BU SAVRULUŞ NEREYE?

Mehmet MENCET

 

İçinde bulunduğumuz, ekranlarda seyrettiğimiz fecî hâdiseler bizi çok üzüyor ama elimizden bir şey gelmiyor. Rabbim yardımcımız olsun.

 

Bu savruluş nereye, neden bu hâle geldik?

 

Bu vatan kolay alınmadı. Tâ kuruluşundan bu yana, i‘lâ-yı kelimetullah ile yol alındı.

 

“Toprak sahibi olmak, güç gösterisi, talan, şöhret…” diye dertlerimiz olmadı hiçbir zaman. Ama her fırsatta, din düşmanları zaman zaman kılıçla, güç yetiremediklerinde fitne ve fesatla, daima karşımızda oldular. 

 

Herkes geçmişini bir yoklasın. Hayatta olanlar, savaş görmüş büyüklerimizin tarihimizle ilgili çok hâtıraları vardır ve hemen her evde ya bir şehid ya bir gazi vardır. Gerçi onlardan da pek kalmadı, çoğu dünyasını değiştirdi. Mekânları cennet olsun. 

 

Anne-babalarımız savaş görmeseler bile, onun getirdiği çok sıkıntılı bir ömür geçirdiler. 

 

Tarihimizi yabancıların kafasına ve çıkarlarına uygun anlatarak, gerçekleri saklayarak veya çarpıtarak, tarihin en can alıcı kahramanlıklarını gizleyerek, «harem»le vesâireyle genç beyinleri ifsâd ettiler. 

 

Bazen televizyonda bilgi yarışmalarında; tarihe ve kültüre ait en basit bir soruyu bile, birkaç üniversite bitirmiş, -sözüm ona- kariyer sahibi olmuş kişiler bilemiyorlar. Kovboyların kaç yıl önceki filmlerini, sporcularını, rejisörlerini, yabancı müziklerin elemanlarını biliyorlar. Eğitim sistemimiz de onların oyuncağı. Genç beyinlere çöplük bilgiler boca ediliyor âdeta. Gereksiz fikir hamallığı yaptırılıyor. Hayatta lâzım olacak; bilim, üretim, sanayi ve edebiyat gibi elzem şeyler yerine, ömrümüzde bir defa dahî kullanmadığımız gereksiz bilgiler veriliyor.

 

Bilhassa temel eğitim olan ilkokulda; önce edep, ahlâk, Allah korkusu, kul hakkı, insana, mahlûkata saygı ve vicdan öğretilmeli. Zaten yaş ilerledikçe, bunları öğretmek zor, hele de şimdi internet her şeye yetiyor, sel gibi girdi hayatımıza. Çoluk çocuğumuzu nasıl kurtarabiliriz bu girdaptan bilemiyoruz.

 

Tarihimizde canını, bütün varlığını vatanına ve milletine adayan bu insanlara neler oluyor? Düşmanlar bütün gücüyle son İslâm kalesi olan ülkemize saldırırken, bizler neyin hesabını yapıyoruz? Savunma, millî güç ve seferberlik çabalarına ne kadar destek oluyoruz? Neyin hesabını, basit ve geçici çıkarların peşinde yapıp koşuyoruz? Bu ortam ve zamanda, bütün gücümüzle düşmanlara karşı birlik göstermeyecek miyiz? Vatan, hürriyet ve istiklâl olmadan neyin sahibi olabiliriz? Bayrak, ezan ve cuma olmadan bu hayatın tadı olur mu? Yüce Allâh’a verdiği bu nimetler için nasıl hesap vereceğiz? 

 

Neden ebedî hayatı, ölümü ve mîzânı bir kenara koyuyoruz? Kim bâkî kalmış, kim hesaptan muaf tutulmuş…

 

İnançlarımızla, sosyal hayat ve eğitim dünyamız ne zaman barışacak?

 

Başörtülü bir hoca hanımı veliler şikâyet ediyor:

 

“–Bir şey yerken besmele çekiyor ve bitince elhamdülillâh diyormuşsun. Dînî muhtevâlı çizgi film izletiyormuşsun…” 

 

Kaymakama varıncaya kadar her yere şikâyet etmişler. Velinin biri;

 

“–Ben çocuğumun dînî eğitim almasını istemiyorum!” deyince, müdür bey dayanamamış;

 

“–O zaman yurt dışına gidin!” demiş.

 

Bu zamanda hâlâ aynı zihniyet!

 

1970’ten önce, lise hayatımızda aynı acıları yaşadık.

 

Fakülteye geldik, aynı senaryo…

 

500 yıllık Mecelle kanunu dururken, İsviçre’nin küçük bir eyaletinin; medenî kanunu, mîras gibi dînî hususları, evlenme gibi toplumun değerlerini onlara benzetmeye çalıştık her konuda. İtalyan, Alman, Fransız hukuk sistemlerini sevdik, beğendik. Daha da ötesi; severek Roma hukukunu öğretmeye, benimsetmeye çalıştık.

 

Âdeta yamalı bir elbise gibi üzerimize uymayan, ne tarafa çeksek düzgün durmayan kanunlarımız… Ne din ne gelenek ne de ahlâkı bize uymayan… ama eliniz mahkûm, ister istemez uygulamak zorundasınız.

 

Ayrı bir dünyada yaşıyor gibiler. Hele de yaşınız ilerlemişse sizi anlamakta güçlük çekiyorlar. Disiplin ve kaide tanımaz bir toplum, gözlerimiz belki biraz alıştı, ama kalbimiz asla! 

 

Mevlânâ’nın dediği gibi kuzunun kurda âşık olması şaşılacak şey. İşte tam o zamandayız. 

 

Roger Garaudy diyor ki: 

 

“Siz hastaya âşıksınız. Aslında Avrupa hasta, sizler sağlamsınız. Köklerinize sahip çıkın.” 

 

Başımızı ne tarafa çevirsek, şaşkınlık içindeyiz. İyimser olmak istiyoruz ama gördüğümüz manzaralar; «Bu kadar da olmaz ki!» dedirtiyor.

 

Câhiliyye yeniden ortaya çıktı!.. 

 

O zaman müşrikler putların önünde eğilir, tâzim duruşuyla selâm verir, en güzel hediyeleri hattâ yiyecekleri koyarmış. Hele Kâbe gibi mukaddes bir mâbedi çıplak tavaf ederlermiş. İnsanlar yarı çıplak dolaşırmış vesâire. Peki ya şimdi?.. 

 

Dünya bu kadar imkânlara kavuşmuşken, teknoloji ilerlemiş, bir tıkla dünyanın öbür ucuna iletişim kolaylaşmışken, eşyalar, uçaklar, arabalar… Bir hayli mesafe alınmışken, hele de sahile yakın bir beldede iseniz, evinizden çıkasınız gelmiyor.

 

İnsanlar kendini kaybetmiş. Âdeta kendine baktırmak için sergiledikleri; vücutlarına, saçlarına, kıyafetlerine, hareketlerine, konuşmalarına şaşmamak mümkün değil! Her gün mavi, kırmızı, bembeyaz boyanmış saçlar, dilencilerden daha sefil kıyafetler, insanın göz zevkini bozuyor. 

 

Kapalı bir giyecek alırken bile, bazen sormak ihtiyacı duyuyorsunuz; 

 

«–Bu erkek kıyafeti mi kız kıyafeti mi?» diye. Cinsiyet ayrımı da kalmadı. Arkadan bakınca bu oğlan mı kız mı belli değil, yerli mi turist mi belli değil. Bazen lise okul çıkışını rastlıyorum, gençlerin konuşması bana çok giran geliyor, kaygılanıyorum. Bunlar yarın; anne, baba, devlet adamı, vatandaş olacaklar. Birçoğu okumuş câhil, geçmişi bilmiyor, bilmek de istemiyorlar. Saygı, selâm ve yardımlaşmaktan çok uzaklar. Âdeta canlı bir robot gibiler.

 

Allah sonumuzu hayreylesin. Rayından çıkmış bir tren gibi savrulan bu toplum nasıl düzelir? 

 

Önce aile, sonra eğitim. Rabbini bilmeyen kendini nasıl bilecek? Vesselâm…