ESİR -5-

Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞharunogmus@gmail.com

 

 

(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)

 

(Hulâsa: Birinci Cihan Harbinde Filistin cephesinde İngilizlere esir düşen Konyalı Hasan, esir kampından kaçarak memleketine doğru korku ve kâbus dolu bir yolculuğa girer. Yolda bir Arap köyünde caminin imamına misafir olur. İmam, damadı olup o köyde kalmasını teklif eder.)

 

–Bak, Hasan evlâdım! Dedim ya, bu seferberlik, kıyâmetten bir nişâne olup bütün âlem-i İslâm’ı vurdu.

 

Ben evine dönenlerin de çok hikâyelerini dinledim.

 

Sana açıkça deyivereyim:

 

Senin gibi nice babayiğit; «Çoluk-çocuğumun anası olan karım evimde beni bekliyor.» diye sılaya vardığında karısını başkasıyla evlenmiş buldu!

 

Onların hanımlarını başkalarıyla evlendirenlerin de bir garazı yoktu. Onlar da kadın ve çocukların bir bakıp çekeni olsun, perişan olmasınlar diye iyi niyetle yaptılar bu işi.

 

«–Kocasından bir haber yok, herhâlde şehid olup kaldı, çünkü yıllardır dönmedi.» dediler. Sonra memleketine varıp bu duruma vâkıf olan o babayiğitlerin kimi çıldırdı, kimi kātil oldu, kimi de;

 

«–Dönmez olaydım!..» diyerek memleketini terk edip gitti. Karıları da bu durumu görüp bedbaht oldu. Onlarla evlenenler de kendilerini suçlu hissedip kahroldu. Bu evliliğe önayak olanlar da dizlerini döverek nedâmet getirdi.

 

Senin durumuna gelirsek, seferberlik biteli üç yıl olmuş. Memlekete varıp da maâzallah böyle bir bahtsızlıkla karşılaşman uzak bir ihtimal değil!

 

Hasan duydukları sebebiyle biraz kötüledi, ancak yine de karşısında kendisine baba gibi nasihat eden adama karşı saygıda kusur etmeyerek aynı özen ve nezâketle konuşmaya çalıştı:

 

–Efendim, teklifiniz gerçekten benim için büyük bir şereftir. Ama içinde bulunduğum şartlar onu kabul etmeye imkân vermiyor.

 

Kızlarınız hakkında hiçbir nakîsa söylenemez. Allah mübârek etsin. İnşâallah Rabbim onlara benden daha iyisini nasip eder, malınızı da daha bereketli kılar.

 

Ömrünüzün sonuna kadar hep birlikte saâdet içinde yaşarsınız.

 

Cenâb-ı Hakk’ın benim tercih ettiğim yolda bana neler yazdığını bilemem! Belki bu yolda hiç ummadığım şeylerle karşılaşacağım. Ancak bir defa bu yolu seçtim. Ben vazgeçmek istesem de sıla benden vazgeçmez. Beni sanki gayr-ı irâdî kendine çekiyor.

 

–Evlâdım! Ben, sıla hasretini de evlât sevgisini de baba ocağını da yâr kucağını da bilecek kadar yaşadım. Bunların hepsi de zaman zaman karşı konulamayacak kadar güçlü olur, ancak yine de unutulmayacak şeyler değildir! Hâsseten memleketine vardığında işaret ettiğim arzu edilmeyen şeylerle karşılaşma ihtimali varsa ki kuvvetle vardır- benim teklifimi düşünmende fayda umulur.

 

Bununla beraber tabiî ki benimkisi nihayetinde bir tekliftir. Seni bu işe zorlayamam. Zaten bu iş zorla olmaz! Böyle olmakla birlikte sen hemen karar verme! Şimdi çok yorgunsun!

 

Zaten yatsı oldu. Kalk şimdi gidelim, sen bir ezan daha oku bakalım. Sonrası Allah Kerîm’dir.

 

Birlikte kalkıp evden çıktılar. Hakikaten vakit gelmiş, cemaatten kimileri; «Nerede kaldı?» diye imamın evine doğru bakınıp duruyordu.

 

Camiye varınca imamın da işaretiyle Hasan yine tahta minareye yöneldi ve ezanı okudu. Cemaat, tarladan dönüş vakti olan akşam namazına göre daha müsait olan yatsıda hâliyle biraz artmıştı. Ancak çoğu, ihtiyarlardan oluşuyordu.

 

Yine Hasan’ın yaptığı müezzinlikle imamın arkasında namazı edâ edip çıktılar.

 

Namazdan sonra cemaatten biri sordu:

 

Sâlih Hocam misafirin de hoca galiba? Biraz soluklanıp tanışalım!

 

İmam tafsilâta girmeden kısa kesti:

 

–Evet, ancak şimdi yoldan geldi, yorgun. Sonra sohbet ederiz inşâallah.

 

Başından geçenleri burada bir de cemaate anlatmaktansa yatıp dinlenmesi gerçekten çok daha iyiydi. Çünkü bütün mafsalları, özellikle ayak ve diz bilekleri ağrıdan âdeta dile gelmiş şikâyet ediyordu.

 

Sonra imamın ifadesiyle; «kıyâmettennişâne» olan bu zamanlarda bir yerde oturuldu mu herkesin anlatacağı bir derdi de olurdu. Gayra dert yanıp dert dinlememek olmazdı yani.

 

Tam akşam akşam sîgaya çekilmekten kurtulduğuna sevinmişti ki bir diğeri imama yaklaşarak sordu:

 

–Hocam, tâziyeye gelmeyecek misin?

 

–Hayır, siz gidin! Ben sonra bir ara uğrarım.

 

Bu cevabı alan adam yanındakilerle uzaklaşmaya başladı. Ancak uzaklaşan konuşmaları onlara kadar geliyordu:

 

–Bağ arasında mı kalmış?

 

–Ya?

 

–Ne olacağını bilemezsin işte!

 

Bağ arasında kalan kimdi acaba? Herhalde tâziye için gittikleri ailenin ferdi olsa gerekti. Bu onun dün öldürdüğü «bedevî» olmasındı?

 

Aman Allâh’ım!

 

Çok tedbirli olmalıydı. Dün öldürdüğü adam bu köylü olabilirdi! Kendisi hâlen bir kaçaktı. İngiliz ise işte iki günlük, belki de daha yakın bir mesafedeydi. Sulh yapan Fransızların nüfuz mıntıkasında olduğunu öğrenip sevinmişti, ama bu köyde bile İngiliz hesabına çalışanlar olabilirdi.

 

Bu sebeple imamın konuşmayı böyle kısa kesip cemaatten ayrılması çok işine gelmişti.

 

Ancak imam, bunu onun için mi yapmıştı? Hayır! Tabiî ki namazdan önceki teklifi daha câzip hâle getirmek üzere başka ikna yollarını denemek için!

 

Hay Allah!

 

Bu kıt Arapçayla mantık örgüsü içerisinde kalarak bu adama cevap vermesi nasıl mümkün olacaktı? Hakikaten güngörmüş, umûr sürmüş birine benziyordu. Sonra kendinden emin, iyi konuşuyordu.

 

Ancak Hasan’ın korktuğu şey olmadı. Eve dönüp aynı odaya girdiklerinde, Hasan bir yatağın hazırlanmış olduğunu gördü. Hâlden anlayan imam ona dönüp şöyle dedi:

 

–Hasan evlâdım! Şimdi yorgunsun. Yatıp uyu, iyice dinlen. Yarın sabah kalkınca daha uzun konuşuruz. Söylediklerim mühimdir. Böyle mühim konularda hemen karar verilmez. Birkaç gün burada kal, hem iyice dinlen, hem de düşün!

 

Hasan; «Düşünmeye hâcet yok, efendim, ben kararlıyım.» demek istedi, ancak bunu söyleyebilecek gücü kendinde bulamadı. Sonra böyle bir söz söylerse konuşma uzayacaktı. Böyle bitkin hâlde iken bu adamla hem de ana dili dışında tartışabilecek durumda değildi. Nasılsa konu yarın yine gündeme gelecekti. Onun için uysal bir şekilde başını eğdi:

 

–Peki efendim!

 

İmam çıkınca Hasan, gün boyu arazide yatıp uyuduğu hâlde, hazırlanan yatağın üstündeki şilteyi sıyırıp yatağa uzanarak şilteyi üzerine çekti. Uykusu yoksa da vücudunu dinlendirmesi gerekiyordu. İki gündür arazide tozun-toprağın içinde yatmak üzere kendisine hazırladığı yerlerden sonra bu yatak çok konforluydu doğrusu! Yere serilmiş olmasına rağmen esir kampında yattığı ranzadan da kat kat iyiydi. Çarşaf ve şilte de mis gibi kokuyordu. Gelinle görümce çok maharetli ve titiz olmalıydılar! Bu düşünce aklına gelince buruk bir tebessümle;

 

“–Hey Allahım sen ne büyüksün!” dedi. Daha bugün akşama kadar yakalanma korkusu çekiyorken akşam iki kadınla birlikte evlenip çiftlik sahibi olma teklifi almıştı!

 

Evinde çoluk-çocuğu olmasa burada iki hanımla kendisine bahşedilen bu saltanat içinde safâ sürerdi.

 

Sonra latîfe de olsa böyle düşündüğü için kendini kınadı. Kaldı ki, evinde çoluk-çocuğu olmasa bile bu köyde kalması tehlikeydi. İngilizler buraya bir günlük mesafedeydi.

 

Ayrıca daha dün gece bir gün uzaklıktaki bir bağ arasında bir ceset bırakmıştı! Belki de o bedevî, cemaatin ailesini tâziyeye gittiği evin sahibiydi! Bu düşünceyle içine yeniden korku düştü. Ancak imamın ve onunla konuşan cemaati göz önüne getirince hiç de bağ arasında karşılaştığı o «bedevî» gibi lâf anlamaz kaba insanlar olmadıklarını düşündü. «Çok mu evhamlı oldum ne?» diyerek içindeki korkuyu savuşturmaya çalıştı. Bununla birlikte halletmesi gereken çok ciddî meselelerle yüz yüzeydi:

 

Yarın sabah bu tatlı dilli ihtiyarın câzip teklifini kibarca nasıl geri çevirecekti?

 

Yetersiz Arapçası sebebiyle çam devirmemeliydi.

 

Sonra istasyona nasıl gidecekti?

 

Yarın tren var mıydı acaba?

 

Yoksa en erken ne zamandı?

 

Sonra trene nasıl binecekti?

 

Neyse, nasılsa hepsi yarın belli olacaktı! Ya peşindekiler? Pişkin suratlı ve öldürdüğü bedevînin akrabaları. İşte gelmişler, aşağıdan Sâlih Efendi’ye seslenerek onu teslim etmesini istiyorlardı:

 

–İmam! Kanlımızı bize teslim et!

 

–Onu bana verin, size çil çil altınlar vereyim!

 

Ancak Sâlih Efendi onlara cevabını ezan okuyarak veriyordu:

 

Allâhu ekber, Allâhu ekber…

 

Ter içinde uyandı. Uykusu olmadığını, uyuyamayacağını düşünüyordu, ancak uyumuştu.

 

Demek ki iki gündür gizleneceğim diye güneşin altında rahat edemediği çukurlarda yatarken karabasanlarla bölünen uykusu vücut için yeterli gelmemişti. Sırtı rahat yatağı görünce uyuyakalmıştı. Ama rahat yatakta da olsa şu kâbuslardan rahat yoktu. Hiç mi kurtulamayacaktı yoksa bunlardan? Esâretinin özellikle yaralı olduğu ilk günlerinde de her gece öldürdüğü çavuşu gördüğünü hatırladı. O nasıl geçip gittiyse bunlar da elbet geçecekti.

 

Yeter ki memleketine bir varsın da gerisi kolaydı! Hemen kalkıp giyinerek caminin şadırvanına gitti. O sırada Sâlih Efendi ezanı bitirmek üzereydi:

 

–es-Salâtühayrunmine’n-nevm, Allâhu ekber Allâhu ekber, lâ ilâhe illâllah!

 

Namazdan sonra Sâlih Efendi sordu:

 

–Gecen nasıldı, Hasan evlâdım? Dinlendin mi?

 

–Çok iyi dinlenmişim efendim. Sağ olun, Allah râzı olsun!

 

–O zaman şimdi iyi bir kahvaltıyı hak ettik.

 

Hasan’ın aklı fikri trenin gün ve saatiyle istasyona nasıl gideceğindeydi. Ancak kararını açık edecek bu soruyu, ihtiyarı hafife almak ve ona karşı bir saygısızlık olacağı düşüncesiyle erteledi. Nasılsa o, teklifini düşünüp düşünmediğini sorar veya kahvaltı esnasında başka bir münasebet düşerdi. (Devam edecek.)