LEBBEYK ALLÂHÜMME!
Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr
“İnsanlara hac ibâdetini duyur; gerek yaya olarak gerekse yorgun argın develer üzerinde uzak yollardan gelerek sana ulaşsınlar.” (el-Hacc, 27)
Bulan özünü, gören yüzünü,
Bir yüzü dahî görmek dilemez.
Vuslatta olan, hayrette kalan,
Aklın deremez, kendin bulamaz.
Her şâm u seher odlara yanar,
Hem benzi solar, ağlar gülemez.
Âşık olagör, sâdık olagör,
Cehd eylemeyen menzil alamaz.
Meftûn olalı, mecnûn olalı,
Bu Mısrî dahî akla gelemez. (Niyâzî-i Mısrî)
Kastamonu vilayetine bağlı Abana kazasının Karadeniz’i gören bir dağ köyünde yaşıyordu ahşap oyma ustası Ramazan Usta.
Kısa boylu, tıknaz, ufak tefek ama yere sağlam basan, güçlü ve büyük elleri olan bir insandı. Bu elleri görenler;
«–Bu ince oymalar bu ellerden mi çıktı?» diye şaşarlardı.
Yalnız yaşıyordu Ramazan Usta. Usta olarak el aldığı babasını 14 yaşında kaybettikten sonra onun işini devralmış, anacığını da birkaç yıl evvel kaybetmişti, başka kardeşi de yoktu.
Namazında, niyazında, çalışkan, sabırlı biriydi. Lâkin fazla konuşmaz ya ağaç kesmek için ormanda olur ya da camide namazını kılar kılmaz hemen evine gider, çalışmaya başlardı.
Aslında kapı ustasıydı Ramazan Usta; ahşaptan oyma bahçe kapılarını, evlerin dış kapılarını, oda kapılarını yapar, bu kapıları oya gibi işlerdi. Görenler, bu ince işçilik karşısında;
«–Akıl kârı değil bu iş!» derlerdi.
Ramazan Usta’nın iki hayali vardı.
Birincisi; hac farîzasını yerine getirmekti, bunun için para biriktiriyordu.
İkinci hayali ise uçmaktı. Bu hayalini gerçekleştirmek içinse, o yıllarda gazetelerde yer alan Bandırma Füze Kulübü haberlerinin tesiriyle olacak ki; işinden arta kalan zamanlarda kapı yapmakta kullanmadığı ağaçlarla, evinin bahçesinde kendi deyimi ile küçük füzeler yapar, bunları Trabzon’dan aldığı barutla uçururdu.
Köy halkı bu küçük patlamaları duyunca;
«–Yine Ramazan Usta’nın işleri, galiba yine füze uçuruyor…» derlerdi. Onun bu şirin çılgınlıkları, artık köy halkı tarafından benimsenmişti.
Yıllar geçiyor ama Ramazan Usta’nın hac hayali bir türlü gerçekleşemiyor, yaptığı işten çok para kazanamıyor, ama içindeki ateş de gittikçe artıyordu.
Artık insanlarla daha az konuşur olmuş, yemeden içmeden kesilmiş, köy halkı onun bu düşkün hâllerine acır olmuştu.
Bir süre sonra köy halkı; Ramazan Usta’nın evinin bahçesinde, şimdiye kadar yaptıklarından daha büyük bir füzenin yükselmeye başladığını gördüler.
Ramazan Usta; ormanda rastladığı, ömrünü tamamlamış bir koca meşeyi kesip kağnıyla evine taşımış, ağacı bahçeye dik olarak yerleştirmiş, onu oyarak füze yapmaya başlamıştı.
Bu ağacı oymaya başlayınca kapı oymacılığı işini de bırakmış, ama buna rağmen keyfi yerine gelmişti, belli ki kendince güzel bir karar vermişti.
Aylar sonra ağaçtan füze şekil almaya başlamış, hattâ köye yeni gelenler, onu minare sanıp etrafında cami arar olmuşlardı.
Ramazan Usta; gece-gündüz füzesiyle uğraşıyor, evden dışarı çıkmıyordu.
En son, onun Abana iskelesinden kağnı ile fıçılar taşıdığını gördüler.
Bir gün cemaat; sabah namazından çıkarken, bir patlama sesiyle birlikte gökyüzünde bir yıldızın Karadeniz’e doğru süzüldüğüne şâhit oldular.
Önce yıldız kaydı zannettiler; ancak Ramazan Usta’nın evinin önüne gelince, bahçedeki büyük ağaç füzenin yerinde olmadığını gördüler.
Anlaşılan Ramazan Usta yine bir füze uçurmuştu.
Sabah namazına gelmediği için meraklanan cemaat; Ramazan Usta’nın bahçesine girip kendisine seslenmeye başladılar, ancak ses sedâ yoktu. Evin kapısını çaldılar, açan da yoktu.
Füze neredeydi, Ramazan Usta nereye gitmişti?
Köyde çeşitli rivâyetler dolaşmaya başlamıştı:
Yok, Ramazan Usta füzeye binmiş gitmişti.
Yok, Ramazan Usta köylülere kızıp köyü terk etmişti.
Yok, Ramazan Usta artık ormanda yaşamaya başlamıştı.
Bir süre köy halkı, bu lâkırdılarla çalkalandı durdu. Tabiî sonra; yavaş yavaş olay da, Ramazan Usta da unutulmaya başlandı.
Tâ ki aylar sonra, bir sabah namazı vakti, Karadeniz’de açıkta demirlemiş kara bir çektirmeden kıyıya yanaşan sandaldan inen Ramazan Usta’yla karşılaşıncaya kadar.
Ramazan Usta dönmüştü, lâkin artık hiç konuşmuyordu. Artık nereden geldiyse, ne gördüyse tek söylediği şey şuydu:
“Lebbeyk Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni‘mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek!”
Onun bu hâlini gören cami cemaatinden beyaz sakallı iki yaşlı amca, kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:
İsmail Hakkı Bursevî şöyle der:
“Dünyada hacceden iki kısımdır:
Bir kısmı Beyt’i (Kâbe’yi) hacceder. Bu kısım Beyt’in ayağına varmalıdır.
Ve bir kısmı dahî hacc-ı Rabbü’l-beyt eylerler (Kâbe’nin sahibi olan Allâh’a haccederler). Ve bu kısmın Beyt, ayağına gelir. Zira Beyt her ne kadar azhar-ı kemal (olgunluğun görüldüğü yer) ise de insân-ı kâmil gibi değildir. Zira insân-ı kâmilin şerefi kalptedir ki, kalp Beytullah’tır (Allâh’ın evidir), Kâbe ise Beytü’l-halk’tır (insanların binâ ettiği bir evdir)”*
Cenâb-ı Hak, cümlemize Harameyn-i Şerîf’in rûhâniyetinden lâyıkıyla feyz alabilmeyi nasip eylesin!
_________________
* İsmail Hakkı Bursevî, Kitabü’n-Netîce, nşr. Ali NAMLI-İmdat YAVAŞ, İstanbul, 1997, I, s. 379 (Sûfî Gözüyle Hac/Necdet TOSUN)