KULLUK, HİZMET, GAYRET ve TEVÂZU

Sami GÖKSÜN

“Bir gece, âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulu (Muhammed -aleyhisselâm-)’ı Mescid-i Haram’dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah -celle celâlühû- noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 1)

 

Mîrâcı haber veren, İsrâ Sûresi’nin bu âyet-i kerîmesinde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kul ifadesiyle zikredilmiştir. 

 

Muharref dinleri bozanlar, peygamberlerini kul seviyesinden çıkarıp, onlar hakkında tanrı, tanrının oğlu, ortağı gibi bozuk telâkkîler uydurdular. 

 

Hâlbuki;

 

Kulluk insanın en şerefli vazifesidir. 

 

Kelime-i şahâdetimizde Peygamberimiz’in; Allâh’ın kulu ve elçisi olduğunu dile getirirken, kulluğun çok üstün bir mertebe olduğunu da anlamaktayız. Kur’ân-ı Kerim’de başka birçok âyet-i kerîmelerde de Peygamberimiz ve bazı peygamberler kulluk vasfıyla belirtilmektedir.

 

Nisâ Sûresi’nin 172. âyet-i kerîmesinde yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

 

“Ne İsa ve ne de Allâh’a yakın melekler, Allâh’ın kulu olmaktan geri durmazlar. O’na kulluktan geri durup kibirlenen kimselerin hepsini (Allah) hesap günü kendi katında toplayacaktır.”

 

Hazret-i Mevlânâ da kulluk mertebesinin yüceliğini ve kul oluşundan duyduğu hazzı şöyle dile getiriyor:

 

“Herkes kulluktan, kölelikten kurtulunca sevinir. Ben ise en büyük saâdeti kullukta bulurum.”

 

İlim, irfan ve idare açısından dünyada insanın ulaşabileceği birçok makamlar vardır. Fakat şunu iyi bilmeliyiz ki, bunların hiçbiri kulluk makamını geçemez. Şu misal de bu konuyu çok güzel açıklamaktadır:

 

Bir gün mürîdândan birisi mürşid-i kâmile gelerek;

 

“–Efendim usûl itibarıyla seyr u sülûkü tamamladım. Ne buyurursunuz?” deyince; mürşidi o zâta; 

 

“–Öyleyse kulluk yapmaya başlayabilirsiniz.” diyerek, kulluğun son nefese kadar devam etmesi gerektiğini belirtmiştir. İnsan her an bunun şuuru içinde olmalıdır.

 

Hürriyetlerin en büyüğü de Allâh’a kul olmaktır. Çünkü Allah Teâlâ’ya lâyıkı veçhile kul olanlar, başkalarına köle olmaktan kurtulurlar. Allah Teâlâ’ya hakkıyla kul olan kimse; ikiyüzlü, içi başka dışı başka olamaz. Haksız, zâlim, âsî, tembel, hasetçi ve bencil olamaz. 

 

Ayrıca; 

 

Allâh’a kulluk, sosyal mes’ûliyet ve vazifelerimizi ifade eden hizmeti de içine alır. Allâh’a kul olmanın en mühim gereği, sâlih amellerimizdir. Sâlih amel; hem Allâh’a karşı günlük ve anlık ibâdetlerimizi ifade eder, hem de sosyal vazifelerimizi ifade eder.

 

Bunun için kulluk yanında Peygamber Efendimiz’in, bir de «hizmetçi» tabirini sevdiğini biliriz. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuştur ki:

 

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

 

“Kavmin efendisi, onlara hizmetkâr olandır…” (Deylemî, Müsned, II, 324)

 

Şehir dışından Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyarete gelenler; içinde bulunduğu topluluklar arasında, O’nu fark edemezlerdi. Çünkü O da herkes gibi işbaşında, hizmette olurdu. Harpte ordunun önünde bulunur, cami yapılırken sırtında taş taşır, evde misafirine ikramda bulunurdu. 

 

Bir gün kırda bulunuyorlardı, sahâbe efendilerimizle birlikte bir koyun kesip pişirilmesine karar vermişlerdi. Sahâbeler kendi aralarında iş bölümü yaptılar. Kimi koyunu kesecek, kimi yüzecek, kimisi de pişirecekti. Efendimiz bu paylaşıma katılarak; 

 

“–Odun toplamak da bana ait olsun.” buyurdu. 

 

“–Yâ Rasûlâllah! Biz onu da yaparız, Siz’in yorulmanıza gerek yok.” dedilerse de Peygamber Efendimiz;

 

“–Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ, kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu.
(Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385)

 

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; çarşı pazardan aldığı eşyayı eve götürürken, O’nu gören herkes, eşyayı elinden alıp taşımak için koşardı; fakat O buna müsaade etmezdi ve şöyle derdi:

 

“Bir insan kendi eşyasını taşımaya başkalarından daha lâyıktır. Ancak zayıf ve âciz olursa ona mü’min kardeşi yardım eder.” (Taberânî, Evsat, VI, 350)

 

Cenâb-ı Mevlâ; havayı, suyu, güneşi, türlü türlü besin maddelerini, hulâsa bütün kâinâtı bizim hizmetimize vermiştir. Bizi de kendisine kul olmak ve dînimize hizmet için yaratmıştır. Bu kâinatta her şey vazifesini yaparken, insan atâlet içinde kalamaz. Vücut makinesinin, ruh cevherinin cilâlanması, yenilenmesi ve normal çalışması hep ibâdet ve Allah için hizmetle mümkün olmuştur.

 

Eğer biz; ibâdetsiz, hareketsiz, hizmetsiz olursak, hareket hâlindeki kâinâtın bir çarkı bize çarpar ve bizi mahveder. İnsan mevkiini bilecek ve ona göre hizmet etmek için canla başla çalışacaktır. Bu hususta merhum Mehmed Âkif ne kadar mânâlı söylemiş:

 

Bir baksana; gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünyâ uyanıkken uyumak, maskaralıktır!

 

Âkif’in hissederek söylediği gibi, zerrelerden kürrelere kadar her şey Allâh’ı hamd ile tesbih etmektedir. Nitekim İsrâ Sûresi’nde de buna işaret buyurulmuştur:

 

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur…” (el-İsrâ, 44)

 

İnsanlar, melekler ve cinlerin mü’minleri ise bilerek şuurlu bir şekilde ibâdetlerini yapmaktadırlar. 

 

İbâdetin ve hizmetin, ruh için huzur kaynağı oluşunun bir anlamı da insanı yalnızlıktan kurtarmış olmasıdır. İbâdetini yapan bir mü’min, kendisini meleklerle ve hattâ kâinât ile beraber görür ve yalnızlığını atmış olur. İbâdet eden kimse sanki bütün kâinât ile bütünleşerek, ama onların en şuurlusu olarak, hattâ bir bakıma onların ve kendisinin ibâdetini Cenâb-ı Hakk’a takdim etmiş olmaktadır.

 

Hulâsa; kulluğun yüce bir makam olduğunun şuuruyla yaşarken, hizmet çarkımızda devamlı dönmeli ve hademe-i hayrât olarak son nefesimize kadar gayretli olmalıyız. 

 

Seyrî ne güzel söyler:

 

Dönüşür inciye ter, ince sanattan sonra,

Taç giyersin yorulan çifte kanattan sonra!

Aldanıp nefsine aslā çileden kaçma gönül,

Bâğ-ı cennet, ateş üstünde Sırat’tan sonra!

 

Cenâb-ı Hak; cümle ehl-i İslâm insanları, bu şuurla yaşamaya muvaffak eylesin. Âmîn…