NİYET ETTİM UMRE ve HACCA HAZIRLIK YAPMAYA!

Raif KOÇAKraifkocak@gmail.com

Modernizm, hayatımızın her ânını esir almış durumda. Yememizden içmemize, giyim kuşamdan kullandığımız her türlü araç gerece, hattâ artık ibâdetlerimizin şekline ve mahiyetine bile tesir etmeye başladı. Evvelden insanlar bazı şeylere zor ulaşabiliyor, elde etmek için hayli gayret sarf ediyorlardı. Bundan dolayı da ellerindeki nimetin bir kıymeti vardı ve insanlar da o kıymeti muhafaza ediyorlardı. Şimdi bir nimete ulaşmak ne kadar kolaysa, o nimetin kıymeti, mânâsı o derece azalıyor maalesef. Bu çağ, insana her şeye ulaşabilme ve bir şekilde ona sahip olma imkânı getirdi. Herkes; istediği şeye, arzu ettiği mala, mülke, imkâna, on yılını, yirmi yılını ipotek ederek sahip olabiliyor. Artık cevâzı, fetvâsı, ruhsatı kimsenin umurunda olmuyor. «Ben istediğime sahip olayım, ona buna teşhir edeyim, caka satayım da neticesi ne olursa olsun…» düşüncesinde artık birçok insan.

 

İçtimâî değişimler ve dönüşümler, yavaş yavaş meydana geliyor. Küçük ayrıntılar, zaman içerisinde büyüyerek asıl mânânın yerine geçebiliyor. Onun için, problem küçükken müdahale etmek ve zarara en başında mâni olmak akla en uygun bir davranış olacaktır kanaatindeyim. Belli bir süredir gerek çevremizden şâhit olduklarımız gerekse sosyal medya kanallarından önümüze düşen görüntüler sebebiyle, gönlümüzde bir burukluk mevcut. Umûmî olarak değil, ancak kāhir bir ekseriyet için turistik gezi kıvâmına dönüşen umre ziyaretleriyle alâkalı bir özeleştiri ve îkaz mahiyetinde birkaç kelâm etmeyi vazife addettim kendime. Hâşâ bu hususta ahkâm kesecek biri değilim; lâkin birilerinin bu gidişe dair bir dikkat çekmesi, îkaz etmesi ve ahvâle dair gündem olması açısından böyle bir mevzuda kalem oynattım. Zira iş şîrâzesinden çıktı, artık anormal olan şeyler bile normal karşılanmaya başladı. Belki sesimiz bir yerlerde yankı bulur, nasibi olanlar da;«Bu işin doğrusu ne?» diye kaynaklardan bakıp, işin yeniden asıl mecrâsına dönmesine vesile olur umudundayım.

 

Yazıya hazırlanırken önüme düşen bir paylaşımda, umreye giden bir çiftin yayınladıkları «umre mevlidini» seyrettim. Dedim ya modernizm her şeyimizi esir aldı diye. İbâdetlerin şeklini, özünü, mahiyetini ve mânâsını bile değiştirmeye başladı maalesef ve bu gidiş çok tehlikeli bir yere doğru ilerlemekte. Birilerinin; doğruların anlaşılması ve idrâk edilmesi hususunda bir gayret sarf etmesi, elzem olmaya başladı. Seyrettiğim videoda; genç hanım ve eşi beyefendi, sanki bir düğün, nişan veya sünnet töreni yapıyorlarmış gibi (ki bu insanların düğün törenlerine de bir bakmak lâzım) belki de umreye harcadıkları paranın daha fazlasını harcayarak bir organizasyon yapmışlar. Davetliler, hediyeler, ikramlar, süslemeler filân akıl alır gibi değil.

 

Bid‘at-i seyyienin de seyyiesi bu manzara.

 

Burada belki birileri çıkıp; «Yahu adamın parası var, istediği gibi harcar, kimse karışamaz!» demesin sakın. Elbette kişinin parasını nasıl harcayacağına karışamayız. Lâkin bu din bize kadar; hassas ölçülerle, büyük fedâkârlıklarla, zorluklarla yoğrularak ulaşmış. Şimdi çıkıp birilerinin bu işin mânâsına, mahiyetine müdahale edip, değiştirmesine ve bozmasına sessiz kalmamızı kimse bizden beklemesin. Biz hakkı söyleyelim, hakikati îzah edelim, doğruyu ve eğriyi tarif edelim de isteyen istediği yoldan yine yürüsün, biz vazifemizi îfâ edelim derdindeyiz.

 

Anormal manzaralar sadece bunlar değil tabiî. Kâbe’de tavaf yaparken canlı yayın yapmak, tavafı telefon veya kameraya çekmek, orada yaptığı her şeyi bir şekilde kaydedip sosyal medya adreslerinden paylaşmak artık tabiî ve normal hâle geldi. Kâbe manzaralı isimlerin yazıldığı duâ kâğıtları veya isme özel videolu selâmlar filân artık yaygınlaşmaya başladı ve doğrunun yerine geçti. Belki abartılı gelebilir bu ifadeler; ama o paylaşımları gören, o görüntüleri seyreden herkes; “Bu işin «raconu» bu!” deyip, bunu bir adım daha ileriye taşımanın ve bunu nasıl daha farklı yapabilirimin derdine düşüyor.

 

Malûm bir şeyde bozulma başlamışsa, bunun bir birimi ile yüz birimi arasında mahiyet olarak çok fark kalmıyor. Zira ikisi de özden, hakikatten, asıldan uzaklaşmış oluyor. Mukaddes mekânlarda buna benzer hareketleri yapanlar, belki şu gerekçe ile bunları yapıyorum diyebilir:

 

«Buraya herkes gelemiyor, göremiyor. Bundan dolayı insanlar görsünler, hasretlerini gidersinler, diye yapıyorum.» diyebilir.

 

Lâkin bazı şeylere ulaşmaya çalışan, onun hasreti ile yanıp tutuşan; belki de oraya gidip o mekânların mânâ ve mahiyetinden habersiz olanlardan daha fazla ecir ve sevap kazanıyor olabilir.

 

Yapacağımız her amelin, her hareketin, her fiilin öncesinde kalbimizde ona dair bir niyetin oluşması gerekiyor. Niyete düşen, daha sonra amele dönüşebiliyor. Burada işin en can alıcı noktası şu ki, amellerin kişinin niyetine göre değerleniyor olması (Bkz. Buhârî, Îmân, 41) ve yine Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz bir başka hadîs-i şerîfinde;

 

Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”(Câmiu’s-Sağîr, II, 194) buyurarak bu hususta bizi daha dikkatli olmaya sevk ediyor.

 

Başlıktaki ifade; bu bağlamda bir amele, bir sevâba, bir ibâdete niyet ederken, aslında nasıl bir hazırlık yapmamız gerektiği noktasında bir ufuk olması açısından, âcizâne bir tavsiye niteliği taşıyor.

 

«Peki bu hazırlığın nasıl olması gerekiyor veya hazır olunca nasıl bir manzara ile karşılaşacağız?» diyenler için ise, yakın zamanda umre ziyaretini yapan iki dostumun; hem gitme öncesindeki hem de döndükten sonraki hâtıraları ve müşâhedelerinden aldığım dersi aktarmak arzusundayım:

 

Evvelâ bu mekânlara giderken, hâlis niyetle hareket etmek zorundayız. Zira niyet, amelden kıymetli. Yaptığımız samimî niyet ve bu niyete göre gösterdiğimiz samimiyet, gönül dergâhımıza o mekânlardan gelecek feyiz, bereket ve ikramların kapısını açacaktır. Kalbimizi, gönlümüzü oraya ne kadar hazırlarsak, oradan o derece istifâde edebiliriz.

 

Mekke’ye gidince; Hazret-i Âdem’den Peygamber Efendimiz’e, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin, bu mekânda yollarının kesiştiğini düşünmek, insanlığın başlangıcının ve bitişinin bu mekân ile bağlantısını tefekkür etmek gerekiyor.

 

Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’in ilk tebliğ yıllarını, yaşadığı zorlukları; sahâbe efendilerimizin çektikleri çileleri düşünmek, onların yaptığı fedâkârlıkları hissetmeye çalışmak, onların yaşadıklarını anlamak ve hissetmek için onlarla râbıta kurmak bize çok şey kazandırabilir.

 

Medine’de ise Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’in misafiri olduğumuzu; O’nun yaşadığını ve bizim O’nu ziyarete gittiğimizi hayal ederek yaşamak, günlerimizi bu hissiyat ile geçirdiğimizde, O’nu görme bahtiyarlığına ermek ne güzel ikrâm olur. O’nun çektiği sıkıntıları anlamak ve hissetmek için Uhud’a yürüyerek gitmek, okçular tepesine çıkıp savaşı seyretmek ve; «Buradan ayrılmayın!» emrini Rasûlullahsallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’den aldığımızı düşünerek hareket etmek. Sonra şehidlerin efendisi Hazret-i Hamza –radıyallâhuanh-’ı, Mus‘ab bin Umeyrradıyallâhuanh’ı ve Uhud şehidlerini ziyaret etmek, onların ikrâm ettiği o güzel kokuyu teneffüs etmek ne güzel olur değil mi?

 

Bunları görenler yaşayanlar var mı? Evet bu hissiyat ile gidince; oraya gönlümüzü, zihnimizi, nefsimizi hazırlayıp; ilâhî ikramlara muhatap olmak için seyahat edersek, bunların daha fazlasını bile görüp yaşama imkânı buluruz. Birilerine göstermek için değil; arz-ı hâl için gidersek ve oraya uygun davranırsak, ikram ve lütuf kapıları açılacaktır inşâallah.

 

Rabbimiz; Kâbe’ye benzeyen kalbimizden, kendinden başkalarını temizleyip arındırsın. Kalbimizi, gönlümüzü ilâhî ikram ve lütuf tohumlarına müsait hâle getirsin. Oraya her gidenin gönlünü, sırf kendi rızâsınamuvâfık hâle getirsin, ikram ve lütuflarından istifâde ettirsin. Âmîn