İSLÂM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLÂTI
H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com
Gazze’de yaşanan acılar hâlâ dinmemişken ister istemez insanın aklına bir soru geliyor:
İslâm İşbirliği Teşkilâtı ne iş yapar?
Hatırlayalım. Birleşmiş Milletler’in ardından en büyük milletlerarası kuruluş olan İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın 4 kıtada 57 üyesi var. Bu büyük teşkilâtın en başta kuruluş gayesini özetleyen maddelerin ilki şudur:
“Üye ülkeler arasındaki dayanışmayı ve iş birliğini güçlendirmek, mukaddes mekânların korunması ve Filistin halkının mücadelesini desteklemek…”
İlk olarak Türkiye dâhil 24 ülkenin katılımıyla toplanan Rabat zirvesinde alınan çok sayıda karar arasında en mühimi, bütün müslüman ülkeleri aynı çatı altında buluşturan İslâm Konferansı Örgütü’nün kurulması oldu. Zirvede; İsrail’in Kudüs’ü boşaltmasına, 1967 savaşlarında işgal ettiği yerlerden çekilmesine ve İsrail’in tanınmamasına yönelik bir bildiri yayımlandı. 2011’den sonra yeni adı İslâm İşbirliği Teşkilâtı olarak değiştirildi.
Kuruluşundan bu yana en önemli gündem maddesi; Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın kurtuluş mücadelesini desteklemek olan bu kuruluş, 7 Ekim’den bu yana yaşanan katliâmlar karşısında ne yaptı?
Bu teşkilâtın kuruluşuna vesile olan hâdiseyi hatırlayacak olursak, takvimler 21 Ağustos 1969’u gösteriyordu. Kudüs’ten gelen bir haber, ânında gündeme oturdu:
Mescid-i Aksâ’nın güney cephesindeki Kıble Mescidi’nde yangın çıkmıştı. Hıristiyan-Siyonist bir turist, Aksâ’yı kundaklamak sûretiyle yahudilerin tapınağının inşâsı için mekân açmak ve böylece Mesih’in gelişini hızlandırmak istemişti.
Zaten İsrail’in haksız işgali, terör faaliyetleri ve 1967’deki Arap-İsrail Savaşı’nda yaşanan kayıplar karşısında âciz kalan İslâm dünyası, yeni bir felâketle karşı karşıya kalmıştı.
1948’den beri; İsrail işgaline karşı direnişe önderlik etmek için, Arap devletleri arasında bitmeyen bir rekabet vardı. Mısır devleti, Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğini benimsemiş bir ideolojiye ve ordunun faal olduğu bir yönetim sistemine sahipti. Ürdün ise krallık ile yönetilen bir devletti. Her iki devlet de Filistin meselesinde aktif olmak istiyordu.
1967’de başlayan 6 Gün Savaşları’nda Mısır’ın hava kuvvetleri; savaşın ilk günü İsrail uçakları tarafından imhâ edilmiş, İsrail’in kontrolündeki toprakların yüz ölçümü iki katına çıkmıştı. Bu savaşta, 500 bin Filistinli daha mültecî hâline geldi; Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye göç etti.
Bir şeyler yapma ihtiyacı ile 25 Ağustos 1969’da yapılan Kahire toplantısında, «İslam Zirvesi» oluşturulmasına karar verildi. O zamanki Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz’in çağrısıyla; İslâm dünyasının devlet ve hükûmet başkanları, Fas’ın başkenti Rabat’ta bir araya geldi.
Kral Faysal birçok açıdan farklı bir liderdi. «Arap milliyetçiliği» fikrine karşı «İslâm birliği» siyasetini öne çıkarıyor; Mısır, Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerine olduğu kadar, Türkiye dâhil birçok İslâm ülkesine de ziyaretlerde bulunuyordu. Mısır’da Seyyid Kutub’un idam edilmesinden sonra yurt dışına çıkmak zorunda kalan İhvân-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler) mensuplarını himaye ederek Suudi Arabistan’a kabul etmiş, birçoğuna üniversite ve okullarda vazife vermişti. Dünyaca tanınmış mühtedîlerden Muhammed Esed, Malcolm X, Muhammed Ali Clay, gibi müslüman şahsiyetleri ülkesine davet ederek desteğini göstermekteydi.
Kral Faysal, İslâmî siyasetinin yanı sıra ülkesinin ve birçok İslâm ülkesinin en önemli gelir kaynağı olan petrol ile ilgili de önemli adımlar atmıştı. Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezuela’nın 14 Eylül 1960’ta Bağdat’ta bir araya gelerek; OPEC’i (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü-Organization of Petroleum Exporting Countries) kurmalarında büyük katkısı oldu. İleriki yıllarda Katar, Libya, Endonezya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvador ve Gabon’un da katılımıyla; OPEC, dünya petrol üretiminin 3’te 2’sini kontrol eden çok önemli bir kuruluş hâline geldi.
İslâm birliğini oluşturmak adına cesur adımlar atan Suudi Arabistan kralı Faysal; İsrail’i desteklemelerine tepki olarak, ABD ve batılı ülkelere petrol ambargosu başlattı. Petrol fiyatları bütün dünyada hızla yükselirken, küresel nitelikte bir ekonomik kriz baş gösterdi ve ambargo Mart 1974’e kadar sürdü.
İslâm birliğine inanmış müslüman şahsiyetine yakışan bir siyaset izleyen Faysal’ın; Amerika’dan gelen yeğeni tarafından şehîd edilmesi, Suudi Arabistan siyasetinde dönüm noktası oldu. Bu hâdise; Suudi Arabistan başta olmak üzere, İslâm birliğine inanan bütün ülke ve önderlere bir gözdağı vermeyi hedefliyordu. Kral Faysal’ın sûikaste kurban gitmesinden sonra; körfez ülkeleri, batı hegemonyasına boyun eğdi ve İslâm dünyasının meselelerinde pasif bir rol oynamaya başladı. Bundan sonra İslâm İşbirliği Teşkilâtı; ümmetin problemlerine çözüm üretemeyen, hantal bir bürokratik yapıya dönüştü.
Bugüne kadar çeşitli üye ülkelerin ev sahipliğinde 14 zirve, 8 olağanüstü zirve toplantısı düzenleyen teşkilât; Türkiye’nin çağrısıyla 11 Kasım 2023 tarihinde Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da toplandı. Ancak gerçekleştirilen İslâm İşbirliği Teşkilâtı ve Arap Birliği Olağanüstü Zirvesi’nden beklendiği gibi hiçbir çözüm çıkmadı.
İsrail’le bütün ilişkilerin askıya alınması, petrol ambargosu kozunun kullanılması ve İsrail uçaklarına Arap hava sahasının yasaklanması gibi tekliflerin; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas tarafından reddedildiği zirvenin sonuç bildirgesi, sadece dilek ve temennîlerden ibaretti. Bildirgenin en dikkat çekici vurgusu ise, 27. maddedeki cümlelerdi:
“Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Filistin halkının yegâne meşrû temsilcisidir. Bütün Filistinli grupları ve partileri FKÖ çatısı altında toplanmaya ve oradaki sorumluluklarını yerine getirmeye çağırıyoruz.”
Filistin halkını yalnızca FKÖ’nün temsil etmesi ifadesi, Suudi Arabistan yönetiminin Hamas’a -tıpkı İsrail gibi- «terör örgütü» gözüyle baktığını işaret ediyor. Şu anda Suudiler; Gazze’ye yönelik İsrail bombardımanlarını sessizce izliyor ve âdeta İsrail’in, Hamas’ın işini bitirmesini bekliyorlar.
İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın Filistin meselesinde batının etkisinden çıkmayı başaramaması kadar; Irak’ın ve Afganistan’ın işgali, Suriye’deki devlet terörü, Mısır’daki darbe ve zulüm, Yemen’deki, Sudan’daki, Doğu Türkistan ve Arakan’daki yaşanan problemleri görmezden gelmesi de güvenilirliğine ciddî gölge düşürdü.
Hilâfetin ilgā edilmesinden ve Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılmasından sonra başsız kalan İslâm âlemi için büyük umutlarla kurulan örgüt, ne yazık ki hayal kırıklığından başka bir şey va‘detmiyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun 5 üye ülkesinin millî çıkarları doğrultusunda kararlar alınmasının bir benzeri olarak, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nda da bazı ülkelerin sözü geçmektedir. Bugün dünyada ne BM’nin ne İİT’nin problem çözme yeteneği yoktur.
Hattâ başta Filistin meselesi olmak üzere; Suriye’deki iç savaş, Yemen problemi gibi birçok fâcia seviyesindeki ağır meselenin kökeninde, İran-Suudi Arabistan arasındaki gerginliğin doğrudan etkisi vardır. Mevcut durum; çözüm üretmek bir yana, problemlerin kaynağı hâline gelmiştir.
Esasen İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın aktif ve etkili olmasını zorlaştıran birçok problem bulunmaktadır. 57 üye ülke; halkı müslüman olmak dışında, birbirinden siyâsî, sosyo-ekonomik ve kültürel olarak çok farklı özelliklere sahiptir. Her bir üye ülkenin; hâdiselere bakışı, öncelikleri, milletlerarası ve bölge çapında ittifakları, belirli ülkelerle olan ilişkileri farklıdır.
Normalde farklılıklar; bir zenginlik olabilecekken, ümmeti önceleyen bir rûha sahip olmayan idareciler yüzünden, bir problem hâline gelmektedir. Her bir ülkenin kendi iç işleri, kendi ajandaları, kendi çıkarları, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın bir bütün olarak karar alıp icrâ edebilme kabiliyetini olumsuz yönde etkilemektedir.
Bütün bu problemlerin çözümü için en önemli mesele; bu ülkelerin, çağın gerektirdiği eğitime sahip gençlerinin yetiştirilmesi ve görevlendirilmesidir. Bunun için kabiliyetli gençlere yatırım yapmaya ve ortak eğitim programlarında yetiştirmeye ihtiyaç vardır. Ancak ne yazık ki İslâm ülkelerinin çoğu; etnik ve mezhep temelli ayrışmalara, ideolojik kamplaşmalara sürüklenmekten dolayı, gençlerini iyi eğitmekten ve birlik rûhu aşılamaktan uzaklaşmaktadır.
Esasen bu teşkilât; kalkınma, ilerleme ve güçlenme için ihtiyaç duyduğu bütün kaynaklara sahiptir. Yer altı, yer üstü kaynaklara, genç nüfusa, jeopolitik öneme sahip coğrafî konuma sahip olan bu ülkelerin en önemli eksiği; ümmetin birliğine inanmış kadrolarca iyi plânlanmış, iyi uygulanan programları hayata geçirmektir.
Bu durumda İslâm ülkelerinin ortak hareket etmelerine yönelik yeni bir dinamizme ihtiyaç vardır. Bugün İslâm âlemindeki problemler, gençlerin batıya göçmek için yollar aramasına ve Akdeniz’in mültecî mezarlığına dönüşmesine sebep olmaktadır. Bu durum Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığı ve İslâm karşıtlığı (İslâmofobi) problemlerini daha yüksek seviyelere taşımaktadır.
Dolayısı ile, İslâm dünyasındaki bu problemler; gerek coğrâfî konumu gerek tarihten gelen rolü sebebiyle, Türkiye’yi ister istemez etkilemektedir.
Türkiye hem ülke olarak büyük devlet geleneğine sahip olması bakımından, hem yetişmiş insan gücüne ve sivil toplum kuruluşlarına sahip olması açısından, hem de gelişmişlik bakımından, İslâm İşbirliği Teşkilâtı üyeleri arasında kendisinden en çok beklenti duyulan ülkedir. Türkiye’nin; müslümanlar arası yardımlaşma, dayanışma konusunda öncülük yapması da bu gelişmişlik düzeyinin bir sonucudur.
7 Ekim’den bu yana yaşanan olaylara çözüm için Türkiye, somut bir teklif dile getirdi. Türkiye; ateşkesin ilân edilmesini takiben başka devletlerin de dâhil olduğu bir garantörlük sistemiyle, İsrail ve Filistin arasındaki bu krizin çözümüne müdahale etmeyi talep etti.
Milletlerarası hukukta garantörlük; anlaşmazlık tarafı olmayan üçüncü devletlerin ya da milletlerarası örgütlerin, tarafların imzalayacağı bir anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getireceğini kendi garantileri altına almasıdır. Bu yolla garantör olan devletler veya teşkilâtlar, ilgili anlaşmanın ihlâl edilmemesinden sorumludur ve ihlâli durumunda askerî müdahaleye de varan haklara sahiptir. Türkiye; İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nı toplantıya çağırarak, İsrail saldırganlığını durdurmak için aktif rol oynama çağrısında bulundu. Ancak şu âna kadar Türkiye’nin bu teklifine müsbet bir cevap gelmedi.
İslâm coğrafyasındaki bu acı ve gözyaşlarının dinmesi için, müslümanların kendi aralarındaki meseleleri bir yana bırakıp, âcilen birlik olması gerekmektedir.
Geçtiğimiz seçimde sandık başına gitmeyen veya tepki oyu kullanan birçok kişi, Gazze hâdisesinde Türkiye’nin bir şey yapmadığı fikrine sahip olduğunu söylüyor. Ne yazık ki günümüzde her yaştan pek çok kişi, sadece sosyal medya adreslerinde yayılan söylentilere kulak veriyor.
Hepimizin biraz daha fazla kitap okuması, bilhassa yakın tarih okumaya önem vermesi ve hâdiseleri doğru anlaması gerekiyor.