IRKÇILIK DÂVÂSI

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

 

Farkında mıyız; Gazze’de yaşanan felâket ne çabuk gündemden düştü! Hâlâ Gazze’nin kuzeyinde, yıkıntılar arasında; yaşlılar, çocuklar, kadınlar ve yaralılar uzatılacak yardım eline muhtaçken, gençler İsrail hapishânelerinde işkenceden aklını kaybederken, gündeme yeni haberler düştü. İşgalin ve saldırıların genişleyeceği, daha pek çok müslüman kardeşimizin evini, yurdunu terk etmeye mecbur kalacağı anlaşıldı. Ama ne yazık ki İslâm âleminin tavrında hiçbir değişiklik yok. Birlik ve beraberlik içinde harekete geçmeye dair hiçbir emâre görmüyoruz. İslâm ülkelerine baktığımız zaman, yine her biri sadece kendi gündemleriyle meşgul.

 

Bazı hadis kaynaklarına göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor: 

 

“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir:

 

•Kaderiye («Kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır.» cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı).

 

•Unsuriyet dâvâsı (ırkçılık) ve

 

•Dînî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberânî, Sağîr, 158)

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerifi; âhirzamanda, bir câhiliyye âdeti olan kavmiyet asabiyetinin tekrar hortlayacağını bildiriyor. 

 

Ne yazık ki dînimizin emrettiği kardeşlik; birbiriyle iyilikte ve takvâda yardımlaşmayı, en yakınlarından başlayarak bütün insanlığı şefkatle kucaklamayı emrettiği hâlde, bugün İslâm âleminin durumu içler acısıdır. 

 

İslâm dîni nasıl ki duyguları terbiye edip yüceltiyorsa, şeytanın oyuncağı olmuş batı kültürü de tam tersine her duyguyu yozlaştırıp, zulüm ve fesâda âlet eder. Kavmiyetçilik ideolojisinin doğuşu da böyle olmuştur.

 

İslâm dîni farklı coğrafyalara yayıldığı zaman; İranlı, Kürt, Türk gibi farklı milletler de topluca İslâm’a girdiler. Bazı siyâsî hâdiselerin de tesiriyle, zamanla İslâm ümmeti içinde «şuubiyye, unsuriyye» gibi isimler altında etnik hizipleşmeler ortaya çıktı. Bu ayrılıklar zamanla, îtikādî fırkalaşmaları da besleyip, ümmetin zayıflamasına yol açtı. Ümmetin zayıf düşmesi ve haçlı seferleri, Moğol istîlâsı gibi felâketler karşısında güçsüz kalmasına en büyük sebeplerden biri de bu bölünmelerdi.

 

Yakın tarihimizde de Osmanlı Devleti’nin parçalanması, yine etnik temelli, kavmiyetçilik anlayışının empoze edilmesi ile gerçekleşti. Oysa Osmanlı Devleti bütün milletlere varlığını sürdürme hakkı tanımıştı. Gayr-i müslimlerin bile kendi dînlerini yaşamasına izin veren Osmanlı Devleti’nin ana unsurları ise; ehl-i sünnet müslümanlardı. Arap, Türk, Kürt, Boşnak, Arnavut, Gürcü, Çerkes ve benzeri bütün müslüman unsurlar, Osmanlı’da kardeşçe bir arada yaşıyordu.

 

İslâm’a bağlılığın devam ettiği dönemler boyunca, birlik beraberlik rûhu da devam etti ve müslümanlar dünya üzerinde izzetli bir hayat yaşadılar. Ancak batıdan gelen kavmiyetçilik cereyanı bu birliği bozunca; bütün İslâm yurtları işgale uğradı, sömürüldü, zillete mahkûm oldu. Günümüzde de müslümanlar; hakikî birlik beraberliği sağlayamadığı içindir ki, hâlâ batı hegemonyasından kurtulamamaktadır.

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- ırkçılık hakkında, «asabiyyet-i câhiliyye» tabirini kullanmış ve cehâlet devrinden kalma çirkin bir dâvâ olarak görmüştür.

 

Allah Zülcelâl bir âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

 

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (er-Rûm, 22)

 

Allah Zülcelâl; insanları, bir yandan birbirine benzer şekilde yaratmıştır. Bir yandan da her bir insan neredeyse eşsizdir. Bunda büyük bir hikmet vardır. Herkes birbirinin tıpatıp aynısı olsaydı; sanayi tipi eşyalar, makineler gibi olurduk. Bir kimliğimiz olmazdı. Ama tamamen farklı olsaydık da birbirimizi anlayamazdık. Birbirimize benzeme hususunda da aynı değiliz. Bilhassa aynı aileden olanlar veya akraba ve soydaş olanlar da birbirine daha fazla benzer ve aralarında bir sevgi bağı vardır. 

 

Elbette insanlar, nesep olarak kendine daha yakın olanı daha fazla sever. Ama uzak ve yabancı gördüğü kişi de tanıştıkça, anlaştıkça yabancı olmaktan çıkar. Mesele birbirini tanımaya, anlamaya niyetli olmaktır. 

 

Rabbimiz bu gerçeğe şu âyet-i kerîme ile dikkat çeker: 

 

“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Hem de sizi şubeler ve kabîlelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphesiz ki Allah katında en şerefliniz, takvâca en ileride olanınızdır.” (el-Hucurât, 13)

 

Merhum Elmalılı Hamdi YAZIR tefsirinde, burada geçen «şuub» kelimesini açıklarken şöyle der:

 

“Şa‘bın çoğuludur… Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa kabîle denildiği gibi, kabîleleri toplayan ve hepsi bir asla mensup olan, büyük cemiyete de re’s veya şa‘b denilir.” 

 

Şa‘b kelimesi bugün modern Arapçada; «Halk, ulus» mânâsında da kullanılıyor. Meselâ; «Şa‘bu’l-Irak» deniliyor. Bu hatalı kullanım «Baas» zihniyetinin yani Araplığı ön plâna çıkaran kavmiyetçi bakışın neticesidir. Aslında Irak halkı, tek bir etnik kökenden gelmemektedir.

 

 Millet kelimesi de mânâ kaymasına uğramış bir kelimedir. «Millet» kelimesinden; bir toplumun dîni, dîninden dolayı benimsediği hukuk, ahlâk, örf, âdet gibi bütün kültür unsurları anlaşılır. 

 

Kur’ân-ı Kerim’de millet kelimesi; «Bir topluluğun dîni, tuttuğu yol» mânâsında kullanılır. (bkz. Sâd, 7; el-A‘râf, 88)

 

Rabbimiz müslümanlara, kendi Hak dinlerinden, bu dînin emir, hüküm ve âdetlerinden başkasına uymamaları; başka toplumların «milletine» yani din ve kültürüne meyletmemelerini tembih etmiştir: 

 

“Ve sen onların milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahudiler ve hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.” (el-Bakara, 120)

 

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz, Allâh’ın indirdiği, «Hak dîni» benimsemiş toplumların yoluna; «İbrahim milleti» ismini vermiştir.

 

“İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, âhirette de sâlihlerden biridir.” (el-Bakara,130; ayrıca bkz. el-Hacc, 78; en-Nisâ, 125; en-Nahl, 123)

 

Dînimizde kişinin milliyeti, etnik kökenine göre değil inancına göre belirlenir. Kişinin şerefi de kendi elinde olmayan soy ve kökene göre değil; Âlemlerin Rabbinin gönderdiği dîne, ahlâk ve fazîlet ölçülerine uymasındadır. 

 

Günümüzde milliyetçilik, ulusçuluk mânâsında kullanılıyor. Elbette insanın aynı vatanda birlikte yaşadığı kişilerle kader ortaklığı vardır. İnsan tabiatı îcâbı kendi ailesini daha çok sevdiği, düşündüğü, iyiliğine çalıştığı gibi; birlikte yaşadığı halkı, milletini de sever. Bu sevgi kınanmış değildir. Ancak bu sevgi adına, etnik ve dil bakımından farklı kökenden bir din kardeşine de düşmanlık besleyemez.

 

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-;

 

“–Yâ Rasûlâllah! Kişinin kendi kavmini sevmesi kabîlecilik/ırkçılık sayılır mı?” diye sorulduğu zaman;

 

“–Hayır. Lâkin kabîlecilik/ırkçılık, kişinin kendi kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.” şeklinde cevap vermiştir. (İbn-i Mâce, Fiten, 7)

 

Üstünlük iddiasıyla veya haksız yere, düşmanlık, ırkçılık ve ötekileştirme yaptığı durumlarda, kendi kavmini körü körüne desteklemek, dînimizin yasakladığı ırkçılıktır. 

 

Rabbimiz’in dikkatimizi çektiği gibi; insanların derilerinin renklerinin, sîmâlarının, dillerinin, kültürlerinin çeşitli olması, bir zulüm kaynağı değildir. Bilâkis sonsuz hikmetleri olan bir takdirdir. Allâh’ın rahmetinin eseri ve eşsiz sanatını ortaya koyan bir âyettir.

 

İslâm dîni, Allâh’ın takdiri ve hikmetli yaratışının bir neticesi olan çeşitliliği, bir problem kaynağı olarak tanımlamaz. Tam aksine insanlık tarihi boyunca, hep büyük bir zulüm kaynağı olmuş olan ırkçılığı yasaklar. 

 

Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

 

“Kim ırkçılık propagandası yaparak veya kabîleciliğe/ırkçılığa destek vererek yoldan çıkmış bir topluluğun bayrağı altında öldürülürse, onun ölümü câhiliyye ehlinin ölümü gibidir.” (Müslim, İmâre, 57)

 

Peygamber Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-’in doğup büyüdüğü cemiyette; soy sop, asâlet anlayışı hâkimdi. İnsanlar kabîleleriyle övünür, kendilerini üstün sayardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sert ifadelerle bunu yasaklamıştır:

 

 “Azîz ve Celîl olan Allah, sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise, şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bir kısım erkekler, bir kavimle (kâfir olarak ölmüş atalarıyla) övünmeyi terk etsinler. Çünkü onlar, cehennem kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde, burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb, 5116; Tirmizî, Menâkıb, 4212-4213)

 

İslâm dîni, müslümanların birbirine ırkçı ideolojinin taktığı gözlükle bakmasını yasaklar. İslâm’a göre ırk, etnik köken veya nesep, insanları birbirinden ayıran değil, yaklaştıran bir unsurdur.

 

Her toplum, kendi eğitim sisteminde; çocuk ve gençlere bir tarih şuuru aşılar. Böylece kendi ecdâdını sevmesini ve onların devamı olarak kimlik kazanmasını ister. Bu da yine tabiî bir durumdur. Çünkü tarihini bilmeyen insan; şuursuzdur, kimliksizdir ve yabancı zihniyetler tarafından kolayca etkilenip yönlendirilir. 

 

Bu sebeple insanın kendi ecdâdına, ait olduğu millete karşı muhabbet ve bağlılık duyması; ona şuur ve kimlik kazandıran bir özelliktir. Bilhassa ecdâdı İslâm’a hizmet etmekle şeref kazanmış bir toplumun; böyle bir ecdâdın soyundan geldiği için şükretmesi, onların kıymetini bilmesi, bu şerefe lâyık olmak için onların yoluna bağlılık duyması, asil bir duygudur.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz; içinde peygamberlerin yetiştiği bazı aileleri sayarak, onları tafdil ettiğini bildiriyor: 

 

“Şüphesiz Allah; Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip (kendi zamanlarında) âlemlere üstün kıldı.” (Âl-i İmrân, 33)

 

İşte bu şekilde olursa, insan, soyunu ve ecdâdını sevebilir ve hattâ sevmelidir. Ama bu kuru kuruya bir övünme olmamalıdır. Çünkü hiç kimse, içinde doğduğu aileyi kendisi seçmiyor veya hak etmiyor. Böyle bir nimete sahip olarak dünyaya gelmiş olmaktan dolayı kişi; kendini daha fazla sorumlu hissetmeli, onlara lâyık evlât olmanın gayreti içinde olmalıdır. Yoksa soy sop insana âhirette bir şey kazandırmayacaktır. Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- buyuruyor ki: 

 

“Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 225; Ebû Dâvûd, İlim, 3643; Dârimî, Mukaddime, 351)

 

Nitekim Elmalılı merhum, yukarıda geçen âyetin îzâhında şöyle diyor: 

 

“Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabîlelere ayırış; daralıp daralıp dağılmak ve dövüşmek, sövüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlâkları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvâlınızdır. Nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medârı takvâdır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filân kavmin soyundan olmak değildir. 

 

«Sûr’a üfürülünce artık aralarında nesep yoktur.» (el-Mü’minûn, 23/101) 

 

Allah yanında yüksek derecelere ulaşmak isteyenler, takvâya sarılmalıdırlar.”

 

İslâm; soy üstünlüğü anlayışını yasaklamış, ancak kişinin akrabalarıyla münasebetini kesmeyip, iyilik ve ihsâna en yakınlarından başlamayı emretmiştir. Akraba, komşu, soydaş, vatandaş ve milletine karşı merhamet duymak, öncelikle onların hâliyle ilgilenmek, kötülenmiş bir milliyetçilik değildir. Kendi halkı zor duruma düştüğünde onlarla ilgilenmek, zulme uğradığı zaman müdafaa etmek, dînimizin emrettiği güzel hasletlerden biri olan vefâ duygusundan gelir. Kişinin; varlığını borçlu olduğu vatanına karşı elbette bağlılık hisleri olmalı, asla ona karşı ihânet ve vefâsızlık içinde olmamalıdır. 

 

Kişinin kendi milletini ve kabîlesini sevmesini meşrû kabul eden ve; 

 

“Sizin en hayırlınız, günaha girmemek şartıyla yakınlarına arka çıkanınızdır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 111-112) buyuran Peygamberimiz, bir kimsenin kendisini öz babasından başkasına nispet etmesini (Buhârî, Meğâzî, 57) ve onlardan olmadığı hâlde kendisinin bir kavme mensup olduğunu iddia etmesini de yasaklamıştır. (Buhârî, Menâkıb, 5)

 

Buradan da anlaşılabileceği gibi, İslâm dîni insanda tabiî olarak bulunan sevgileri terbiye edip, yüksek bir hissiyâta basamak hâline getirir. Ecdâdına ve kavmine duyulan bağlılık hissini de onlara yakışan, onlara lâyık bir evlât olma hissine çevirir.

 

Ne mutlu farklılıkları, üstünlük taslamaya değil, fazîletler peşinde âdil bir yarışa vesile görenlere!..