BİLGİNİN VE KÜLTÜRÜN EFENDİSİ OLABİLDİK Mİ?

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Yeni bir gündemle daha günlerimiz geçiyor.

Aslında yeni bir gündem yok. Gazeteciler, yorumcular, siyasîler; günü idare etmek için, geçmiş günlerin konularını biraz değiştirerek sunmaya çalışıyorlar. Sanat, bilgi, kültür, insanların yaşadığı acılar, problemler, toplum meselelerinin sebepleri, çözümleri kimsenin umurunda değil.

İnançlarımız konusunda televizyonlarda oturumlar, konuşmalar yapılıyor. Kaynak kitaplarımızın, dergilerimizin sayısı gün geçtikçe artıyor. İnanç; duygu ve idrakle birleşmediği zaman, kafası işleyen canavarlar yetiştiririz. Sanat ve güzellikte birleşen bilginin, kültürün önemini kavrayamazsak; kendini düşünen, şöhret, para, menfaat peşinde koşan nesiller yetiştiririz.

Köşe yazarlarımız, basın mensuplarımız, sunucularımız, yorumcularımız kültürün efendileri olmazsa, halk bu gidişin farkına varmazsa, milletçe yok oluşun yolunda fark etmeden ilerleriz.

Muhteşem Yüzyıl dizisini günlerdir tartışıyoruz. Böyle bir dizinin yapılma aşamasına elbet birden bire gelmedik.

Yıllarca; kültürümüze, inancımıza karşı olanlarla tartıştık. Düşünmedik ki kaç Anadolu genci, onların tesiri altında kaldı. Önemli olan; inançlı, kültürlü aydınımızın misyon yüklenmesidir. Fedâkârca mücadelenin içinde olmasıdır. Sivil toplum kuruluşlarımızın, zenginlerimizin, aydınlarımızın, siyasîlerimizin çalışmalarını dikkatlice gözden geçirelim…

Son birkaç yıl içinde siyaseti konu alan dizilere bakalım. Siyasî bir grup melek kadar iyi; bütün yapılan işler insanlık için. Diğer grup ise vahşî, bütün olayların müsebbibi. Danışmanlar; bir devrin siyasî olaylarının içinde olan, sonra para ve şöhret uğruna değişen aydınlar. Muhteşem Yüzyıl’ın danışmanlarına, reklâm verenlerine bakınız, oradaki yanlışları nasıl görmezler?

Yılların içinde; sinema sektöründe, tiyatro sektöründe, reklâm sektöründe başarılı olan; millî ve dînî duyguları yoğun yaşarken, fedâkârca çalışmasıyla kendinden söz ettiren kaç insanımız var? Zenginlerimizin, sanata olan yatırımları ne kadar? Sanat konusunda konuşacak eleştirmenlerimiz var mı?

Devlet ve zenginlerimizin desteğiyle spora yapılan yatırımlara bakalım. Gazetelerimizde beş sahifelik spor sahifelerinin yanında, sanata ve kültüre ayrılan yarım sahife ile mi kültürümüz ayakta kalacak? Sanat ve kültürün içinden geçmeyen sporcular millî olabilir mi? Terörün yaşandığı illerimizdeki çocuklarımızla, gençlerimizle, annelerimizle sanat ve kültür mevzuunda birleşip, onları meşgul edebildik mi? Sazı tutan eller, türkü çağıran diller, kabiliyetlerine göre meşgul edilen anneler; molotof kokteyli atabilir mi? Ortak türkülerin, ilâhilerin söylenmediği yerler vatan olmaktan çıkar. Onlara dış güçler, siyasî sloganlar söyletirler.

Yıllarca susan, okuduğuna, seyrettiğine ses çıkarmayanlar; birdenbire bir diziyle coştu. Bu günlere gelirken, geçtiğimiz yollara bakalım.

Bu ülkede, tarihi yanlış yorumlayan romanlar yazılmadı mı? Üniversite hocalarımız, uzmanlarımız neredeydi? Bu ülkede tarihî konuları hafife alan, hakaret eden tiyatrolar yazılmadı mı, sahnelenmedi mi? Bütün bunların karşısında görmedik, duymadık, sustuk.

Kısa bir dönem önce Şems’in hayatından bölümler veren, hakarete varan bölümleri olan, tasavvuf felsefesini sıradanlaştıran Aşk romanı; muhafazakâr gazete ve televizyonların, köşe yazarlarının övgü konusu olmadı mı? Yakında filmi yapılsa aynı rezaletleri görmeyecek miyiz?

Gönlü, kültür aşkıyla yanan insanlarımız; günü birlik heveslerin tutsağı olunca âkıbet kaçınılmaz olmaz mı? Biz; şiir, hikâye, roman yazarak onların etkisi altında mutlu olurken, televizyonun, sinemanın, tiyatronun renkli dünyası bizi büyüleyip sessizleştiriyordu…

Yıl 1987. Türk Edebiyatı dergisinin sahifelerini çeviriyorum. Tiyatro üzerine bir yorumuma göz atıyorum. Güngör DİLMEN’in yazdığı, Yıldız KENTER’in başarıyla oynadığı tek kişilik oyun olan «Ben Anadolu», yıllarca kapalı gişe oynadı. Yıldız KENTER, devlet sanatçısı unvanını da almıştı. Padişah eşleri ve hanımlarını hafife alan, hakaretlerle dolu olan oyun; Kanunî sergisi dolayısıyla Amerika’ya gönderiliyordu.

Eserin fotokopisini, hakaret edilen bölümlerin altını çizerek devrin lâik kesimin insanı diye sözü edilen kültür bakanına ulaştırdım. Sanatçıların biletleri alınmıştı, açıklama yapılmadan iptal edildi.

Aradan yıllar geçti. Bir Türk gününde oynanmak üzere devrin mânevî değerlerine bağlı dediğimiz, bu konuda heyecanlı konuşmalar yapan kültür bakanımızın devrinde oyun, Amerika’ya gönderildi. Telefonla düşüncelerimi bildirdiğimde;

“–Biz ilân ettik. Önce uyarsaydınız.” demişlerdi.

“–Ben basından öğrendim. Siz, oyuna «evet» demeden bir bilene sormadınız mı?” demiştim.

Yazımın sonunda;

“Sanat adına yola çıkanlar, her şey sanat adına diyerek, sanatı oyuncak hâline getirenler, ahlâkî değerlere hakaretler yağdıranlar, onları alkışlayan basın mensupları, vakıf, dernek, cemiyet başkanları, sağduyu sahibi gençlerin tepkisinden sakının!” diye haykırıyordum. Ben bir öğretmendim. Türk Edebiyatı Vakfı’nın ve dergisinin bir neferiydim. Yıllarca yazarak, konuşarak, siyasete soyunarak, işadamı olarak bu işten nemalananlar hangi fedâkârlığın içinde olmuşlardı?

Yine yıllar önce Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen Koca Sinan oyunu vardı. Oyunda Kanunî; cücelerle, sokaktaki sıradan insanın bile yapamayacağı basitlikle şakalaşıyor, aruzla şiir yazan şair, aruzu bilmeden yanlışlarla okuyordu. Oyunun danışmanı öğretim üyesiyle televizyonda yaptığım bir sohbette, danışmana yanlışları sıralayınca;

“–Sizin söylediklerinizin doğru olduğu ne malûm. Siz de ben de o devirde yaşamadık.” demişti. Cevabım;

“–Ben yaşamadım. Aruz bilen bir insan, şiiri aruzla okur; şakalar, içinde yaşadığımız kültürün ürünüdür.” olmuştu.

Sonuç; bu ülke hepimizin. Söylenen şarkılar, türküler; sahnelenen oyunlar; çevrilen filmler; yazılan romanlar, hikâyeler; yapılan reklâmlar… önce köşe yazarlarının, akademisyenlerin, yorum yapanların, sanat çevrelerinin konusu olmalı. Sanat konusunda eleştirmenlerimiz yetişmeli. Onların ilgili konularda yazması, konuşması önemlidir. Sponsor olan, reklâm veren zenginlerimizin sanat konusunda düşünmesi, köşe yazarlarımızın gayretiyle olacaktır.

Belediye başkanlarımız, siyasîlerimiz, gençlik yıllarında sanat üzerinde düşünürlerse; idareci konumuna geldikleri zaman, dikkatli olacaklardır.

«Muhteşem Yüzyıl»daki yanlışları savunanlara tek bir sorum var. Cevaplamalarını isterim:

“Bir belgesel değil, bir kurgu. «Ben böyle yazdım, oynadım, sahneledim…» diyorsunuz. Ben de bir kurguyla isim vererek, sizin ailenizin isimlerini vererek bir oyun yazıyorum, sahneye koyuyorum. Konu: Bir çetenin hayatıdır. Hırsızlıklar, karanlık işler onların eseridir. Aileniz dürüst ve temiz bir hayat yaşamışsa, benden şikâyetçi olmaz mısınız? Benim; «Kurgu bu.» deme hakkım olacak mı?”

Danışmanlık, önemli bir müessesedir. Yapacağımız tenkitlerden en çok danışmanlar sorumlu olmalıdır. Bu sorumluluğu, halk danışmanlara hissettirmeli.

Köşe yazarlığına örnek olarak, Kabaklı Hocadan bir hâtırayı anlatmak isterim. Kabaklı Hoca, on yıl önce Şubat ayında vefat etmişti.

Duygularımız, üzüntülerimiz, heyecanlarımız ve şikâyetlerimiz «Gün Işığında» sütununda dile gelirdi. Askerî vesâyet devirlerinde de korkusuzca seslenen örnek bir yazardı. Günümüzün bazı yazarları o devirde konuşmamışsa veya yanlışları alkışlamışsa, kendilerini mazur gösteremezler.

Yıl 1981. Bir özel okulda verilen tatil ödevi kitaplarına bakıyorum. Hepsi devrin sloganlarıyla dolu çocuk kitapları…

Her yanlışı ihtilâl hükûmetlerine yükleyen yazarlara;

“Bu kitapları da mı askerler bastı?” diye sormak gerekiyor. Bugünün gözde yazarları, o devrin bu kitaplarını çıkaranların dostlarıydı. Çocuklar, bu kitaplarla büyüyecekti. Kitapların özetlerini Kabaklı Hocaya verdim, cesurca yayınladı.

Beni sıkıyönetime çağırıp, bilgi aldılar. Önce İstanbul Valiliği, sonra Millî Eğitim Bakanlığı; bu ve buna benzer kitapların kütüphanelerden toplanması ve yasaklanması kararını aldılar. Zor devirlerde cesur yazarlar konuşur. Hocam, duygularınızın dile geldiği sütunu özlüyoruz, mekânınız cennet olsun!..