ŞEHİR, AİLE ve KADIN

H. Kübra ERGİNhkubraergin571@gmail.com

 

 

Geçen yazımızda nüfus yaşlanması ve çocuk sayısının azalması konusunda yazarken, feminizm ve kadının ailedeki rolü bahsine özellikle girmedim. Çünkü bu tek bir yazıya sığmayacak bir konu.

 

Şimdiye kadar bu konuda çok şey yazıldı. Genellikle ailenin zayıflamasından ve çocuk sayısının azalmasından, kadınlar ve kadının rolünün değişmesi sorumlu tutuldu. Ama yaşanan örneklere yakından bakınca tutarsızlıklar görülüyor. Geçenlerde bir anne ile dertleşiyoruz:

 

“–Karı koca ayrı ayrı tatile gitmişlerdi. Dönüşte boşanmaya kalkıştılar…” diye söze başladı.

 

Oğluyla gelininin boşanma kararları konusunda çok üzgün olduğu yüzünden okunuyordu. Babaanneleri olarak en çok da iki torunu için endişe ediyordu. Tesellî etmek için uygun bir cümle ararken merak duygusu ağır bastı;

 

“–Tatile nereye gitmişlerdi?” diye sordum.

 

“–Gelinim annesiyle köye gitmiş, oğlum arkadaşlarıyla tatil merkezlerine…” dedi.

 

Tanıdığım birçok dindar, takvâlı arkadaşımın tek çocuk ile veya düşündüğünden daha az sayıda çocuk ile kalmasının sebebi, boşanmaları daha doğrusu terk edilmeleri. Bu hanımların boşanma sebepleri, kocalarının artık farklı bir hayat tarzına yönelmeleri. Anlaşılan ya ailelerinin veya cemaat-cemiyet çevrelerinin yönlendirmesi ile dindar hanımlarla evlenmişler. Daha sonra; iş hayatı, çalışma ortamı, kariyer, servet birikimi derken artık hayat tarzları değişmiş.

 

Ülkemizde de dünyada da yaygın bir durum bu. İş ortamları ile aile ortamı arasında çok derin bir uçurum var. Çalışma hayatında tamamen; batılılaşma, dinden uzaklaşma, liberal değerler, ferdiyetçilik, maddiyatçılık ve bunun getirdiği narsisizmin hâkimiyeti görülüyor. Dînî, ahlâkî kaideler, toplumun örf âdetleri, ebeveynlere karşı vazifeler daha çok aile içinde ve kadınların sorumlu olduğu kaideler hâline geliyor. Böylece birbirlerinden apayrı hayatlar yaşayan, birbirinden uzaklaşan karı kocalar birbirini anlayamaz hâle geliyor. Bir de bunun üzerine boşanmayı kolaylaştıran hukuk düzeni, boşanmanın yaygınlaşması, normalleşmesi ve artık vicdanlarda bir suçluluk hissi bırakmaması da eklenince, yuvaların yıkılması salgına dönüşüyor. Ortada bir sebep bile yokken boşananların sayısı az değil.

 

Bir gün bir televizyon kanalında; boşanma, nafaka gibi konular hakkında açık oturum yapılıyordu. Söz alan avukat; doğrudan yaşanan gerçeğe dair istatistiklerle, rakamlarla konuştu:

 

“Boşanma dâvâları, 1988 yılında yürürlüğe giren 3444 sayılı Boşanma Kanunu’nun etkisi ile hızla artış gösterdi. Bu yıldan itibaren, her yıl boşanma oranlarında artışlar oldu. Önceleri boşanma dâvâlarının büyük çoğunluğu erkekler tarafından açılırken, son zamanlarda kadınlar tarafından açılan dâvâ sayısı artış gösterdi…”

 

Bahsi geçen kanun; tam da Türkiye’ye liberal değerlerin ithal edildiği, küçük Amerika olma rolünün yüklendiği dönemde çıkarılmıştı. O yıllarda Turgut ÖZAL’ın sık sık Güney Kore’yi örnek verdiğini hatırlarım.

 

Elbette boşanmaların artmasının tek sebebi; «Dâvâlar çok uzun sürüyor, daha çabuk neticelensin.» gerekçesiyle çıkarılan bu kanun değildi. Zaten kapitalist düzen ile, aile kurumu arasında bir kan uyuşmazlığı vardı.

 

Aile ile ilgili bir sempozyumun sonuç bildirgesi olan makalelerden birinde okumuştum. Avrupa’dan gelip Amerika’da bir süre yaşayan bir mütefekkir, müşâhedelerini şöyle paylaşmış:

 

“Bugün New York’ta yaşayan bir çiftin, birbirlerine zaman ayırmaları çok zor…”

 

Kapitalist düzenin mega kentlere yığdığı insanlar; gerçek mânâda bir aile reisi, bir ev hanımı, ebeveyn olabilme vasıflarını kaybediyorlar. Bunun yanında insanlar, konforlu bir hayat yaşamalarına aldanıyorlar ama aslında yoksullaşıyorlar ve çocuğun masraflarını yüklenmeye mecalleri kalmıyor.

 

Bugün büyük şehirlerde; ailelerin sahip olduğu daireler ve otomobiller, sadece birer tüketim nesnesi. Hem de günden güne daha masraflı hâle geliyorlar. Eskiden bir ailenin temel giderleri; kira, elektrik faturası, su faturası, kışlık yakıt gideri, gıdâ, giyecek… diye sıralanıyordu. Şimdi; faturalar, aidatlar, masraflar çeşit çeşit… Bir maaşla geçinen kiracılara, artık ev sahipleri ev vermiyor deniyor.

 

Aslında sanayileşme devrinin başında, aileler önemliydi. Hattâ dünya çapındaki büyük şirketlerin çoğu, aile işletmesi idi. Hâlâ sanayi işletmelerinin büyük çoğunluğu, aile şirketlerinin bir devamıdır. Küçük ve orta boy işletmelerde ise, ailenin rolü çok daha büyüktür.

 

Ekonominin daha çok aile şirketleri tarafından yönetilmesinin, birçok yönden büyük önemi var. Her şeyden önce aile şirketleri, ailenin itibarını korumak için iş ahlâkına önem veriyor. Aile işletmelerinin; ülkelerine ve ülkelerinin değerlerine olan bağlılıkları, o ülkenin ekonomisi açısından her türlü duruma karşı dayanıklılık sağlıyor. Tanınmış aile olmanın sağladığı sosyal çevre ile iyi münasebetler, maddî kazancın yanı sıra, farklı dayanışma ve iş birliklerine imkân sağlayabiliyor. Şirketin sahiplerinin; iyi günde, kötü günde çalışanlarına güvence sunması, günümüzde büyük bir problem hâline gelmiş olan iş sadâkatine sahip bir kadroya sahip olma avantajı sunuyor.

 

Aile işletmeleri, aynı zamanda şahsiyet gelişimi açısından da önemli bir rol üstleniyor. Çünkü bir şirkette işe girip yabancılarla bir arada çalışan bir kişiye nazaran, daha fazla ahlâkî kaide ve vazife yüklüyor. Ayrıca iyi günde, kötü günde daha muhafaza edici bir ortam sağlıyor. Kazandığı zaman ailesi için kazanmak, onlarla paylaşmak, kaybedince birbiriyle yardımlaşmak ve zor günleri sabırla geçirmek gibi hususiyetler kazandırıyor. Küreselleşme, dijitalleşme ve metropol insanlarına dönüşme, bütün bu özellikleri kaybettiriyor.

 

Başlı başına bir kitap konusu olabilecek bu konuya, psikolojik problemler açısından da göz atalım. Birçok psikiyatri uzmanının dile getirdiği bir hakikat var, yeni yetişen nesilde psikolojik problemlerde artış var. Yaygınlaşan problemlerden birinin adına borderline deniliyor. Kadınlarda daha sık görülen bu kişilik tipi veya bozukluğunda, kişi âdeta ergenlik çağına takılıp kalmış gibi davranıyor. Dış görünüşüne çok önem veriyor. Kendini başkalarına beğendirmeye ve kendi duygularına, isteklerine saplantılı oluyor. Devamlı öz çekim yapıp; giyindiğini, kuşandığını, gezdiğini, eğlendiğini sosyal medyada herkese ilân etmek ve beğeni almak hayatının maksadı olmuş. Kendi inancıyla, fikirleriyle hayatına yön verecek güce ve gayrete sahip olmayan bu kişilerin tedavisinde, tecrübeli psikologlar;

 

«Bunların tatlı-sert otoriteye sahip ebeveyne ihtiyaç duyduğunu» söylüyor.

 

Aile otoritesi, rehberliği ve vazife paylaşımı birçok insan için fayda sağlıyor. İdarecilik hususunda üstün vasıflara sahip olanlara bir gaye verirken, buna muhtaç olanlara da himaye sağlıyor. Zamanımızda her türden psikolojik bozuklukların en iyi çaresi; ailenin sırf tüketim ortamı olmaması, birlikte üretip yardımlaşma, paylaşma ve birlikte iyilik yapmaya imkân sağlaması.

 

Aile işletmelerinin birçoğu; ziraat, hayvancılık, el sanatları, gelenekten aktarılan üretim biçimlerini de yaşatıyor. Zamanımızda doktorlar, fazla işlem görmemiş tabiî gıdâlarla beslenmeyi tavsiye ediyor. Ama bunları kim üretecek? Köylerde yaşayanların oranı yüzde 6’ya düşmüş ve bazı köylerde bir elin parmakları kadar kişinin yaşadığı söyleniyor.

 

Evet, eski tip ziraat ve hayvancılığı sürdürmek isteyen kalmadı, ama artık gıdâ üretimi de gelişen teknoloji ile şekil değiştiriyor. Artık dronlarla ilâçlama yapılan, otonom traktörlerle sürülen, yapay zekâ ile yönetilen sulama sistemleriyle sulanan, hayvanların kameralarla izlendiği, yürürken tartıldığı tesisler kurmak mümkün.

 

Geleceğin dünyasında, gıdâ üretiminin büyük bir çoğunluğu; örtü altında ve hattâ binalarda yapılacak. Çünkü topraklar tuzlanıyor, kirleniyor. İklim değişiyor, âfetler artıyor. Nakliyat masrafını azaltmak için; şehre yakın yerlerde kurulmuş tesislerde üretim yapmak, avantajlı hâle geliyor.

 

Nesillerimizi yetiştirirken, bu gelişmelerden haberdar olmamız lâzım. Artık ailelerin lüks sitelerde, yüksek aidatlı, bol masraflı dairelerde yaşamak yerine; yeni anlayışla kurulacak, akıllı kasabalarda yaşamaları çok daha sürdürülebilir bir çözüm olabilir.

 

Bir toplumda kadınlar üretken olursa; daha sağlam karakterli, daha ahlâklı ve gerçek mânâda güçlü olurlar. Kadının güçlü olması korkulacak bir şey değildir. Bir ülkenin dünyada hâkimiyet sahibi olabilmesi için, erkeklerin zorlu vazifelere hazır olması lâzım. Bir erkeğin gözü arkada kalmadan vazifelere atılması için de, arkada bıraktığı ailesi için endişe duymaması faydalı olur.

 

Kısacası her bakımdan geleceği inşâ etmek için, kendimize uygun olanı kendimiz seçip inşâ etmemiz gerekiyor. Şimdiye kadar yaptığımız gibi, batının kuyruğuna takılırsak; onların düştüğü durumlara düşmekten kurtulmamız mümkün değil.

 

Fertten cemiyete; devletlerin meselelerinin çözümünden çevre problemlerine kadar birçok derdin çaresi, aile işletmelerinin desteklenmesi olabilir. İslâm dünyasına örnek olacak bir Türkiye için kendi meselelerimize kendi özümüze uygun çözümler bulmamız gerekiyor.