MİZAÇ ÜZERİNE

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCItali@yuzaki.com

 

 

 

İnsan tasnif ederek düşünür. Kategorilere ayırarak, ayrıştırarak tarif eder, anlar ve öğrenir.

 

Her bir insan ayrı bir parmak izi gibi eşsizdir; lâkin onun da huyunu, seciyesini ve karakterini tasnif etmek mümkündür. Ahlâk kitapları, övülmüş ve yerilmiş huyları zikrederek insanları takdir edilenlere yönlendirir ve kınananlardan uzaklaştırmaya çalışır.

 

Eğitimin, irşâdın ve ıslahın bir problemidir:

 

Kime hangi telkinde bulunmalı?

 

Kadîm usûl; eğitimcinin ve irşâd ehlinin firâseti ve eğitilenin, müsterşidin mahremiyeti arasında bırakıyordu sanki meseleyi. Çünkü;

 

•Kusurları fâş etmek doğru değil,

 

•Yüzüne karşı övmek de hoş değil ve tehlikeli.

 

Son zamanlarda mizaç üzerine sistemler revaçta.

 

Enneagram, 9 mizaç tipi. Kanatlarıyla beraber insanları 18 grupta mütalâa ediyor.

 

•16’lı bir başka mizaç sistemi de var.

 

Aslında psikoloji ilmi;

 

•Piknik tip, atletik tip, astenik tip,

 

•Tek çocuk, ilk çocuk, ortanca, son çocuk gibi tasnifler yapagelmiştir.

 

İrsiyet, coğrafya, iklim, yaşanan yer, çevre, gıdâ, eğitim ve benzeri birçok husus üzerinden insanlar tasnif edilmeye çalışılmıştır.

 

Kadîm mizaç ilminde de;

 

•Demevî, lenfâvî, safravî, balgamî 4 tip vardır. Günlük dile kadar giren kara sevda, melankolik gibi tabirler bu mizaç ilminden gelir.

 

Aslında ilm-i ahkâm-i nücûmunda; gaybı kurcalayan, dîne ve ilme uymayan tarafları bertaraf edilirse, geriye mizâca, karaktere taalluk eden bir psikolojik tahlil hulâsası kalıyor: Ateş, hava, toprak ve su… Öncü, değişken, sabit vb.

 

Son zamanlar meşhur olan mizaç usûlleri; insanlara kendilerinin, yakınlarının, evlâtlarının, talebelerinin, müşterilerinin ve çalışanlarının mizaç tiplerini tespit edip, bunların artı ve eksi yönlerini öğrenip, bunlardan istifade etmeyi öğütlüyor.

 

Bütün bunların istifadeye medar yönleri var. Lâkin birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum:

 

KİME GÖRE, NEYE GÖRE?

 

Bu sistemlerden meselâ Enneagram’ın Orta Asya’dan kadîm dervişlerden devşirildiği, lâkin Amerikalı bir uzman tarafından sistematize edildiği söyleniyor.

 

Evet;

 

“–Biz körü körüne kabullenmiyor, birtakım testler, anketler neticesinde kendimiz de bizzat kontrol ve tevsik ederek bunları kullanıyoruz.” diyebilirsiniz.

 

Lâkin; bir sistemi öyle veya böyle kabul ettikten sonra, artık müsellem noktalar oluşturmuş olabilirsiniz. Yeryüzünde bâtıl, muharref, uydurma her türlü sistemin müşterisi var. Çünkü sistem körlüğü diye bir şey var.

 

Şu âyet-i kerîmede, sistem körlüğünü açıklayan bir tehdit var:

 

“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”(en-Nisâ, 115)

 

Daha evvel bir yazımızda bahsettiğimiz hükümdârâne üslûpla ifade edilen ve; “Onu o yönde bırakırız.” diye tercüme edilen ifadeye dikkat… Aslen bu ifade; “Onu o yola Biz sevk ederiz.” mânâsında.

 

Yani yazımızda ifade edeceğimiz temel akîde prensiplerine ters düştüğü hâlde, herhangi bir yolun esaslarını doğru mu diye incelemeye, benimsemeye devam edersek, kendimizi onu tasdik ederken bulabiliriz!..

 

Neticede bunların, insanı anlamaya yönelik beşerî birer gayretten ibaret olduğunu unutmamak gerekir.

 

AKÎDEMİZ ve YARATILIŞ

 

Hemen her hususta; ama bilhassa yabancı menşeli fikir, cereyan ve anlayışlar mevzubahis olduğunda, önce sağlam bir akîdeye sahip olmamız ve her bir bilgiyi buna göre ele almamız zarûrî

 

Rabbimiz bizleri imtihan etmek için yaratmıştır. Mükellef, gücünün yettiği emirlerle muhataptır. Bir başka ifadeyle, mükellef olduğu emir ve yasaklar, gücünün yettiği muhtevâdadır.

 

Bugün mizaç gibi daha su götürür, daha umûmî ve sübjektif bir husus ile karşı karşıyayız. Lâkin batıda genleri araştıranlar, bazen şöyle bilgiler atıyor ortaya:

 

•Seri kātil geni… İnanç geni… İyilik geni, kötülük geni… Cinsî tercihte değişiklik geni…

 

Emekleme devrindeki bir sahada, üstünkörü aceleci birer sözde tespittir bunlar. Henüz genlerin tam mânâsıyla hangi vazifeleri yaptığı bilinmemektedir. Üstelik birbiriyle aynı gene sahip ikiz kardeşlerin de ne fizyolojileri ne de psikolojileri birbirinin aynıdır. Genlerin ifadeye dökülüşünde ve epigenetik denilen sonraki etkilerle iş değişmektedir. Hele karakter, karar, tercih gibi mevzularda «irade» diye bir husus devreye girmektedir.

 

Hâsılı;

 

İşin akîdeyle uyuşmayan tarafı şu: Kātil doğmuş bir insana; «Cana kıyma!» emrini vermek, inanç genine sahip olmayan bir insana; «Îmân et!» demek insaf ile bağdaşacak mıdır?

 

Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde yahudilerin bir sözüaktarılır ve reddedilir:

 

(Yahudiler peygamberlerle alay ederek);

 

«–Kalplerimiz perdelidir!» dediler.

 

Hayır; küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.”(el-Bakara, 88)

 

“Sözlerinden dönmeleri, Allâh’ınâyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve;

 

«–Kalplerimiz kılıflanmıştır!» demeleri sebebiyle (onları lânetledik, onlara türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesnâ artık îmân etmezler.”(en-Nisâ, 155)

 

Tefsirlerde; “Kalplerimiz kılıflı, perdelidir.” sözüne çeşitli îzahlar getirilmiştir. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın her iki âyette de bu sözü reddedişi ve ardından onların böyle hissetmesini sağlayan gerçek sebebi bildirmesi mânidardır:

 

Yani onlar;

 

“–Allah bizi hakikati anlayamayacak şekilde yarattı!” diye yaratılışlarını suçluyorlar. Allah Teâlâ ise âdeta;

 

“–Hayır; bu, yaratılıştan itibaren böyle değildi. Siz küfür ve isyanlarınızla buna müstehak hâle geldiniz!” buyuruyor.

 

Materyalizmin sonu budur. Çünkü ruh ve nefis gibi mânevî uzuvları, şeytan gibi varlıkları kabul etmezseniz, her şeyi maddî, fizikî dünyadan temellendirmek zorunda hissedersiniz. Böyle olunca, genlerde vs. sebep ararsınız.

 

Lâkin bizler, maddenin ötesinde rûha, nefse inanıyoruz. Gayba inanıyoruz. İnsanların kaderlerinin yazıldığı gayb ise, insanların temâşâ ettiği yıldızlarda, muttalî olabileceği genlerde, çözebileceği mizaçlarda yazılı değildir. Bunlar sadece şahâdet âlemindeki malzemelerdir.

 

Ayrıca; imtihan gereği insanın kesplerinde, tercihlerinde hür irade sahibi olduğunu biliyoruz.

 

Yani muharref hıristiyanların aslî günah anlayışı gibi, herkesin belli günahlarla doğduğu anlayışına bizi sürüklememeli mizaç sistemleri.

 

Bu girişten sonra akîde ve mizaç irtibatı için bazı temel prensipler koymak zorundayız:

 

Hangi mizaçtan olursak olalım, Allâh’ın bütün emir ve yasaklarına muhatabız.Mizâcı biraz daha; «İnsan Kaynakları», eğitim ve meslek seçimi gibi alanlarda sınırlayarak kullanmak bu yolda daha doğru olur.

 

Hatırlayalım:

 

Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Benim az malım var. Ben korkak bir insanım. Savaştan kaçarım.” diyerek sadaka ve cihad hususunda bey‘at etmekten kaçınan kişiyi tasdik etmedi;

 

“–Cenneti nasıl kazanacaksın?” diyerek, kendisinde var olduğuna şartlandığı eksiklerin üzerine gitmesini telkin etti.

 

O sahâbî de derhâl gönül dünyasına çekidüzen vererek, bütün esaslara bey‘at etti. (Ahmed, V, 224)

 

Peygamberimiz, kimi hangi vazifeye gönderecek ise kabiliyetlerini gözetmiştir.

 

Meselâ kumandanlığa buna fıtraten elverişli kişileri vermiştir. Ama seferberlik varsa, eli ayağı tutan hiç kimseye; “Siz uygun değilsiniz gelmeyin!” dememiştir.

 

Herkes belirli vazifeleri bir seviyeye kadar yapmak mecburiyetindedir. Anne-baba olan herkes bir miktar; «râî / çoban / idareci» olmak mecburiyetindedir. Ama sabırlı, tahammüllü olmayan kişi, tam zamanlı bir muallim olmayabilir. Ama o da bir yere kadar emr-i bi’l-mâruf ile mükellef değil midir?

 

KENDİMİZE ve BAŞKALARINA BAKIŞIMIZ

 

Gördüğüm kadarıyla bu tarz sistemlerin en büyük faydası, beşerî münasebetlerde ortaya çıkan problemlerin altında yatan farklılıklarda bir anlayış oluşturması.

 

Yani kişi; sürtüşme yaşadığı eşi, çocuğu, patronu veya arkadaşının, kızdığı, mağduru olduğu huyunun sebebini teşhis etmiş oluyor. O kendisine gıcıklık olsun diye değil, filân mizaçtan olduğu için böyle yapıyormuş. Bunun temelinde de şu yatıyormuş gibi bir fark ediş.

 

Burada bu tarz bilgilerin;

 

•Kendimiz hakkında olanlarında bir sahiplenişe,

 

•Başkaları hakkında olanlarda da bir sû-i zanna sebebiyet vermesi söz konusu olabiliyor.

 

Aslında, bu mizaç sistemleri, her bir tipin sağlıklı ve sağlıksız hâllerini de anlatıyor.

 

Hattâ sağlıklı yolda ilerledikçe; insanların artık mizaçları ayırt edilemez derecede, kâmil bir kişiliğe doğru gidecekleri de bildiriliyor.

 

Fakat popülerleşen her şey gibi, bu tecrübî ilimlerde de endişe ettiğimiz durum yaşanabilir:

 

Meselâ;

 

“–Ben sekiz mizaçmışım, benim çalışanlarımı ezmem normal.” diyen kişi, kul hakkından kurtulabilir mi? Elbette hayır.

 

“–Ben yedi mizaçmışım, ben sabır ve sebat isteyen rutinlere uygun değilim.” diyen kişi, devamlılık isteyen farzlardan ve mecburi vazifelerinden muaf mı olacak? Elbette hayır.

 

Diğer ihtimal daha kuvvetli:

 

“–Filân arkadaşım filân mizaç, onun için şu olumsuzlukları ondan beklemeliyim! Ona güvenmemeliyim. O, şu işi yapamaz.” ve benzeri peşin hükümler… Yani bir nevi mizaç ırkçılığı…

 

Bu tür hatalardan kurtulmak için, ahlâk gerekiyor. Tıbbın, eğitimin, avukatlığın nasıl meslekî bir ahlâkı varsa, bu yaygınlaşan mizaç çalışmalarının da bir ahlâkî prensipler bütünü olmalı.

 

Meselâ tasavvufta:

 

Muâhezeyi nefse, müsamahayı gayra…” prensibi var.

 

Nefsimizden her kötülük beklenir. Sadece mizâcındaki değil, her kötülük. Onunla sürekli mücâhede etmeli.

 

Nefsi; «Yapamam!» dediği şeylere zorlayıp; «Mecburum!» dediği şeylerden vazgeçirmeye ahdetmeli. Burnunu sürtmeli…

 

Fakat başkaları hakkında hüsn-i zan ile memuruz. Onlar hakkında ümitvar olacağız. Aldansak da şans vereceğiz. Buna da Kur’ân’dan bir misal verelim:

 

Her yetimin, bülûğ çağına geldiğinde karşısında iki ihtimal var:

 

Reşid, mâlî kararlarında olgun olması.

 

•Sefih, mâlî kararlarında çocuksu, savurgan olması.

 

Cenâb-ı Hak;

 

“Yetimleri bülûğ çağına varıncaya kadar imtihan edin. Eğer olgunluklarını hissederseniz, mallarını kendilerine verin!..” (Bkz. en-Nisâ, 6; ayr. bkz. el-Mümtehine, 10)buyuruyor. Yani o kişinin mizâcına göre, zannınıza göre değil, imtihana göre karar vermek gerekiyor.

 

Mizaç tespitleri bize zaman kazandırabilir. Fakat bizi vebâle de düşürmesin!

 

Netice;

 

Mizaç hususunda;

 

İnsan denen varlığın kategori kabul etmeyecek derecede eşsiz olduğunu hatırdan çıkarmamalı…

 

Tevbe, dönüşüm, değişim, yeniden doğmak gibi hakikatlere inanmalı. Kendimiz için de muhataplarımız da için de değişime şans vermeli. Eğitime inanmalı.

 

Mizaç sistemlerinin neticede beşer kurgusu olduğunu unutmamalı… Onlara mistik mânâlar yüklememeli…

 

İnsanın basit temel yatkınlıklar dışında, imtihan edildiği her hususta hür iradeye sahip ve mükellef olduğunu unutmamalı…

 

Yapacağımız tespitler üzerine bina edilerek alınacak kararların (meselâ bir şahsın denenmeden, tâlip olduğu bir vazifeden, bizim iddiamızla elenmesi gibi), kul hakkı olacağı unutulmamalı…

 

“Şüphesiz Biz ona (insana) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör!” (elİnsân, 3)

 

“De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.”(elİsrâ, 84)

 

“Herkesin yöneldiği bir yönü, bir kıblesi vardır. (Ey mü’minler!) Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kādirdir.”(el-Bakara, 148)