Zaferin Müjdesi ÎMÂNIN GÜCÜ

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Güç lâzım.

 

Güçlü olmak lâzım.

 

Yoksa insan çok âciz. Hele zâlimler karşısında güçsüz milletler, ülkeler, şehirler ve kundaklar çok âciz. Amansız soykırımlara karşı çaresiz yürekler, çok âciz. Hiçbir şey yapamayan zayıflar âciz. Mazlumlar âciz. Masumlar âciz. Bebekler âciz, yaşlılar âciz. Hastalar âciz, mahrumlar âciz. Bazen kuvvet bile âciz.

 

Güç lâzım.

 

Güçlü olmak lâzım.

 

Yoksa insanlık vîrâneye dönecek. Yoksa şehirler, sokaklar, evler harabe kesilecek. Yoksa muhteşem bir medeniyet, enkazdan ibaret olacak. İnsanlık solacak.

 

Solmasın diye;

 

Âcizliği ve zayıflığı büyük bir güç ile kökten bertaraf etmek şart, elzem.

 

Fakat güç ve güçlü olmak deyince; materyalist ve zâlim bir dünyanın öne çıkardığı, sade maddî kudreti anlamak çok yanlış. O zaten gerekli. Maddî kudret, zaten olmazsa olmaz. Her bakımdan lüzumlu. Lâkin tek başına kâfî değil. Çünkü en üst seviyedeki bir maddî kudretin bile eğer hakkını verecek bir bilek ve yürek yoksa, netice yine âcizliktir ve zayıflıktır.

 

Dolayısıyla;

 

Nesle lâzım olan güç, Fatihlerin bileği,

O bileğe gereken Akşemseddin yüreği(Seyrî)

 

Yani îman gücü.

 

Gönülleri bir ve birlikte tutan bir îman gücü. Dirlik içinde yaşatan bir îman gücü. Zulmü değil, adâlet ve merhameti tâc eden bir îman gücü. Birbirimizi kin ve nefrete bulaştıran değil, her şeye rağmen kardeşliğe, muhabbete ve Hakk’a ulaştıran bir îman gücü. Rahatlık, keyif, tembellik, rehâvet, gaflet, oyun, eğlence ve zevk u sefâ peşinde hayvânî duygularla insanı cüceleştiren değil; bilâkis gece-gündüz maldan ve candan fedâkârlık, gayret, şuur, irade, dirâyet, güzel ahlâk, merhamet ve ulvî gayeler etrafında Hak yolunda dertlere derman bir kul eyleyerek insanı yüceleştiren bir îman gücü.

 

İslâm tarihinin gözleri kamaştıran bütün muvaffakiyetleri, zaferleri ve fazîletleri hep bu îman gücünün eseridir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başlangıçta sadece bir gönüldü. Güçsüz ve zayıftı. Sahip olduğu îman gücü sayesinde o bir gönül, sonrasında bin bir gönül oldu. Tüm cihanı rahmet ve hidâyetle dolduran bir nasîbe ve zaferlere ulaştı.

 

Mekke’den Medine’ye hicret emri geldiğinde; geceleyin evinden çıkacağı sırada, onlarca müşrik dışarıda O’nu bekliyordu. Evini kuşatmışlardı. O’nu öldürüp İslâm’ı da güya yok edeceklerdi. Heyhat, O’ndaki îman gücünü ve Allâh’ın O’na olan yardımını hesap edemiyorlardı, O’nun karşısında nihayet mağlûp düşeceklerini bilmiyorlardı.

 

Şiirin diliyle:

 

O Şanlı Yolcu, henüz çıkmadan evinden aman,

Kuşattı hâneyi kātiller, ellerinde ziyan.

Vakār içinde Nebî, baktı kaynayan girişe,

Ne bir telâş, ne tereddüt, ne duydu endîşe;

Avuçla toprak atıp tozdan örtüler dokudu,

Çıkışta Sûre-i Yâsin’den âyeteyn okudu:

Biz onların doladık halkalar boyunlarına.

Gerildi tâ çeneden, kelleler yukarsı yana.

Hem onların çekerek ön ve arkasından set,

Kuşatmışız; göremezler bakınsalar da ebet!”1

Adamların süzülüp geçti içlerinden Nûr,

Ne muhteşemdi dışardan görünmeyen bu zuhûr.

Evet, görünmedi hiç nûru görmeyen göze O,

Göründü gün gibi sevdayla seyreden öze O.

 

İşte böyle bir îman gücü ve Allâh’ın yardımıyla muvaffakiyet hâsıl oldu.

 

Sonra Bedir günü.

 

Mü’min safları çok zayıf ve sayıca çok az idi. 

 

Üstelik;

 

Bu yanda 3 atlı vardı, o yanda 200 atlı. Bu yanda 70 develi yiğit vardı, o yanda 700 çıfıt.

 

Dokuz yüz elli veyâ bin civârı hâinle,

Ebû Cehil yola yüklendi Mekke’den kinle,

Donattılar iki yüz atlı, hepsi öfke seli,

Donattılar yedi yüz kanlı rûhu, hep develi.

Bütün ekâbiri şirkin, o denli hırçındı,

Kuduzdu her biri bir zorbalıkta çın çındı.

 

Medîne’den yola râm oldu şanlı Peygamber,

Yanında üç yüz on üç kahraman sahâbe nefer.

Üç atlı sâdece yetmiş kadar yiğit develi,

Yayaydı tam iki yüz kırkı, anla ahvâli!

 

Savaştan önce Ebû Cehil iki kişi gönderip durum tespiti yaptırdı. Maddeten müşrikler her bakımdan çok güçlü, mânen ise mü’minler her bakımdan çok güçlüydü. Müşrik tespitçiler dedi ki:

 

Ne zırhı var çoğunun -âdetâ- ne bir hüneri,

Fakat şehâdete gelmiş tamâmı, hepsi diri!

Süvâri az, deve az, asker az, hazırlık az,

Fakat yürekleri müthiş, bu ordu alt olmaz!

 

Hakikaten o gün;

 

Maddî güç itibarıyla bakıldığında zâhiren kazanması kesin zannedilen müşrik taraf kaybetti. Zâhiren kazanması imkânsız görülen mü’min taraf ise kazandı. Açıkça, Allâh’ın yardımı, sabırlı ve samimî olan îmanlı yüreklerde tecellî etti.

 

Böylece;

 

O mü’min yüreklerdeki sarsılmaz îman gücüne, o gün bambaşka bir zafer müyesser oldu. 

 

O gün;

 

Müyesser olduğu an yeryüzünde böyle zafer,

Edeple hamd ü senâ, secde etti Peygamber!

Ve ehl-i dîni kibirden uzakta tutmak için,

Hudâ buyurdu peşinden bu muhteşem zaferin:

–O attığın vakit aslında atmadın hiç Sen,

Fakat ki attı Hudâ -ey Nebî- o an zâten.

Kesin bu, hiç sizin öldürmeniz değil onlar,

Bilin ki, hepsini Allah’tır öldüren Kahhâr! 

Bilin, sebep şu; güzel bir keder, belâ vererek,

Onunla her inanan halkı, bir güzel denemek!

Ne şüphe, hep işitendir, bilendir Allâh O!2

Yegâne sâhibi her kudretin O, billâh O!

 

Diyor ki Bedr’e katılmış olan Ebû Dâvûd:

–İçimde müşriği kırmaktı kaynayan maksud.

Bir ismi tâkibe aldım, bırakmadan savaşı, 

Fakat henüz kılıcım değmemişti, düştü başı!

Kim öldüren onu, sezdim, benim dışımda biri,3 

O bir melekti, bu yardım da Rabbimin emri. 

Huvaytıb anlatıyor: –Ben Bedir’de müşriktim.

Gelen melekleri gördüm semâ ve yerde cesim.

 

Kureyş’i katlediyorlardı, düştü kalbime kor, 

Dedim ki Ahmed’i Allâh özel ve tam koruyor! 

 

O gün bu mûcizeden ehl-i şirke yağdı ölüm,

O anda kimseye bahsetmedim, neler gördüm.4 

Açıkça işte bu maksattı, Rabbimin dileği,

Biner biner, O ki, gönderdi lutfedip meleği;

Yegâne kudreti görsün de göz, yalanlamasın,

Akıl da Hazret-i Allâh’ı yanlış anlamasın!

Gönül de gün gibi fark eylesin, hakîkat bir,

Beşer Muhammed’e koşsun, çağıldasın tekbir!

 

Ve bir de; ümmet-i İslâm’a, en zayıf anda,

O denli şanlı büyük bir zafer ki, verdi Hudâ,

Gören desin bu hüner, şüphe yok ki Allâh’ın,

Hasım da, yolcusu olsun yegâne dergâhın.

 

Sebep bu, en zayıfın muhteşem kazanmasına,

Hasımların bile şeksiz görüp inanmasına!

 

Îman gücü ve Allâh’ın yardımı işte böyle bir tecellî. Çanakkale’yi geçilmez yapan ruh da, işte bu îman gücüydü. Orada bizim maddî imkânlarımızın kıyas edilemeyecek kadar üstünde savaş imkânları ve teçhizatları ilen gelen düşman, mağlûp olarak geri döndü. İstiklâl Harbi’nde de aynısı gerçekleşti, 15 Temmuz’da da.

 

İslâm tarihi bunun sayısız misalleriyle doludur.

 

Malûm:

 

Târık bin Ziyad, daha önce köle iken îmanla şereflendi. Ardından büyük bir kumandan oldu. Sonra da bir avuç denecek kadar az bir kuvvetle İspanya’ya çıktı ve orada, kendisinden on kat fazla düşman kuvvetlerini mağlûp etti. Endülüs fâtihi olarak tarihe geçti. Bunun muhasebesi içinde dedi ki:

 

–Şu boynu tasmalı bir hâlde bir köleydin dün,

Edip de Hak seni âzad, kumandan etti bugün.

Yürüttü her yana bayrak elinde şan ve şeref,

Küçük bir orduya ihsân edip büyükçe hedef;

Sonunda fethini İspanya’nın buyurdu kerem,

 

Ve oldu Endülüs’ün tâcı-tahtı sende bu dem.

Dalıp bu devlete zinhâr unutma ey Târık,

Uyan yarın denecek; Rabbinin huzûruna çık! (Seyrî)

 

İşte Tarık bin Ziyad’ın bütün gücü bu îmandı.

 

Bu îmanı;

 

Malazgirt’te de görüyoruz. Kendisinden kat kat fazla maddî kuvvete sahip Doğu Roma İmparatoru Diyojen’e karşı Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan’ın kazandığı büyük zafer de, böyle bir îman gücünün eseriydi.

 

Küçücük beylikten cihan imparatorluğu tesis eden Osmanlı’nın da asıl gücü, îman gücüydü. 

 

İstanbul’un fethi de; elbette Peygamber müjdesine tereddütsüz inanan, gönül veren ve bu yola baş koyan bir îman gücünün eriştiği emsalsiz bir mazhariyet idi.

 

Fetih günü;

 

Tekbîr ile, Hak erlerinin başladı marşı,

Allah sesimiz, tuğlarımız, süsledi Arş’ı.

–Yâ Hak, dedi Han Mehmedimiz, yirmi birinde,

Dağlar aşaraktan nice bâğ açtı zeminde.

Her hâli dehâ, müjde-i Peygamber’e kurban,

İmkânsızı destâna dönüştürdü o Sultan! 

Surlar deviren böyle yiğit görmedi târih, 

–Gördük, dediler: –İşte fetih, işte bu Fâtih

Dehlizdi Bizans, aldı o, hak nûrunu saçtı, 

Îman dolu genç, çağ kapatıp yerde çağ açtı. 

Haykırdı: –Bu gerçek, nicenin gördüğü rü’yâ, 

Fethin zafer imzâsı, bu meşhûr Ayasofya!

 

Bu «feth-i mübîn» merkezde olmak üzere îman gücünün zaferlerini saymakla bitmez.

 

II. Bayezid devriydi. 

 

Padişahın emriyle şair Yakup Paşa, akıncılarıyla birlikte İstirya içlerine kadar ilerlemişti. Dönüşte Kırbova mevkiinde karşılarına büyük bir düşman ordusu çıktı. Osmanlı askerleri yorgun ve az olmalarına rağmen, büyük îman canlılığı ve gücü ile taarruz ettiler. Biliyorlardı ki:

 

“…Allâh’ın izni ile;

 

•Nice az sayıda bir birlik, 

 

•Çok sayıdaki birliği yenmiştir. 

 

Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 249)

 

Hakikaten;

 

O gün, koca bir düşman ordusuna karşı küçük bir kuvvetle büyük bir zafer kazanıldı. 

 

Allâh’ın yardımıyla muzaffer olan bir îman gücüydü bu. Maddî ve mânevî bir kahramanlık destanıydı. Yakup Paşa, bu zaferi mısralara dökerek II. Bayezid Han’a şöyle iletti:

 

Buluştuk düşmanla çün Kırbovâ’da,

Nidâ erişti kim «Kır bû ovâ’da!»

Hakk’ın emriyle itdim bir gazâ kim,

Murad Hân itdi ancak Kôsovâ’da.

Acep mi bu zafer, çün gayb erenler,

Muâvindir bize arz u semâda!

Kılam ednâ kulumu voyvoda ben,

Hudâ fırsat virirse Belgrâd’a!

Benüm Bosna Beyi Dervîş Yâkûb,

Hudâ avniyle irdüm bu cihâda.

Makām ide bana cennet-i Adn’i,

Umarım ol Ganî dâru’l-bekāda.

 

“Sultanım!

 

Düşmanla Kırbova’da karşılaştık. Gökten bir nidâ geldi:

 

–Kır bu ovada!

 

Hakk’ın emriyle ancak Murad Han’ın Kosova’da gerçekleştirdiği şekilde bir gazâ ettim.

 

Görünmeyen erenler, bize yerde ve gökte yardımcı iken, böyle bir zafer, şaşılacak bir şey mi?

 

Allah fırsat verirse ben, en düşük bendemi Belgrad’a voyvoda edeyim.

 

Ben Bosna beyi derviş Yakup’um. Bu cihâda Allâh’ın yardımı ile muvaffak oldum.

 

Umarım ki;

 

Ganî olan Allah, sonsuzluk yurdunda bana Adn cennetini makam eylesin!”

 

Bir başka misal:

 

1542 yılıydı. 

 

Avusturya, Alman ve diğer Avrupa devletleri 100 bin kişilik bir haçlı ordusu oluşturdu. Peşte kalesini kuşattılar. Kanunî Sultan Süleyman Han yola çıktı. Bu esnada Budin Beylerbeyi Yahya Paşazade Bâli Bey, 8 bin yiğitle kaleyi müdafaa etmekteydi. Düşmanın gücü sayı itibarıyla bizden on kat fazlaydı. 1’e karşı 10 kişi idiler. Ancak âyet-i kerîmede; 

 

“…Eğer, 

 

•Sizden, 

 

Sabırlı yirmi kişi bulunursa, 

 

İki yüz kişiye galip gelirler. 

 

Eğer, 

 

•Sizden, 

 

Yüz kişi olursa, 

 

•Kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler…” (el-Enfâl, 65)

 

şeklinde beyan edildiği üzere 1 mü’minin 10 kâfiri alt edebileceğine îtikad ederek büyük bir îman gücü ile Bâli Bey, bir gece ansızın güçlü bir taarruz gerçekleştirdi ve zafer müyesser oldu. 

 

Şiirin diliyle:

 

Gam değil mü’min için olsa da düşmân epeyi,

İnanan bir kişi zîrâ devirir on kişiyi!

İnanan güçlü yiğit, Hakk’a fedâ, ehl-i sabır,

Çok gelen kâfire azken de zaferler kazanır! 

Serde îman gücü oldukça yenilmez o yürek,

Bize Allâh’ın özel yardımı, her çağda gerek! (Seyrî)

 

Hâsılı şanlı İslâm tarihi;

 

Zayıfken ve güçsüzken kazanılmış nice zaferlerle dolu. En ümitsiz anları muhteşem müjdelerle destana dönüştüren tecellîlerle dolu.

 

Her türlü zâhirî ve maddî aczine rağmen yıllardır ve aylardır büyük bir îman gücüyle direnen Filistin ve Gazze ve diğer mazlum coğrafyalar da, inşâallah ehl-i îmânın şuurlanması, fedâkârlıkları, duâları, gayretleri ve bilhassa Allâh’ın yardımıyla kim bilir hangi büyük müjdelere gebedir!

 

Gerçek fatihler der ki;

 

Fethi engelleyemez sur çekerek dağ ve duvar,

Bizde îman gücünün çünkü zafer müjdesi var! (Seyrî)

 

Elbette;

 

Tarihten bugüne bütün zulümler eninde sonunda mağlûp olmuştur. O zulümlerde fedâ-yı cân eden bebekten ihtiyara her hakikî şehid, elbette ölümsüzlüğe ermiş ve ebedî cennetlere kanat açmıştır. Hep böyle olacaktır. İmtihanı kazananların mükâfâtı da, dünyevî ve uhrevî, daima gerçekleşecektir.

 

Ancak hiç gözden kaçmaması gereken büyük bir gerçek daha vardır. O da şudur:

 

Bugün gördüğümüz savaşların kat kat çapında büyük ve görünmeyen savaşlar, daha fazla cereyan ediyor. Ruhlarda ve gönüllerde îmanları yok etmek yönünde dehşet verici, görünmeyen katliâmlar yapılıyor. Dış gözle görünmeyen nice işgaller, istîlâlar ve saldırılar, îmanlı milletlerin ve nesillerinin tertemiz inanç ve ahlâklarını öldürüyor. Onların ailelerini ve cemiyetlerini darmadağın ediyor. Onların merhamet ve hidâyetlerini enkaza dönüştürüyor. Onların şahsiyet ve karakterlerini rezaletten rezalete gömüyor. Onların medeniyet ve irfanlarını bombalıyor. Hak din ve diyanetin üstüne katranlar dökülüyor. Hem de alkışlar altında. Hem de bravolar eşliğinde. Hem de özgürlük diyerek. Hem de; «Kurtuluş ve kişilik bu!» diye diye. Böylece günbegün yaşayışlar ve ölümler, hızlı bir şekilde îmansızlaştırılıyor, ahlâksızlaştırılıyor, vicdansızlaştırılıyor, saygısızlaştırılıyor, sevgisizleştiriliyor. Hem de binlerce, milyonlarca. Görünenlerin yanında bu görünmeyen cinayetler, çok daha büyük, çok daha vahim. Çünkü îmansız ölenlerin âkıbeti, ebedî cehennem. Üstelik hiçbir telâfîsi yok. Ancak îmanlı ölenlerin âkıbeti ise, ebedî cennet ve sonsuz bir zafer.

 

Bu bakımdan İslâm medeniyeti, her şeyden önce daima gönüllerin fethine ehemmiyet vermiştir. Gönüllerde ve ruhlardaki zulmü yenerek rahmet tevzî etmiş ve cihanı huzurla doldurmuştur. Zaten görünen feth-i mübînlere ve onların müjdelerine kıtadan kıtaya asırlardır mazhar olanlar, aslında görünmeyen gönül fetihlerini kazanan gerçek fatihlerdir.

 

Yâ Rab,  

Nasîb et!

Âmîn…

 

_____________________________

 

Yâsîn, 8-9.                            

el-Enfâl, 17.

Ahmed, V, 450.

Hâkim, III, 562/6084.