HER ŞEYİ KUŞATAN RAHMET
M. Ali EŞMELİseyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Yağmur, gökten inen rahmet…
Toprağa yağdığında yeryüzünü ölümünden sonra dirilten bir canlılık baharına, nimet güzelliğine ve bereket iklimine dönüştüren lütuf.
Gönüllere ve ruhlara yağdığında da insanın îman ve irfânını yeşerten, kötülük ve günahlarını temizleyip onu iyilik ve güzelliklerle dolduran bir sırr-ı ilâhî.
Bu bakımdan;
Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Âdem’den bu yana insanlığa en büyük rahmeti, katından kitap indirmesi. Onu hak üzre bir rahmet yağmuru mesâbesinde gönüllere ve ruhlara âyetâyet yağdırması. Bunun ilâhî ifadesi şöyle:
“Biz,
•Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki,
•O;
–Mü’minler için
-Bir rahmettir ve bir şifâdır.
–Zâlimlerin de ancak ziyânını artırır.”(el–İsrâ, 82)
Cenâb-ı Hakk’ın indirdiği kitap; yeryüzünde beşer zihninin mahsûlü bir eser değil, ancak Allah katından âyetâyet indirilen, âdeta gönüllere ve ruhlara yağan bir rahmet yağmurudur, bir şifâ yağmurudur.
Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır.
Onda bize bildirilen hakikatler;
•Îman ve ibâdetlerdir,
•Namazlar ve zekâtlardır, infaklardır,
•Oruçlar ve Ramazân-ı şeriflerdir,
•Açları doyurmaktır,
•Mazlumlara sahip çıkmaktır,
•İlâhî müjdelere ve lütuflara koşmaktır.
•Sonsuz affa ve cennete mazhar olmaktır.
Bunun için;
-Peygamberler gönderilmiş,
-Kitaplar indirilmiştir.
Kitâbın özelliği:
•Semâdan indirilmiş oluşu…
•Hak oluşu…
•İnsanlara hidâyet oluşu…
•Furkān oluşu / ayırt edici hususiyet / (gökten indirilen bir haslet)
(Helâl-haram, iyilik-kötülük, hak-bâtıl, hayır-şer, yanlış-doğru arasındaki farkı belirleyici oluşu)
İnsanın irfânı buna bağlı, kurtuluşu buna bağlı, tüm çareler buna bağlı.
Heyhat!
Yaşayışında ille nefsine bağlı – şeytana bağımlı olan gafil insan, bunun tam tersine bir rotaya kapılarak haktan sapıveriyor. Gökten değil, şeytandan ve nefsinden aklına inenleri yüceltiyor. Hak oluşa değil, bencil fikrine öncelik veriyor. İnatçı bir şekilde;
–Ben böyle istiyorum, saplantısını ve hevesini putlaştırıyor, cüce bir aptal kesiliyor,
Sadece;
Kendince ilim ve akıl zannettiği bir cehâlet ve ahmaklığı öne çıkarıyor. Hidâyet değil başa buyruk oluşu mühimsiyor, bununla mutlu olacağını zannediyor. Furkan özelliğini tersine bir netice ekseninde kullanıyor. Kendince zulümle adâleti güya fark ediyor, ancak bunu adâlet maskesi altında zulümden zulme dalabilmek için yapıyor.
Sanıyor ki;
Şerler hayır, hayırlar da şer.
Cehennemler cennet, cennetler de cehennem.
Sırf,
Bu fânî dünyaya ve nefsine göre rahatlık ve zorluk anlayışı yüzünden böyle sanıyor, böyle zannetmek istiyor. Bu yüzden kötü olana iyi, iyi olana kötü diyor. Gerçek güzele çirkin, gerçek çirkine güzel diyor.
Hâlbuki;
Cennete götüren bir hakikati;
–Zahmet diye,
–Sıkıntı diye,
–Bıkkınlık diye,
–Yorgunluk diye,
–Ne gerek? diye,
–Olmaz! diye adlandırmak, sapıtmanın ilk adımıdır…
İlk adım yoldan çıktıktan sonra; onu takip eden diğer adımlar, nerelere ve nelere savrulmuyor ki! Bu durum, hakikatleri reddediş girdaplarına da inkâr bataklıklarına da götürüyor gafilleri.
Bu tür gafillere karşı şeytan;
Henüz îmandan kopmamış olmanın vicdan rahatlığını öne çıkarıp onlara;
•Takvâyaret çektiriyor!
•İhlâs ve samimiyete lâ çektiriyor!
•Fedâkârlığaret çektiriyor!
•Nesle ve hidâyet dâvâsına gece-gündüz sahip çıkmaya lâ çektiriyor!
Aslında;
•Kendisini cennete götürecek hakikatlere ret çektiriyor!
Bu ret ve lâ çekişleri;
Hayatı güzel yaşamanın avantajları olarak telkin ediyor. İnkârı bile bir avantaj zannettiriyor. Ne yapıp edip Hak yolundan kaçışı da kurtuluş zannettiriyor. Hayatta kolaylık ve keyfin bu olduğunu zannettiriyor.
Lâkin;
Yarın tam tersine bir tablo çıkacaktır gafillerin karşısına:
•Azâb-ı şedîd / şiddetli bir azap…
Yazık ki gafiller bunu;
•Râhat-ı medîd / hiç bitmeyen bir rahatlık sanmaktalar.
Sanmaktalar,
Fakat gafilin zannında izzet yoktur, güç yoktur, geçerlilik yoktur!
Geçerlilik, güç, kudret ve izzet;
Sadece Allâh’a aittir.
Allah ki;
Yegâne kudretinin, şeksiz hakikatinin, tek olan hükmünün ve izzetinin yanında yer alan mü’minlere rahmet sahibi olduğu kadar karşısında yer alan münkirlere de gazap ve intikam sahibidir.
Bu kısacık fânîde;
Üç nefeslik bir rahatlık ve keyif uğruna ebedî gerçeklere ret ve lâ çekenler, hakikatten sapanlar ve saptıranlar, aslında Allâh’ın acı intikamına muhatap olmaya kalkışmış ahmaklardır, masum değil zâlimdirler, kendilerini cüretkâr sanan cücelerdir onlar, hiçtirler. Sonunda hepsi mağlûp ve mahcup olacak akılsızlardır. Sonunda pişman olacak, kahrolacaklardır.
Öyleyse;
Allâh’ın intikam alacağı bir tip olmak, neyin ifadesi?
Aklın mı? Kalbin mi? İdrâkin mi? İlmin mi? Mantığın mı? Kazancın mı? Rahatlığın mı?
Neyin ifadesi?
Adamlığın mı? Başarının mı? Özgürlüğün mü?
Yoksa aptallığın mı?
İnsan;
Her şeyden önce Allâh’ın izzetini ve kendisinin de âcizliğini görebildiği nisbette insandır.
Bir de;
Allâh’ın sonsuz rahmetinin farkında olup kendi muhtaçlığının şuurunda yaşadığı nisbettenasiplidir!
Ayrıca;
Allâh’ın ebedî gazabının dehşetli korkusu içinde ve kendi çaresizliğinin af çırpınışından başka imkânı bulunmadığının idrâkinde olabildiği nisbette ümit ve kurtuluş kapısındadır!
Dolayısıyla;
Allâh’ın izzetini göremeyen insan, gerçekten de çok gafildir. Zaten bütün gafletler, yüce izzeti bu göremeyiş âmâlığından kaynaklanıyor. Gafil insan, bu fânî dünyaya dış nazarla bakıyor da sanıyor ki;
•Kendisine karışabilecek hiç kimse yok,
•Her nimet çok,
•Her şey zevkine ve keyfine bağlı…
Çünkü;
Yüce Allah sonsuz kudretini görenlere her bakımdan zâhir kılmış, ama görmeyenlere de her bakımdan bâtın / mahfî / gizli / görünmez kılmış. Görenlere görünür eylemiş, görmeyenlere görünmez eylemiş. Görenlere O’ndan başka ilâh yok gerçeği üzre apaçık bir tezâhür hâlinde. Görmeyenlere ise her şey var, O yok zannına ekran bir meçhullük hâlinde.
Gafil kimse;
İşte bu sırrı / bu gizliliği / bu görünmezliği / bu meçhulü / bu mahfîliği yanlış değerlendiriyor. Hattâ o kudret yok zannediyor. Sonrası eyvah!
Malûm;
İnsan, ancak kendisini gösteren bir gücün ve o güçten hissettiği kudretin âcizi ve kölesidir dâima.
En âciz durumda olan despot bir zâlimin karşısında bile zangır zangır titriyor gafil kişi. Her köşede o olmasa bile onu dinliyor, ne olur ne olmaz diye. Aklının köşesinden bile geçirmiyor ona isyanı. Otomatik teslîmiyet ve itaat hâlinde davranıyor. «–Aman, güçlü bir zâlimle oyun oynanmaz, başa neler getirir belli olmaz, aman!» diye hareket ediyor. Hâlbuki bir fânîdir o zâlim de. Despot diye miyav kesiliyor gafil ona karşı.
Peki;
Ya Allâh’ın kudreti?
Bütün imtihan, o kudreti hissetmek veya hissedememek çerçevesinde.
Biri hayâlî, biri hakikatin ta kendisi!
Fakat nefs; kendini garanti altında sandığı vakit, o hakikete karşı kendi hayâlî lâkırdılarıyla öyle akıllar veriyor ki, sonsuz felâket! Sebep? Nasılsa başına bir şey gelmeyecek zannı. Eğer ki nefs; kendi başına bir şey geleceğini bilse ve görse, o vakit zerre kadar bile ne akıl vermekte ne de fikir, ne de yan çizebilmekte. Öyle anda sadece akıl soruyor, sadece fikir alıyor, sadece teslim oluyor. Meselâ amansız bir hastalığa yakalanmış kişiye bakın, bilene de bilmeyene de soruyor:
–Ne yapmalıyım?
–Hastalığın şiddetine dayanamıyorum artık, bildiğin bir çare var mı?
–Şifâsı yok bu hastalığın ama bir mûcizesi vardır belki, ille vardır, olması lâzım. Acaba kimde, hangi nesnede bu derman? Bulan var mı, beni de haberdar edin!
Bu şekilde herkesten akıl soruyor, akıl istiyor sadece.
Nice istismarcılara denk gelse bile vazgeçmeden akıl almaya devam ediyor. En olmaz mantığa bile tepki vermiyor, bir ihtimal diyerek dikkate alıyor. Her denileni olduğu gibi tatbik ediyor. Deneme tahtası oluyor yine de akıl vermiyor. Çünkü aklı iflâs hâlindedir. Şayet aklı müflis olmasaydı, hem bu hastalığa yakalanmazdı hem de yakalanmış olsa bile aklını kullanıp da kolayca kurtulurdu. Ama öyle değil, tam bir çaresizlik içinde.
İşte,
Âhiret bahsinde, bu hakikati anlaması için hastalık ona güzel bir ders, güzel bir ibret.
Acze düşen,
Herkesten akıl ve çare dilenen bir kişiliğe dönüşüyor. Lâkin Allah dilemedikçe boşuna! Sadece Allah’tan akıl ve çare dilenip de kendine derman arasa, bütün mesele hallolacak belki.
Fâtiha’da vurgulanan hakikat de bu: Sadece Allah’tan yardım istemek.
Çünkü sadece Allâh’ın gücü yeter. Başkası ve başkaları ve kişinin kendi nefsi de aklı da âciz ve çaresiz…
Ecel kapısında çaresiz.
Toprak altında çaresiz.
Sırât’taçaresiz.
Mîzan’daçaresiz.
Mahşerde çaresiz.
Azâba karşı çaresiz.
Öyleyse yegâne çare?
Allah!
Yegâne derman?
Allâh’ın rahmeti.
Bunu anlayanlar, doğruluyor…
İşte bu mânâda;
لَٓااِلٰهَاِلَّاهُوَالْعَز۪يــزُالْحَك۪يمُ
İzzet sahibi O!
Güç ve kudret sahibi O!
Hüküm ve hikmet sahibi O!
Beşer,
Bunu tam mânâsıyla fark ettiği ve olması gerektiği kadar hissettiği nisbetteahsen-i takvîm / kâinâtın göz bebeği. Aksi hâlde hâli harap. Bu fânîde Hak’tan başka şeyleri, gelgeç imkânları ve kendi zanlarını güç ve kudret sananların sonu daima perişan! Hele şeytanını ve nefsini bir şey zannedenlerin vaziyeti, nefsi ve şeytanı yenemediğini / yenemeyeceğini iddia edenlerin durumu ebedî hüsran!
İnsan için;
Ya kâinâtın göz bebeği olmak ya da hüsrana yuvarlanmış aşağıların aşağısı olmak gibi birbirine zıt iki kutbun arasında gerçekleşen imtihanlar arenası çok mânidar. Bu bakımdan insanoğlunun şu dünyadaki tüm kavgaları iki noktada yoğunlaşıyor:
•Ya gafletin kavgası
•Ya gayretin kavgası
Âhireti kazanmaya gelmiş bir insanın; tutup da ömrünü, gafletin kavgası peşinde harcaması ne acı bir aldanış!
Zira;
Gafletin kavgasına tutuşmuş kimsenin bütün çırpınışları; yatmak üzerine, tembellik üzerine, keyif üzerine, tatiller üzerine, rahatlık üzerine.
Oysa bunların hepsi de tam tersi şeyler.
Gafletin kavgası olarak fânî bir tembellik, sonsuz bir azapta; «Keşke gayret etseydim!» diye kahrolan ebedî bir hasret değil mi? Fânî bir keyfin sonu ebedî bir felâket değil mi?Fânî bir rahatlık, ebedî bir rahatsızlığa dönüşmüyor mu? Rahatsızlığın fânî olanına katlanamayan âciz insan, rahatsızlığın ebedî olanına katlanabileceğini nasıl zannedebiliyor?
Mümkün mü bu?
İmkânsız olduğu için zaten bunun adı acıklı bir azap!
Katlanması imkânsız ilâhî ceza!
Hiç bitmeyen bir kahır!
O vakit;
İnsanın yegâne çaresi, ebedî rahmet eşiğinde yarın değil şimdi, gece-gündüz gayret içinde çırpınış!
Rabbimiz’in;
Sonsuz rahmet yağmuru, böylesi çırpınışlar için müjde!
Musa –aleyhisselâm– ve beraberinde 70 kişi, müthiş bir depreme yakalanmıştı. Hazret-i Musa şöyle duâ etti:
“–Ey Rabbim!
•Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin.
•İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günahlar ve suçlar) yüzünden hepimizi helâk edecek misin?
–Bu iş,
•Sen’in imtihanından başka bir şey değildir.
•Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin.
–Sen bizim sahibimizsin / velîmizsin! (Ne olur)
–Bize acı / merhamet eyle!
–Bizi bağışla!
•Sen bağışlayanların en hayırlısısın!
–Biz, Sana varan doğru yola sarıldık.
–Bize, bu dünyada da âhirette de iyilik yaz!
Allah buyurdu:
–Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım.
وَرَحْمَت۪يوَسِــــعَتْكُلَّشَيْءٍۜ
–Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.
–Onu; kötülükten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.”(el–A’râf, 155-156)
Ebû Hüreyre –radıyallâhuanh–’ten rivâyet edildiğine göre Rasûlullah–sallâllâhu aleyhi ve sellem– şöyle buyurdu:
“Allah varlıkları yarattığı zaman,
Kendi katında Arş’ın üstünde bulunan kitabına şunu yazdı:
إِنَّرَحْمَت۪يغَلَبَتْغَضَب۪ي
“–Hiç şüphesiz ki rahmetim, gazabıma galip geldi!” (Buhârî, Tevhîd, 15, 22, 28, 55, Bed’ü’l-halk, 1; Müslim, Tevbe, l4-l6. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 35)
O rahmet;
Şu âhirzamanda o kadar lâzım ki…
O rahmet;
Dünyayı zulümlerin kasıp kavurduğu devrimizde de o kadar elzem ki…
O rahmetin aynası olarak;
Kur’ân-ı Azîmüşşân o kadar yegâne ki…
Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– o kadar emsalsiz ki…
O rahmetin aynası olarak;
Ramazân-ı şerifler ve oruçlar o kadar kıymetli ki…
Namazlar, zekâtlar, infaklar o kadar aziz ki…
O rahmetin aynası olarak;
Ehl-i İslâm’ın birliği, dirliği ve kardeşliği de o kadar gerekli ki…
Yeniden asr-ı saâdet gayretleri içinde yaşanması o kadar çare ki…
Hepsi de;
Bugün imdat dolu, dert dolu ve ıstırap dolu gönüllere ve ruhlara rahmet yağmuru…
Bu rahmet yağmuru;
Müttakîlere de mücrimlere de bulunmaz bir fırsat.
Mazlumlara da fırsat, zâlimlere de fırsat.
Âriflere de fırsat, gafillere de fırsat.
Unutmamalı:
Günah ve zulme sapıp da azap ateşleri altında mahvolmak maharet değildir, ancak sevap ve tevbeye sarılıp da rahmet yağmuru altında sırılsıklam olmaktır gerçek hüner.
Unutmamalı:
Rahmet yağmurları zahmet mahallinde yağar.
Eğer;
Allâh’ınrızâsı kazanılıyorsa, kum gibi çileler bile rahmet damlaları olarak müsemmâ ve müstesnâdır. Bu, dünyevî odaklanma ile anlaşılmaz, ancak uhrevî odaklanma ile anlaşılır.
Eğer;
Allâh’ınrızâsı kazanılmıyorsa, deryâ gibi hoşnutluklar bile tamamen kuru görüntü ve başlangıç itibarıyla çok câzip olsa da netice itibarıyla dayanılmaz azaplar ile müsemmâ ve nâr-ı cehennemde sonsuz hummâdır.
Hâsılı;
Gerçek mânâda gönüllere ve ruhlara rahmet yağmuru; başta Gazze ve Filistin olmak üzere, İslâm’ın tüm mazlum coğrafyalarında ve çevremizde bulunan gariplerin ve mazlumların gönülleri alındığı vakit yağmaya başlar. Kimsesizlerin derdine derman olunduğu vakit çağlar. Yetimlere hakkıyla sahip çıkıldığı vakit coşar. Çorak gönüllere kapı açılınca kaynar. Âciz muhtaçlara kol kanat gerilince şelâleler misâli akmaya başlar.
Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn!