlar gibi akrepler vardır. Bunlar maiyetindekilere adâletli davranmayan emirleri ısırırlar.» dedi.”
Sonra kalktı ve oradan ayrıldı. (İbn-i Hallikân, Vefeyâtü’l-A‘yân, II, 510)
ZİYAN!
Ünlü âlim Fahreddin er-Râzî, 6 Şubat 1149’da Rey’de doğdu. Önce birikimli bir âlim ve iyi bir hatip olan babasından, sonra da devrin âlimlerinden ilim öğrendi. Daha sonra Herat’a yerleşti. Tefsir, kelâm, mantık, fıkıh, Arap dili, tarih ve tıp alanında eserler te’lif etti, talebe yetiştirdi.
Fahreddin er-Râzî, 29 Mart 1210’da vefât etti. Kabri, Herat’tadır.
*
Fahreddin Râzî; Asr Sûresi’ni tefsir ederken, tebdîl-i mekân yaparak zihnini biraz açmaya niyetlendi. Bir dostunun yanına gitti. Dostu sohbet esnasında bir nükte anlattı:
“–Bir adam sıcak yaz gününde, bunaltıcı bir havada şehrin merkezine doğru ilerlemiş. Pazara yaklaştığında bir satıcının;
«–Ana sermayesi eriyip yok olana merhamet ediniz! Ana sermayesi eriyip yok olana merhamet ediniz!» diye nidâ ettiğini işitmiş;
«–Ne satıyor ki böyle bağırıyor?» diye merak ederek adamın tezgâhına yaklaşmış. Satıcının; insanlar ferahlasın diye dağdan buz getirdiğini, her an biraz daha eriyen buzu satmaya çalıştığını görmüş. Buz eridikçe adamın emeği ve kazancı da eriyormuş.”
Nükte Fahreddin er-Râzî’nin zihninde tekrar tekrar dolaştı ve;
“–Asr* Sûresi’nin mânâsı işte budur. Çünkü, artık insanın üzerinden ikindi de geçiyor, böylece ömrü bitiyor, ama insan henüz bir şeyler kazanmış değil. O hâlde insan ziyandadır.” diyerek bu nükteyi tefsirine ekledi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, XXXII, 81) (*Asr; zaman, ikindi, ikindi namazı, asr-ı saâdet gibi mânâlara da gelir.)
Ömür; güneşin altındaki buz gibi hızla erimekte, hayat ırmağı hızla akıp gitmekte… Muhasebe edenlere, nefsini hesaba çekenlere, tevbe ve istiğfar edenlere ne mutlu…
ELLİ HAÇLI, BİR BÜLBÜL
Müderris Bülbülzâde Abdullah Edip Efendi, 1856 yılında Antep’te doğdu. İlk tahsilini önce müderris babasından, sonra da Maraş ve Kilis medreselerindeki hocalardan aldı. Ardından İstanbul’a giderek Fatih medreselerinde müderrislik yaptı. Daha sonra Antep’e dönen Abdullah Efendi, vakıf ve maarif alanlarında hizmet etti. Kurtuluş Savaşı’nda halkı şuurlandırdı.
Abdullah Edip Efendi, 1927’de bir sûikast neticesinde vefât etti. Kabri, Gaziantep’tedir.
*
Şeyh Muhammed Vâil el-Hanbelî anlatır:
“Sultan II. Abdülhamid Han zamanında, bütün dünya Osmanlı’nın karşısındaydı. O dönemde haçlı zihniyetli Salîbiyyûn denilen bir grup İstanbul’a gelmiş. Ticaret ve ziyaret yapmışlar. Kılık kıyafetleri normal olan bu zevâtın asıl maksadı, müslümanları dinlerinde şüpheye düşürmekmiş.
Meselâ bir müslümanın dükkânına giriyorlar. Hâliyle duvarda ya Kâbe-i Muazzama resmi ya lâfza-i celâl veya Ravza-i Mutahhara resmi var. Kâbe-i Muazzama resmini görürlerse;
“–Bu ne?” diye soruyorlar.
Dükkân sahibi de;
“–Kâbe. Namaz kılarken oraya döneriz.” diyor.
Bu sefer;
“–Taşa niye tapıyorsunuz? Onun etrafında niye dönüyorsunuz? Muhammed, kavmiyle taşlara taptıkları için savaştı. Sizler ise taşa tapıyorsunuz.” diyerek akıllarda şüphe oluşturmaya çalışıyorlar. Bu şekilde bütün İstanbul’da faaliyet gösteriyorlar. Haberleri Sultan’a kadar ulaşıyor.
Sultan, Topkapı Sarayı’nda ulemânın toplandığı bir mecliste, onlara bu işin aslını soruyor. Onlar da haçlılardan bir grubun; İslâm beldelerinde bu şekilde faaliyetler yaptıklarını, bu kişilerin zeki ve ilmî birikime sahip olduklarını, müslümanlar arasında fitne yaymayı gaye edindiklerini söylüyorlar. Sultan;
“–Peki, onlara karşı siz ne yapıyorsunuz?” diye soruyor.
Şeyhülislâm;
“–Onlarla mücadele etmek, sadece ilimle olacak bir şey değildir. Onları alt etmek için bir de ilm-i münâzarayı bilmek gerekir. Bizim aramızda muhaddisler, fakihler, müfessirler var. Fakat ilm-i münâzarayı bilen âlim yok. Eğer onlarla tartışır da onlar bize galip gelirse, İslâm’ın izzetine zevâl gelir.” diyor.
Abdülhamid Han hiddetleniyor ve elindeki bastonunu yere vurarak;
“–Âlim olup da münâzara yapamayacak bir kişi düşünülebilir mi?” diyerek münâzara yapacak bir âlim bulmasını söylüyor. Şeyhülislâm, Antep’te Abdullah Edip isminde bir âlimin bu birikime sahip olduğunu söylüyor. Sultan, hemen o âlimi İstanbul’a getirtiyor ve Topkapı Sarayı’nda bir münâzara tertip ettiriyor. Bir tarafta Abdullah Edip Efendi, diğer tarafta elli haçlı âlim, sabah namazından sonra münâzaraya başlıyorlar. Elli adamdan hangisi ortaya bir şüphe atsa, Abdullah Edip Efendi o şüpheyi ortadan kaldıracak cevabı veriyor ve karşısındakileri susturuyor. Gün boyu devam eden münâzara akşam bitiyor.
Münâzara bittikten sonra Sultan, Abdullah Edip Efendi’yi meth u senâ ederek; “Sen benim bülbülümsün.” diyor ve ona şeref nişanı veriyor. Bu hâdiseden sonra «Bülbülzâde» nisbesi ile anıldı.