CAN VERİR!

Abdullah Mesud HIDIRmahidir@gmail.com

 

Suheyb bin Sinan er-Rûmîradıyallâhuanh-, hicretten otuz sene evvel Irak’ta doğdu. Rûmî diye anılmasının sebebi, o küçükken bulunduğu köye Rumların / Bizanslıların saldırması neticesinde onlara esir düşmesi ve Rum topraklarında büyümesidir. Suheybradıyallâhuanh-, Kelbkabîlesi tarafından Rumlardan köle olarak satın alındı, Mekke’ye getirildi ve âzâd edildi. Dâru’l-Erkam’damüslüman olan Suheybradıyallâhuanh-, bunu açıkça ifade edince müşriklerin işkencelerine maruz kaldı. Hazret-i Ali –radıyallâhuanh ile birlikte Medine’ye hicret etti.

 

Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz onun da içinde bulunduğu üç sahâbî hakkında;

 

“Diğerlerini geçenler dört kişidir:

 

•Ben Arapların geçeniyim;

 

Suheyb Rumların,

 

•Selman İranlıların,

 

•Bilâl Habeşlilerin geçenidir.”(İbnü’l-Esîr, III, 37) buyurarak onları medh ü senâ etti.

 

Suheyb er-Rûmî –radıyallâhuanh-, 659’da Medine’de vefât etti. Kabri, Bakî‘dedir.

 

*

 

Kendisi anlatır:

 

“Mekke’den Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in yanına hicret etmek istediğimde müşriklere;

 

«‒Ben ihtiyar bir adamım. Burada bulunmam size bir fayda sağlamayacağı gibi, düşmanlarınızın yanında olmam da size bir zarar vermez. Ben İslâm için bir söz verdim, o sözden dönmeyi çirkin görüyorum; bırakın Medine’ye gideyim.» dedim.

 

Kureyşliler;

 

«‒Ey Suheyb, bize geldiğinde hiçbir şeyin yoktu. Mal olarak ne kazandınsa burada kazandın. Şimdi bunları alıp gitmene müsaade etmeyiz.» dediler.

 

Ben;

 

«‒Peki; malımı sizlere versem, malımla nefsimi sizden satın alsam, beni gitmekte serbest bırakır mısınız?» dedim.

 

«‒Olur.» dediler. Bunun üzerine malımı onlara verdim ve beni hicret etmem için serbest bıraktılar. Mekke’den çıkıp Medine’ye geldim. Durumumdan haberdar olan Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem üç defa;

 

«–Suheyb kâr etti!» buyurdu.”

 

Bakara Sûresi’nin 207’nci âyet-i kerîmesi bu hâdise üzerine nâzil oldu.

 

وَمِنَالنَّاسِمَنْيَشْر۪ينَفْسَهُابْتِغَٓاءَمَرْضَاتِاللّٰهِۜوَاللّٰهُرَؤُ۫فٌبِالْعِبَادِ

 

“Öyle insanlar da var ki, Allâh’ınrızâsına ermek için nefsini satın alır / canını fedâ eder. Allah ise kullarına çok şefkatlidir.”

 

(Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 437; İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 247)

 

 

ŞUUR ALTINA İiHSAN ŞUURU

 

Sehl bin Abdullah et-Tüsterîrahmetullâhi aleyh-, 818 yılında bugün İran sınırları içinde yer alan ve Şüşter diye anılan Tüster şehrinde doğdu. Dayısı, ünlü mutasavvıf ve hadis âlimi, Muhammed bin Sevvâr’dan ilk tahsilini gördü. Abadan’da Ebû Habîb Hamza’ya intisâb etti, Hacda Zünnûn el-Mısrî’den ilim tahsil etti.

 

İlk sûfî müfessirlerden Sehl et-Tüsterî, Mart 896’da Basra’da vefât etti. Kabri, Basra’dadır.

 

*

 

Sehl et-Tüsterîrahmetullâhi aleyh-, küçük bir çocukken, dayısı Muhammed bin Sevvâr’ın namaz kılışını ince ince temâşâ etti. Dayısı namazını bitirince Sehl’e dönüp;

 

“−Ben Allâh’ı zikrettim. Sen de seni yaratan Allâh’ı zikretmek ister misin?” dedi. Sehl de ona;

 

“−Ben Allâh’ı nasıl zikrederim?” deyince dayısı ona şu tavsiyede bulundu:

 

“−Yatağına girdiğin zaman üç defa gizlice;

 

اَللّٰهُمَع۪ياَللّٰهُشَاهِد۪ي

 

«Allah benimledir, Allah beni görür ve yaptıklarıma şâhittir.» diye söyle!” dedi.

 

Bunun üzerine Sehl, söylenenleri her gece yatmadan önce tekrarlar oldu.

 

Dayısı bir müddet sonra yeğenine tavsiye ettiklerini her gece on defa söylemesini istedi. Sehl de öyle yaptı. Sehl, bülûğa ulaştığında dayısı bu sefer;

 

“‒Ey Sehl! Allâh’ın kendisiyle beraber olduğunu, Allâh’ın kendisini gördüğünü düşünen kişi Allâh’a karşı gelip yanlış işler yapar mı?” dedi.

 

Sehl; dayısının bu sözlerini hiç unutmadı, tavsiyesini ömrü boyunca bırakmadı. (İmam Gazâlî, Kimyâ-yıSâadet, s. 402)

 

 

DiRiİ DiRi MEZARA GiRDİ

 

Kādî Beyzâvîrahmetullâhi aleyh-, on ikinci asrın sonlarında Şîraz yakınlarındaki Beyzâ kasabasında dünyaya geldi. Önce Kādılkudât olan babasından, sonra da memleketindeki âlimlerden ilim tahsil etti. Şîrazkādılkudâtlığına tayin olduysa da tavizsizliği sebebiyle azledildi. Tebriz’de şeyh Muhammed el-Kütahtâî’nin sohbetlerinden istifâde etti.

 

Beyzâvî Hazretleri, 1286 yılında Tebriz’de vefât etti. Kabri, Tebriz’dedir.

 

*

 

Müfessirînden Kādî Beyzâvî Hazretleri; bir gün evinde istirahat ediyorken, kendilerini kan tutmuş ve bayılmışlar. KādîBeyzâvî Hazretleri’ni kan tutmasından hiç kimsenin haberi olmadığı için; «Vefât etti, merhum oldu.» diye götürüp mezara defnetmişler.

 

Merhum mezarda kan tutması baygınlığından ayılmış ve aklı başına gelmiş, açılmış. Kendisini mezarda görünce hâl ve keyfiyetin ne olduğunu anlamış. Artık hiç kimseden çare ve yardım gelmeyeceğini bildiğinden destgîr-i sahîhi (hakikî yardımcısı) olan Hazret-i Allâh’a kalpten bağlanarak ve tam bir teveccüh ile yönelmiş ve beklemeye başlamış.

 

O esnada Cenâb-ı Hak, Vehhâb-ı Mutlak; çarçabuk bir nebbâşı, yani kefen soyucu hırsızı göndermiş. Nebbâş gelip mezarı açmış; elini uzatıp kefeni çekeyim derken, Beyzâvî Hazretleri hırsızın eline sarılmış. Kefen soyucusu korkusundan bayılmış. Ayılınca Beyzâvî Hazretleri de mezardan kalkıp hırsız ile beraber evine gelmiş. Bakmış ki çocukları;

 

“–Babamız öldü.” deyip ağlaşırlar;

 

“–Ağlamayın babanız geldi.” deyip evden içeri girmiş.

 

Beyzâvî Hazretleri, meşhur tefsîrini bu hâdiseden sonra te’lif buyurmuş. (Emîn Efendi, MenâkıbKethüdâzâde el-Hac Mehmed Ârif Efendi. «Haz. Hasan GÜRKAN, Hür Mahmut YÜCER, Âsitane Hâtıraları Bir Var İmiş Bir Yoğ İmiş, s. 124-125»)

 

MiSYONERE UNUTAMAYACAĞI CEVAP

 

Hindistanlı âlim AbdülazîzDihlevîrahmetullâhi aleyh-, 1746’da Delhi’de doğdu. Babası Nakşî şeyhi Şah Veliyyullah’tır. Hâfızlık yaptı, tecvid ve kıraatten sonra aklî ve naklî ilimleri öğrendi.

 

Babasının vefâtı üzerine, medresede onun yerine ders okutmaya başladı. Bunun yanında eser te’lif etti, talebe yetiştirdi, tebliğ ve irşad faaliyetlerinde bulundu.

 

İngiliz idaresine karşı hürriyet meş‘alesini yakan ilk kimselerden olduğu için «Sirâcü’l-Hind» lâkabıyla tanındı.

 

Müslümanların düştüğü kötü ve zor durumlar kendisine sorulduğunda; bunun sebebinin, Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyeden ayrılmak olduğunu, Kur’ân ve sünnete tâbî olunduğunda, bid‘atler terk edildiğinde kurtuluş yolu bulunacağını söylerdi.

 

AbdülazîzDihlevî, 1824’te vefât etti.Kabri, Delhi’dedir.

 

*

 

Prof. Dr. Abdülhamit BİRIŞIK aktarır;

 

AbdülazîzDihlevî ve talebeleri de misyonerlerle dînî tartışmalarda bulunmuşlardır. KemâlâtAzîzî adlı eserde geçen bir hâdise şöyledir:

 

“Bir gün bir misyoner Delhi’de yaşayan Sir Charles Metcalfe’e gelir ve kendisini münazara yapmak üzere bilgili bir müslüman âlime götürmesini söyler. O da onu Abdülazîz Dihlevî’ye götürür. Misyoner; Abdülazîz’e gelir ve ona Kur’ân ve hadisten cevap vermemesi şartıyla, mantıklı bir soru soracağını söyler. O da bunu kabul eder. Misyoner;

 

“‒Eğer Muhammed gerçek peygamber ise neden Allah’tan torunu Hasan ve Hüseyin’in korunmasını talep etmedi? Bu ikisinin katledilmesi, O’nun gerçek peygamber olmadığını göstermektedir.” der.

 

Bu soruya Abdülazîz Efendi; şarta bağlı kalarak, şu kinayeli cevabı verir:

 

“‒Belki de O, torunlarının korunması talebiyle müracaat etmiştir de, -sizin iddianıza göre- tanrı; «Kendi öz oğlumu bile çarmıha gerilip öldürülürken koruyamadım ki!» demiştir.”

 

Bu cevap üzerine misyoner susar kalır. (İmdâdSâbirî, FirengiyônkaCâl, Delhi, ts., s. 207-208; Avril Ann Powell, MuslimsandMissionaries in Pre-MutinyIndia, Curzon, London 1993, s. 104)