MALINI CENNET VESİLESİ YAP!

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

İlk müslümanlardan ve aşere-i mübeşşereden Abdurrahman bin Avf  -radıyallâhu anh- Mekke’de doğdu. Ticaretle uğraştı. Müşriklerin baskı ve zorbalıkları sebebiyle önce Habeşistan’a sonra Medine’ye hicret etti. Medine’de ticaret yaparak zenginleşti. Sahâbenin en cömertlerinden olan Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-, 652’de Medine’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dedir.

 

*

 

Sa‘d bin Rebî, hâli vakti yerinde; evi, tarlası, işi, hanımları ve çocukları olan biriydi. Kardeşliğin yapıldığı gün, Sa‘d sevinç içerisinde Hazret-i Abdurrahman’ı bağrına basmış, hemen onu alıp evine götürmüştü. O ilk gece Sa‘d, kardeşi Abdurrahman’ın karşısına oturdu ve konuşmaya başladı. Dedi ki: 

 

“–Ey kardeşim! Sizler îmân adına her şeylerinizi terk edip buralara geldiniz. Allah Rasûlü de sizi bizlere kardeş kıldı. Kardeşlik lâf ile olmaz. İşte bu malım [ve başladı malını saymaya] bunların yarısı benim yarısı senin, işte bu evim yarısı benim yarısı senin. Benim paylaşabileceğim şeyler bunlar ve ben bunların hepsini seninle paylaşıyorum.” 

 

Abdurrahman bin Avf şöyle cevap verdi: 

 

“–Ey kardeşim! Allah malını, mülkünü, işlerini sana mübârek kılsın! Sen, bana yardımcı olmak istiyor musun?” 

 

“–Evet!” dedi Sa‘d. 

 

“–O hâlde bana çarşının yolunu göster, bir de ip ver.” Sa‘d ne kadar ısrar etti ise de kardeşini iknâ edemedi. Ertesi sabah erkenden iki kardeş, Benî Kaynuka çarşısının yolunu tuttular. Sa‘d, Abdurrahman bin Avf’a çarşıyı gezdirdi. 

 

Abdurrahman;

 

“–Tamam! Allah senden râzı olsun, sen gidebilirsin.” dedi. Sa‘d döndü, Abdurrahman çarşıda kaldı ve hamallık etmeye başladı. Mekke’nin soylu tüccarı; şimdi Medine’de sırtında sepetler taşıyor, hurma sandıkları yükleniyor, tüccarların yükünü kaldırıp indiriyordu. O gün akşama kadar çalışmış ve birkaç dirhem kazanmıştı. Ertesi gün sabahın erken saatinde yine pazarda, yine sırtında ipi ile iş kovalamıştı. Bu birkaç gün böyle devam etti. Elinde küçük bir sermaye birikmişti. Şimdi o sermaye ile Medine’nin dışından gelen köylülerden; yağ, peynir ve benzeri şeyler alıp satmaya başlamıştı. Ticareti gün geçtikçe büyüyordu. Daha bir hafta olmamıştı ki, kendine bir ev kiraladı. Kardeşi Sa‘d’a kiraladığı evi söyleyince Sa‘d üzülmüş ve;

 

“–Yoksa ben sana kardeşlik yapamadım mı ki, sen hemen benden ayrılıyorsun?” demişti. Abdurrahman bin Avf, kardeşini tesellî etmiş, derdinin başka bir şey olduğunu ona îzah etmişti. Abdurrahman bin Avf’ın derdi; ticârî kabiliyetini kullanıp, ortaya bir şeyler koymak, helâlinden kazanmak ve onu da Allah yolunda harcamaktı. Bundan dolayı o, böyle davranıyordu. (İbn-i Kesîr, es-Siretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 327-328; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c. 2, s. 1182, 1183)

EKMEL, ECMEL ve AHSEN

 

Hâce Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh-, 1917’de Konya/Kadınhanı’nda doğdu. Ailesiyle birlikte İstanbul’a taşındı. Mektep tahsili ve dînî tahsil gördü. Ticaretle meşgul olmasının yanı sıra birçok hayır işine öncülük etti. Onun öncülük ettiği hayır hizmetlerinden; genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir birçok insan faydalandı. 1950’de M. Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri ile tanıştı. 1984’te şeyhi Sâmi Efendi Hazretleri’nin vefatından sonra irşad vazifesini sürdürdü. 

 

Her an edep, her işte incelik, hizmette zarâfet, vazifelerde hassâsiyet, işlerde ve şahsî hayatta dikkat ve düzen, mahlûkata engin merhamet, deryâ gibi cömertlik ve diğergâmlık hâsılı; ekmel, ecmel ve ahsen mü’min şahsiyetiyle zirve bir nümûnedir. 

 

Sâhibü’l-Vefâ Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh-, 16 Temmuz 1999’da vefat etti. Kabri, İstanbul/Sahrayıcedid kabristanındadır.

 

*

 

Nazım YÜZBAŞI anlatır:

 

“Musa TOPBAŞ Efendi Üstâdımız, bir ara Bandırma Aşağıyapıcı köyündeki bizim bahçeye gelmişti. Orada fakire; 

 

«‒Siz de bir şeyler anlatın.» buyurdular. Fakir şöyle dedim: 

 

«–Efendim, ilk intisâb ettiğim zât olan Kadir Efendi şöyle derdi: ‘29 sene bir mürşide râm oldum, bana iki şey öğrettiler: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
yaptıklarını yap, yapmadıklarını yapma. Ben de onunla yetiniyorum.’ Fakir de bu söz üzere olmaya çalıyorum ve otururken sünnete ve edebe aykırı olur diye ayak ayak üstüne atamıyorum.» dedim. Bunun üzerine Musa Efendi Hazretleri; 

 

«–Nazım Efendi, ben de 38 sene önce Sâmi Efendi Hazretleri’ne intisâb ettim, abdest için çorabımı çıkarırken bile ayak ayak üstüne atamıyorum.» buyurdular.”

 

MİLLÎ MÜCADELEDE KADIN BİR KAHRAMAN

 

Kara Fatma lâkaplı istiklâl kahramanı Fatma Seher ERDEN, 1888’de Erzurum’da doğdu. İşgal edilen vatan topraklarını müdafaa için I. Dünya Harbi’nden sonra milis çetesiyle orduya katıldı. Cepheden cepheye koşarak Millî Mücadele’de yer aldı. Savaştan sonra İstanbul’a yerleşti. Âhir ömründe geçim sıkıntısı yaşayan Fatma Hanım, 2 Temmuz 1955’te vefat etti. Kabri, Kasımpaşa Kulaksız kabristanındadır.

 

*

 

Gazeteci Yekta Ragıp ÖNEN’in 3 Eylül 1936’da Akşam Postası gazetesinde yayınlanan, -o zamanlar bir hayli yaşlı olan- Fatma Seher Hanım’la yaptığı röportajda Kara Fatma harp hâtıralarını şöyle anlatır:

 

“Harap karyolanın üzerinde, binlerce bez parçasından yapılmış yorganı göstererek;

 

«–İşte evlâdım son kalan eşyam. Bir gömlek bir de eteklik. Sürünüyorum. Hayattan çoktan bıktım. Fakat şehid oğlumun emânetleri olan torunlarım için sabrediyorum. Eski günlerin Kara Fatması öldü. Ondan geriye sadece şu gözlerim kaldı. Onlar değişmedi. Tanıyanlar beni gözlerimden tanıyor. 

 

Erzurumluyum. Zevcim Vanlı idi, vefat etti. Seferberlik ilân edilince, çocuklarımı hemşireme emânet ettim. Saçımı kestim, silâh kuşandım ve bir ata binip yola düştüm. O zaman otuz yaşında idim. Üç yüz elli kişilik çete kurdum. Bu çeteyle çok çarpıştık. Umumî Harp bitti, Millî Mücadele başladı. Dört yüz elli kişilik yeni bir çete kurdum. Parası olan silâhını temin etti. Olmayana köyün zenginleri yardım etti. İzmit, Geyve, Taraklı, Mudurnu, Sivrihisar, Eskişehir, Gemlik, Bursa, Bandırma, Balıkesir civarında atımın ayak basmadığı, tüfeğimin patlamadığı yer yoktur. Düşmanla en şiddetli çarpışmaları; Eskişehir, Kaynarca, İznik ve Kütahya’da yaşadım. Taarruz ve baskınlardan önce arkadaşlarımı toplar, onlara;

 

‘Ben bu kadın hâlimle ta Erzurum’dan kalkıp düşmana karşı savaşıyorum. Siz ise erkeksiniz. Peşimden gelip düşmana karşı yiğitliğinizi göstermelisiniz.’ derdim. Bu sözlerim üzerine her biri bir aslan kesilir, düşman üzerine atılır, yan yana çarpışırdık. Ata fevkalâde biner, tüfeği ustalıkla kullanır, gözlediğim hedefi vururdum. 

 

Ceylânımın üstüne bindiğim zaman, harbe girmek için deli dîvâne olurdum. Ölmek, yaralanmak aklımın ucuna bile gelmezdi. Mağlûbiyet görmedim. Çok galibiyet kazandım. Vatanıma karşı zerre kadar bir tehlike sezsem, yine at üstüne sıçrayıp düşman üzerine atılmazsam yuh olsun bana! 

 

Daima atlı gezerdim. Çarpışmalarda üç atım öldü. Son atım düşman hattında vurulup ölünce esir düştüm. On sekiz gün esir kaldıktan sonra kaçarak kurtuldum. 

 

Muzafferiyetten sonra İstanbul’a geldim. Evim yandı, kardeşim öldü. Sefâlete düştüm. Birkaç kere devlet büyüklerinin kapısına gittim. Kapıcılar tersleyip; ‘Bugün git, yarın gel!’ dediler. Ben de bir daha gitmedim. Zaten kimsenin yanına çıkacak ne tâkatim ne kıyafetim var. Böyle sürünüp gidiyorum evlâdım.”

 

 

İNSANOĞLUNUN GAFLETİ

 

Tebe-i tâbiîn’den Süfyân-ı Sevrî -rahmetullâhi aleyh-, 715’te doğdu. Hadis, fıkıh ve tefsir başta olmak üzere İslâmî ilimler tahsil ederek yetişti. İlim dostu, zühd yoldaşıydı. Zühdün esasını; «Dünyalığa sahip olmamak değil, kalbin dünyaya bağlanmamasıdır.» diye tarif eder. Süfyân-ı Sevrî meşhur sûfîlerinden Râbiatü’l AdeviyyeFudayl bin İyaz ve İbrahim bin Edhem ile de görüşerek dostluk kurdu. 

 

Süfyân-ı Sevrî, 18 Mayıs 778’de vefat etti. Kabri, Basra’dadır.

 

*

 

Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruhû-, insanoğlunun gafletini şöyle bir misalle ifade etmektedir:

 

Bir yere toplanmış bir kalabalığa tellâl eğer; 

 

“«–Bugün akşama kadar yaşayacağım!» diyen ayağa kalksın!” diye ilân etse, bir tek kişi ayağa kalkmaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakikate rağmen, bütün halka; 

 

“–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise, ayağa kalksın!” diye ilân edilse, yine bir tek kişi yerinden kalkamaz!