Gönüllerin Yönelimi KIBLE MESELESİ -7-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr 

 

 

اَلَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ
كَمَا يَعْرِفُونَ اَبْنَ
ٓاءَهُمْۜ وَاِنَّ فَر۪يقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ ۝١٤٦

 

“Kendilerine (daha önce) Kitap verdiklerimiz (yahudi ve hıristiyanlar) O’nu (Rasûlullâh’ı), kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen (yine de) içlerinden bir grup (kıskançlık ve bencillikle) bile bile hakkı (gerçeği) gizlerler.” (el-Bakara, 2/146)

 

Buradaki hitâbın bu şekilde Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın şahsına yöneltilmesi; O’nun arkasındaki müslümanlara güçlü bir telkinin yanında, aynı zamanda sert bir tembih anlamı taşır. Bir yandan Rasûlullah -aleyhisselâm- zamanındaki yahudi söylentilerinden ve kandırmacalarından etkilenen müslümanlar, bir yandan da daha sonraki dönemlerde yaşayan ve kendi dönemlerindeki yahudi ya da diğer kâfirlerin asılsız propagandalarından etkilenen müslümanlar, bu kategoriye girer. Asla girmemeli yani, asla!

 

Bugün, herkesten çok bizler bu îkaza kulak vermek mecburiyetindeyiz. Ama görüyoruz ki, bu büyük hataya çok düşülüyor. Hattâ, buna hata veya gaflet değil de ihânet demek daha doğru olur! Bir yandan yahudi ve hıristiyanların, bir yandan da İslâm’ın dışında oldukları gibi, İslâm düşmanı olanların görüşlerine ve eserlerine yönelmiş çok müslüman var! «Yönelmiş» kelimesini özellikle kullandık ki, «kıble» ile bağlantı kurulabilsin diye! Tarihimiz başta olmak üzere, sosyal hayatımız ve kültürümüz hakkında, onların söylediklerine ve yazdıklarına yönelen gafil ve hâin müslüman, bu yönelmeyle nereye varacağını nasıl görmez! Bu ihânet yönelişi yetmezmiş gibi, bir de kalkıp Peygamberimiz ve sahâbîler hakkında onların yönlendirmesiyle, ileri geri konuşan ve yazan müslüman kimlikli hâinlerin ihânetlerinin, idamlık boyutuna kadar uzandığını nasıl görmezler!

 

Peygamberimiz -aleyhisselâm- ve ashâb-ı kirâma dil uzatan, buna rağmen kendilerini akıllı müslüman zanneden bu hâinler, İslâm büyüklerine ne demezler ki! Piyasada böyle insan tipleri çoktur maalesef. Bu kadar onursuzluk, yönsüzlükten başka bir şey değildir!

 

Kur’ân-ı Kerim; her şeyimizin kaynağı olup, elimizdedir. Sünnet-i Nebeviyye; büyük bir titizlikle tespit edilerek, ikinci kaynak olarak elimizdedir. Ümmeti, ümmet yapan, Allah ve Rasûlü’ne itaat ile Kur’ân ve Sünnet’tir.

 

Kur’ân-ı Kerim, o gün olduğu gibi, kıyâmete kadar gelecek olan bütün müslümanları; yahudiler ile hıristiyanların sözlerine kulak asmamaya, onların yönlendirme girişimleri ile oyalanmamaya çağırıyor! Vahiy, bütün müslümanlara, kendilerine özgü yolda sebatla ilerlemeyi ve yöneldikleri kendilerine has yoldan geriye dönmemeyi, her zümrenin seçtiği bir yön olduğuna göre, hiç kimsenin oyalama taktiklerine aldırmaksızın, hayırlı işlerde birbirleriyle yarışmayı, açıkça telkin ve beyan ediyor. Rasûlullah -aleyhisselâm-; bir yandan böyle beyan ettiği gibi, bir yandan da bunları uyguladı. Ashâbını, buna göre yetiştirdi. Ümmete bunu mîras bıraktı. Bize de Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, Rasûlullah ve ashâbını örnek almak düşer. Kur’ân ve Sünnet’in önümüze koyduğu şey, sadece bir teklif değil, apaçık bir emirdir çünkü.

 

وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلّ۪يهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِۜ اَيْنَ مَا تَكُونُوا يَاْتِ بِكُمُ اللّٰهُ جَم۪يعًاۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ۝١٤٨

 

“Herkesin yöneldiği (yüzünü ona doğru çevirdiği) bir kıblesi vardır ki, o ona yönelir; haydi (ey mü’minler) siz de hayır işlerinde birbirinizle yarışın (koşun). Nerede olursanız olun, Allah sizin hepinizi (huzûrunda toplayıp) bir araya getirecektir. Muhakkak ki Allah; her şeye Kadîr’dir.” (el-Bakara, 2/148)

 

Âyet-i kerîmeler, o günkü müslümanları olduğu gibi, aynı şekilde kıyâmete kadar gelecek olan bütün müslümanları; yahudiler ile hıristiyanların körükledikleri fitnelerle, oyunlarla, yanıltıcı yorumlar ve asılsız söylentilerle oyalanmaktan men ediyor! Her bir müslümanı çalışmaya ve hayırlı işlerde birbirleri ile yarışmaya yöneltiyor. Bu arada; onlara, varacakları son yerin yüce Allâh’ın huzûru olduğunu, O’nun her şeyi yapmaya gücünün yettiğini, hiçbir şeyin O’nu âciz düşüremeyeceğini ve hiçbir şeyin O’nun bilgisi dışında kalamayacağını ortaya koyuyor. Yönelme meselesini, kıble üzerinden tekrar vurguluyor:

 

“Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz ki Allah, neler yaptığınızdan habersiz değildir.”

 

Bu defaki yeni kıbleye yönelme emrinde, yahudiler ile hıristiyanlardan ve onların tutumlarından söz edilmiyor. Bunun yerine hitap, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın, nereden yola çıkmış olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun Kâbe’ye yönelmesini içeriyor. Ayrıca bu kıble değişiminin, yüce Allah’tan gelen bir gerçek olduğu vurgulanarak, bu gerçeğe kesinlikle uyulması konusunda bir îkaza da yer veriliyor: 

 

“Hiç şüphesiz ki Allah, neler yaptığınızdan habersiz değildir.” cümlesinin içerdiği bu uyarı ile, müslüman görünen münafıkların nifaklarını da ortaya seriyor!

 

“Onlardan korkmayın, Ben’den korkun!”

 

Yol belli, yön belli; yola, emredilen yönde yürünecek ve hiç kimseden korkulmayacak!

 

“O tarafa yönelin ki, size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız!”

 

Her şey o yönelişe bağlı! Yönelin ki; «Vermiş olduğum nimeti tamamına erdireyim.» buyuruyor yüce Allah -celle celâlühû-. 

 

“«Lebbeyk yâ Rabbî!» diye gönül coşkusu yaşanmaz mı burada!”

 

Dosdoğru yol olan, hidâyet ile sırât-ı müstakîm üzerinde olmanın, olmazsa olmaz şartı, her yönüyle yönelmektir. Yönelmeyenin, yönü olmaz çünkü.

 

İlk insandan bu yana, bütün toplumların, ibâdetler esnasında belirli bir yöne yöneldikleri bilinmektedir. Kıble olarak seçilen yer veya mekânın ise, genelde mukaddes bir anlamı vardır. İslâm dîninde kıbleyi, kuluna ibâdeti emreden yüce Allah belirler.

 

Unutmayalım ki, bir kıbleye yönelmeyi ilke edinmek, aynı zamanda bir dîne mensup olmanın alâmetidir.

 

Kıble meselesi; öyle basit bir hâdise olmadığı gibi, bir kimsenin kıblesini değiştirmesi veya başka bir kıbleye yönelmesi de öyle kolay bir iş değildir. Kıbleye yönelmekte olduğu gibi, kıble değişikliği de, din ve inanç değişikliği anlamına gelmektedir. Kıbleye yönelmek, bir insanın inanç ve davranışlarında izlediği yolu açıkça ortaya koyar. Kıblesizlik ise, belirsizlik ve başıboşluk anlamına gelir. Bu yüzden de; «Kıblesi belli değil!» sözü ile neye inandığı ve kime hizmet ettiği belli olmayan insanlar kastedilmiştir.

 

Kıblesi belli olanlar, ne yöne yöneleceğini bilen müslümanlardır. Kıblesi belli olmayanlar ise; namazsız gafiller olabileceği gibi, İslâm’ın dışında kalanlar da olurlar. Biz burada kıblesi belli olan ve böylece nereye yöneleceklerini bilen nasiplilere «Kıbleliler» derken, kıblesi belli olmayan nasipsizlere de «Kıblesizler» diyoruz!

 

Mekke’den Medine’ye hicret ile başlayan yeni oluşumla beraber, durum değişmiş ve müslümanlar artık siyâsî ve sosyal alanda kendilerini ifade etmeye başlamışlardı. Kıblenin Kâbe olarak belirlenmesi, güçlü bir çıkış olmuştur.

 

Kıblenin değişmesiyle Medine’deki müslümanlar; siyâsî bağımsızlıklarının ardından, diğer din mensubu yahudi ve hıristiyanlara karşı kıble bağımsızlığını da kazanmış oldular. Aynı zamanda bu değişiklik; müslümanların hususî bir ümmet oluşlarının bir ifadesi ve bağımsız bir toplum yapısına kavuşmaları yolunda, önemli bir adım olarak görülmektedir.

 

Namazda gönlü olmayanın, kıbleye yönü olmaz.

 

Biz bütün bunları, bütün her şeyi ile hayatımıza örnek almak durumunda olduğumuz Peygamber Efendimiz’den öğreniyoruz.

 

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-