TEFEKKÜRE DAVET

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

 

 

 

 

Değerli okurlar, ömür sermayemizden bir seneyi daha bu ayla birlikte geçmişte bırakmış olacağız nasipse. Biz Aralık ayı yazımızda sizlerden diliyoruz ki, hem fert hem de ümmet olarak bu sene yaşadığımız bütün ayların şöyle bir muhasebesini yapalım. Yeni gelecek seneye daha dingin, daha şuurla adımlar atalım. Hatalarımızı, kusur ve noksanlıklarımızı tek tek tespit ederek, onları gidermek için gönülden cehd ve gayretler gösterelim. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği, beğendiği, râzı olduğu kulları arasına girelim. Müslümanlığımızı daha güzel, farkındalık şuuruyla yaşamaya çalışalım inşâallah. Ümmet olarak da; şerefle, izzetle, heybetle, vakarla yaşanan bir İslâm sergileyelim. Duâmız odur ki, bu yeni sene; müslümanların ezilmediği, üzülmediği, eziyet görmediği, ötelenmediği bir dünya olsun. Bu nasıl olur? Neden biz böyle olduk? İşte bu yazı, sorularımızın cevabı mahiyetinde olsun inşâallah. 

 

Bu sene, diğer senelere göre; acılar, üzüntüler, ızdıraplar peşimizi bırakmadı. Neredeyse Kudüs’ümüzün koruyucuları diyebileceğimiz; FilistinliGazzeli kardeşlerimizin, müslümanların bütününün dâvâsını göğüslemelerinden dolayı acılar, işkenceler, zulümler, gördüğü; evsiz kaldığı, açlık ve susuzluk çektiği, hapislerde çürümelerin çoğaldığı bir ızdırap yılı oldu. Bebekler, çocuklar, kadınlar eziyetin her çeşidini yaşadı. Bombaların, tank ve füzelerin yaydığı insan haysiyetine yakışmayan korkunç fâciaları, keskin nişancıların hedefi on ikiden vuran öldürücü atışları, en gelişmiş silâhların dehşetli tahribatları… bîçare insanların üzerine yağdırıldı. Ölümler, kıyımlar, toplu katliâmlarla Gazze’de, kaos üstüne kaos yaşandı, âdeta ölüm öldürüldü. Sadece Gazze’yle kalmadı, eziyet ve zulümler, ölümler… Lübnan’a, Suriye’ye de sıçradı. Değerli İslâmî direniş liderleri, dünyanın gözü önünde sûikastlarla öldürüldü. Kendi kurdukları hukuk, yerlerin dibine geçti ama zâlim ve vicdansızlardan hiç ses çıkmadı. Hukuk sustu, hak sustu, vicdan sustu, insan (!) sustu. Haydut, kalleş, insan öldürme makinesi, kātil; hız kesmeden bâtıl yolda kıyasıya, yoğun bir şekilde ilerledi, ilerliyor, durmuyor, çalışıyor ve İslâm ülkelerinin topraklarını gasp ediyor. Bu fâciaya; «Dur!» diyen yok çünkü ölenler müslüman…

 

İslâm coğrafyalarında her çeşit hak ihlâli ve meşrû olmayan hukuksuzluklar serbest, çünkü ölenler müslüman. Her türlü eziyet, sûikast, işkence, gasp, tecavüz, serbest, çünkü muhataplar müslüman. Filistin’de evleri başlarına yıkılan, geçimlerini temin ettikleri tarlaları, zeytinlikleri yakılan, zulme karşı çıktıkları için genç yaşta hapislerde çürüyüp olmadık işkencelere tâbî tutulanlar hep müslüman… Tarihin hiçbir devrinde müslümanların izzetleri bu denli çiğnenmemişti. Hakikaten içimiz kanıyor. Osmanlı torunları olarak; «Neredesin ey Osmanlı?» diyoruz. Zira müslümanların tarihteki en güçlü devleti, Osmanlı’dır. İslâm’ı en fazla yayan devlet, Osmanlı’dır. Hıristiyanlarla en fazla savaş yapmış devlet, Osmanlı’dır. Avrupa’nın en çekindiği devlet, Osmanlı’dır. Hamdolsun biz Osmanlıyız ve geleceğe dair umutlarımız var. Bugün değilse yarın belki yarından da yakın…

 

Bilindiği üzere Orta Doğu coğrafyası, son onlu senelerde târumâr edildi. Önce İran-Irak savaşı ile bölgenin en güçlü ülkeleri birbiriyle savaştırılarak hem kardeş kanı döküldü hem memleket sermayeleri tüketildi. Sonrası Kuveyt işgal edildi. Devamında, Arap Baharı oyunuyla, müslüman memleketleri âdeta bahar yerine kışa çevrildi. Her İslâm ülkesi başta Tunus olmak üzere, bu hazin senaryodan fazlasıyla hisselendi. Suriye-Irak bölündü, parçalandı. Halklar; evlerini, vatanlarını terk ederek, başka ülkelerde sersefil bir hâlde dolaşır oldular. İzzet ve şerefleri ayaklar altına alındı, kimse onları istemedi, ötelendiler, acılarla yandılar, kavruldular. Hâlbuki İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak için şuurla bir mücadeleye girişilseydi daha izzetli yaşanacak ve yapılanlar Hak katında değer bulacaktı. Fakat heyhaaat! Yıllardır şer güçler, müslümanlar üzerinde öyle ince detaylara kadar çalıştılar, hazırladıkları senaryoyu öyle güzel oynadılar ki, müslümanlar; onların düşman olduklarını dahî fark edemedi, kendilerini her şeyleriyle, gönülden, isteyerek, onlara teslim ettiler hattâ düşmanla kol kola gezdiler. Sonrasında olanlar oldu. Ve daha bitmedi, aynı oyunlar devam ediyor ve edecektir.

 

İslâm ülkelerini paramparça eden ortak şer güçler, Irak’ı, Suriye’yi güya (!) demokrasi ve özgürlük getirmek terânesiyle, müslümanların senelerdir iftiharla ayakta tuttukları tarihî eserlerini, geçmişe ait değerli tarihî birikimlerini, camileri, medreseleri, külliyeleri, kemerleri, köprüleri, hanları, hamamları… bombalarla yok ettiler ki, insanlar gerideki tarihî alt yapıdan söz edemesinler. Hattâ Irak’ta eskiden kalma tarihî vesikalar, ferdî tapulara kadar yok edildi ki, kimse orada bir hak iddia edemesin. İnsanlar bankaları yağmaladılar, birbirlerini öldürdüler. Kaç ülkede halka devlet başkanlarını kendi elleriyle katlettirdiler. Bir taşla pek çok kuş vurdular. Bu nasıl bir kargaşa idi! Bu gerçekten dehşetli bir vahşetti. Adı demokrasi getirmekti: «İstemiyoruz, demokrasiniz sizin olsun. Bize kendi değerlerimizin inşâ ettiği düzen yeter!»

 

Bunları yazarken dahî gönlümüzün yaralandığı bu hazin durumlar olmuşken ya bu müslüman ülkelerin halkları, öteden bu yana acaba ne hâldelerdi? Bir de ona bakmak lâzım. Bilhassa Osmanlı’nın yıkılışından sonra İslâm düşmanı şer güçler, ecdâdımızın kan vererek aldıkları o toprakları
parçalamaya önce insandan başladılar. Zira bu insanlar, îmanları ile bütün dünyaya meydan okuyabilecek cesaret ve kahramanlıktaydılar. Düşmanlarda bulunmayan ama bu vatan evlâtlarında gözünü kırpmadan şehâdete koşan yiğitler vardı. Neden? Çünkü 
onlar îmanla her türlü zorluğa göğüs geren, cihad rûhuna sahip mücâhidlerdi. Peki ya bugün? 

 

Bugün milletimizde bu ruh kalmayınca, insanlar yalnızca nefisleri peşinde koşuyor. Etraflarındaki insanların zulme maruz kalması, tecavüze uğraması, işkence edilmesi, sakat olması, hapislerde bin bir çeşit eziyet görmesi, öldürülmesi onları hiç ilgilendirmiyor. «Bana dokunmayan bin yıl yaşasın!» deniyor. İşte bu şer güçler; bir memleketi parçalamadan önce ülke insanının ahlâkını, değerlerini, bütün rûhî birikimlerini yok etmek için kıyasıya sinsi sinsi plânlar yaptılar, hazırladıkları senaryoya göre oyunlar kurdular. Ne yapıp edip insanları hevâ ve hevesleri ardından sürüklediler, sonrasında maalesef yalnızca ismi müslüman kalanlar şeytana uydular, dünyaya daldılar. Zaman içinde, bu sözde müslümanların bütün güzel birikimleri tek tek gitti, bugün değer tanımaz, sadece arzu ve isteklerinin kölesi olan bencil kişiler ortaya çıktı. İşte İslâm diyarlarının o fazîletli insanlarışer güçler eliyle, bu şekilde bozularak, ifsâd edilerek günümüze intikal etti. Gayet üzgünüz! İslâm diyarları kan ağlıyor. Ancak niçin bu hâle geldik? Yazımız, suâlimizin cevabı olsun diye ümit ediyoruz. Birkaç başlık şeklinde konuyu incelemek istiyoruz efendim. 

 

GAFLET DOLMUŞUZ

 

İnsanların Allah Teâlâ’dan uzaklaşma hâli gaflettir. Bugün yaşanan gösterişli ve lüks hayatların bizi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmadığı gayet açıktır. Yüce ve Azîz olan Rabbimiz insanları gaflete karşı uyarır: 

 

“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma.” (el-A‘râf, 105) 

 

Yaşadığımız devirde, insanların etraflarında dikkatlerini çekecek o kadar çok şey var ki, bu sebeple insanlar asıl olması gerekenlere dikkat gösteremiyorlar. Yeni yetişen gençler başta olmak üzere, hemen herkeste bir dikkat dağınıklığı almış başını gidiyor. İnsanlar; zihin dağınıklığı, gönül yorgunluğu ve farklı sebeplerden ötürü, hayatı farkındalık şuurunda, uyanık bir hâlde yaşayamadıklarından, pek çok hatalara ve yanılgılara düşebiliyorlar. 

 

Yine bugün müslümanların İslâmî şuurdan uzaklaşması sebebiyle, mü’min kişilerin dînî hassâsiyeti kalmadı. İnananların öncelik tercihlerinin, inancının emrettikleri olması gerekirken; bunun yerine yaşanan hayatın genelgeçer dayatma kaideleri olmuştur. Elbette dînî kaideleri yaşama dikkatinin kalmaması, müslümanları gaflete daldırmıştır. 

 

Meselâ, bir müslümanın beş vakit namaz kılması farzdır. Bu, müslümanın olmazsa olmazıdır. 

 

Diyelim ki; 

 

Kişi aşırı yorgunluktan uyuyakaldı veya yoğunluktan namaz kılmayı unuttuysa bu kazâ edildiğinde, Rabb-i Teâlâ affedebilir. Ama kişi umursamaz bir vaziyette, geç vakitlere kadar film seyretmişse veya bir arkadaşıyla geç saatlere kadar gereksiz muhabbete dalmışsa yahut eğlenceyle vakit geçirip de namazı aksatmışsa, işte bu olmaz! Bu, gaflete düşmektir. 

 

Çünkü kişi, dünya meşgalelerini Allah Teâlâ’ya kulluğa tercih etmiş ve bu durum onu gafillerden olma derekesine düşürmüştür. Onlarla birlikte olan kişiler de, gafillerin boyasına boyanırlar. «Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.» gerçeğini unutmamak gerekir. Bugün insanların çoğu bu sözün eseridir. Gafil insanlar; hayatı, kafalarına estiği gibi gelişigüzel yaşarlar. Günahlara aldırış etmezler, mahremiyet ölçüsü tanımazlar. Hayatlarına dînî kaideler müdahale etsin istemezler. Hattâ; «Ben hayatımı yaşarken (hâşâ) Allâh’a ihtiyaç duymuyorum.» diyorlar. Bu ne hadsizlik! Bu gençleri yetiştirmeye, eğitim denilebilir mi? En büyük eğitim; «Hakk’ı Bilme» eğitimidir.

 

Bugün; «Uydum kalabalığa!» ya da; «Güncele tâbîyim.» diyerek hayatına hiç bir fazîleti ve erdemi sokmadan, âdeta hayatı «el yordamı» ile yaşayanlar, dünyalarını anlamlandıran güzel değerlerle hiç tanışmadan, gafilce yaşıyorlar. Böylesi bir hayat; son derece sığ, değersiz, bencilce bir hayattır ve asıl önemlisi bu hayattan kendileri de zevk almıyorlar. Sonra bakıyorlar ki, ömür basamaklarının sonuna yaklaşılmış. Hayat çok çabuk geçiyor. İşte bakın bir senenin daha sonuna geldik. Geride güzel izler bırakabilmektir esas olan. Ve işte o gafiller, şu âyet-i kerîmenin muhatabı olurlar ne yazık ki: 

 

“İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hâl böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler.” (el-Enbiyâ, 1)

 

DÜNYAYA RÂM OLMUŞUZ

 

Yaşadığımız devirde insanlar neredeyse, iğneden ipliğe kadar öylesine câzibeli bir dünya içindeler ki, kişilerin onların büyülü hâllerine kanmaması ciddî bir şuur gerektiriyor. İnsan da nefis taşıyor, meylediyor. Sürekli şov merakı, insanın iç dinamiklerini zayıflatıyor. Vitrinlerde, yeni ürünlerin reklâmlarla alınmaya teşvik edilmesi, insanların fıtratında olan dünyaya meyli artırıyor: 

 

“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14) 

 

Günümüzde imkânlar bollaştı; insan alıyor, alıyor, doymuyor… varken de yeni çıkanları alıyor. Ama bir tarafta dünyada israf boyutunda alanlar ile diğer tarafında hiç alamayanların hâl-i pür melâli… Âdeta nimetler denizinde yüzenlerin karşısında; yiyecek-içecek bulamayanlar, evsiz-yuvasız-vatansız gezenler içimizi sızlatmıyorsa kalpler de katılaşmış demektir. Oysaki biz; 

 

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hâkim, Müstedrek, 4/183, H. No: 7307) buyuran bir Peygamber’in ümmetiydik. Şimdilerde evlerdeki her şey; bitmeden alınıyor, ihtiyaç yokken «yedekte kalsın» diye pek çok şey biriktiriliyor, eskimeden yenileri istif ediliyor. Hâlbuki müslümanın dünya görüşü böyle olamaz. Müslüman; olanı derhâl paylaşır, hattâ kendi yemez, yedirir. Eski insanlarımız diğergâm idiler. Peygamber -aleyhisselâm- böyleydi. Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- başkalarına yedirirken âdeta kendisi doyardı. Ve O İki Cihan Sultanı buyurdular ki: 

 

“Dünya sevgisi, her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan aşırı sevgin, seni kör ve sağır yapar.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 125) 

 

İşte bu şekilde sen içinde dünya sevgisini baş tâcı edersen, o da seni kendisinin kulu, kölesi yapar. Bugün insanlar; ömürlerini, dünya peşinde koşmakla tüketiyorlar. Hâlbuki hep söylediğimiz gibi, içinden hiç çıkmayacağımız bir ebedi âlem bizi bekliyor. Kim; sonu hüsran olan, hazin bir âkıbete dûçâr olmayı ister? 

 

ÂHİRET ENDİŞESİ KALMAMIŞ

 

Yaşadığımız sistem; her şeyiyle tamamen âhireti unutturmak, insanları dünyaya daldırmak maksatlı teşkil edilmiş. İnsanlar, okul çağlarında «eğitim» diye dayatılan dünyevî bir tahsil ile küçük yaşlardan itibaren iyi bir meslek sahibi olma idealiyle yetiştirilerek, neredeyse evlilik çağına kadar kıyasıya, biteviye ders çalışmaya endeksli bir hayat için koşturuyor. Sonrasında her şey yolunda giderse, bu sefer evlilik-çoluk-çocuk yetiştirme, ev alma, eşya alma ve devamı geliyor. Bunlar herkesin yaşadığı hakikatler, önümüzde bize hayat diye sunulan tek seçenek bu. Ve eğer insan bu dünyevî koşuşturma içinde, ezkaza dinle-îmanla tanışma şerefine erişmişse ki bu, Yüce ve Azîz olan Allah Zül Celâl’in hidâyet bahşettiği insanlardan oluyor, ne mutlu onlara! Yoksa insanlar ölene kadar hayat yarışına bir giriyorlar ki, bu yarışta illâ dünyayı kazanmak var. Yoksa ikincisi yok. O sebeple, insan dur durak bilmeden, koşa koşa dünya peşinde sürükleniyor. Hâlbuki insan; dünyasını kazanmak için gösterdiği çabayı, âhireti için gösterse, çok şey değişecek. Ama nâfile. Bugün var olan sistem; bütün detaylarıyla, insanlara âhiretlerini unutturmaya endekslidir. 

 

Bir yanda Gazze’de bir gecede yüzlerce insan katledilirken, bizde insanlar bir futbol maçında; «Goool!» diye haykırıyor. Hâlbuki; «Olmaz, yapmayın, durdurun bu savaşı, yeteeer!» diye bağırmalı değil miydi? Yine insanın az ötesinde ne zulümler işleniyor, insanların eline renkli, acayip, câzibeli bir âlet tutuşturulmuş âdeta ona deniyor ki:

 

“–Sen bu zulmü filân boş ver, al şu telefonu. Bak orada senin ilgini çekecek neler var, sana ne el âlemden, sen kendi keyfine bak!” 

 

İşte bugünkü durum bu! 

 

Aynı şu âyet-i kerîmeye muhatabız: 

 

“Fakat onlar öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları şeyler, tamamen boşa gidecektir. Çünkü iyilik nâmına yaptıkları işler; inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer taşımamaktadır.” (Hûd, 16) 

 

Ve yine: 

 

Hak olan vaad/kıyâmet yaklaşmıştır. (O, vukû bulduğunda) kâfirlerin gözleri yuvalarından fırlayacak ve (diyecekler ki:) 

 

«–Eyvahlar olsun bize! Muhakkak ki biz, bundan gaflet içerisindeydik. (Hayır, öyle değil!) Bilâkis, biz zâlimler idik.» (el-Enbiyâ, 97)

 

YARIŞ HÂLİNDEYİZ

 

Bugün ne yazık ki; dünya hayatını yaşarken, insanlar hemen her hususta neredeyse birbirleriyle yarış hâlinde yaşıyorlar. Makam-mevkide yarış, mal-mülk üstünlüğünde yarış, evlâd ü iyal hususunda yarış, eşyaları-giyim kuşamları kıyaslamada yarış, güzellikte yarış, almada yarış, aldığı mağazaların markasını konuş(tur)mada yarış, dostların çokluğuyla yarış… Daha saymayalım ama kimse; fakir fukaraya yardımda yarış, hastaları ziyarette yarış, yetim ve öksüzün elinden tutmada yarış, büyüklere sahip çıkmada yarış, mazlum ve mağdura yardımcı olmada yarış, imkânı olmayan gençleri evlendirmede yarış, Gazze’ye yardımda yarışta birbirleriyle rekabet etmiyor. İşte böyle insanların sayısının çoğalması; İslâmî şuurun artması anlamındadır, buna çok seviniriz. Ama tabiî yine günümüzde âl-i cenap insanlarımız da yok değil, hamdolsun. 

 

Şunu bilelim ki; iyilik eden, içinde hep iyilik etme isteği duyar, kötülük eden de öyle. İyilik iyiliği çağrıştırır, kötülük de kötülüğü. İnsan hayırda yarışmalıdır. Dünyalıkta, gösterişte, övünmede, gururlanmada yarış insana daima kaybettirir. Oysa ki hayırda yarış, insana iki dünyada kazandırır. 

 

Zamanın birinde; mala-mülke çok düşkün olan bir adam, yaşlanınca, malının tamamını bir vakfa bağışlamış. Kendisine sormuşlar:

 

“–Sen malı-mülkü çok severdin, ne oldu da bunca malını bağışlıyorsun?” 

 

O da cevap olarak; 

 

“–Dedikleriniz doğrudur, fakat ben onların dünyada kalmasını istemiyorum. Onları bâkîleştirmek için âhiretime yatırım yapmak için Allah Teâlâ’ya satıyorum, sebebi budur.” diyor. 

 

Ne kadar doğru bir tercih değil mi? 

 

Allah Teâlâ, insanların her dâim hayırda-iyilikte bulunmasını ister. Kötülükten, övünmekten, kibirden hattâ bunlarda yarıştan hep sakındırır:

 

“Rablerine olan saygıdan dolayı kötülükten sakınanlar, Rablerinin âyetlerine inananlar, Rablerine ortak koşmayanlar ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar, işte onlar iyiliklere koştururlar. Ve iyilik için yarışırlar.” (el-Mü’minûn, 57-61) 

 

Her şey bu kadar açık ve netken bir de şu âyet-i kerîmeye bakalım:

 

“…İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, Allâh’ın cezası şiddetlidir.” (el-Mâide, 2)

 

DÜŞÜNMEDEN YAŞIYORUZ

 

«Şu bir hakikat ki; sonsuz saâdeti kazanmak için bu dünyadan başka elimizde sermayemiz olmamasına rağmen, hayatı öylesine gelişigüzel yaşıyoruz ki, akıl sahibi insanlar, nasıl ebedî devam edecek bir huzuru kaybeder?» diye düşünmeden edemiyoruz. Bilindiği gibi ömürler azaldı. İnsanoğlu yüz yaşına kadar bile yaşamıyor. Sanki hiç ölmeyecek gibi hayatını sürdüren insanlar; hesapsız, muhasebesiz, tabiri câizse kitapsız olarak yaşıyorlar. 

 

Bu dünyada bir kız çocuğu evine geç gelse ana-babası ona nasıl hesap sorarsa, bir öğrenci öğretmenine rağmen nasıl kafasına estiği gibi davranamazsa, bir öğretmen veya memur nasıl müdürünün veya âmirinin istemediği davranışları yaptığında yaptıklarının hesabını verirse; işte aynen bunun gibi kullar, dünyadaki davranışları sebebiyle Rablerine karşı sorumludurlar. 

 

Dolayısıyla mü’minler; bu dünyada sorumsuzca yaşamak yerine, mutlak var olan Kâinâtın Yüce Sahibi’nin emirleri doğrultusunda hayat yaşamalı, aynı zamanda hesap vereceği gerçeğini de, aklından hiç çıkarmamalıdır.

 

CİHAD ŞUURU ve DÎNÎ ŞUUR GEREKLİ

 

Bugün sadece dünyevî idealler ile tezyîn edilen hayatlar, cihad şuurundan uzak olduğu için, maalesef ömür sermayesi keyfî isteklere fedâ edildi, ediliyor. Hâlbuki insanların hayatlarını anlamlandıran, yüksek gaye ve kudsî hedeflerdir. Bunlar kişilere en zor işleri başartır. Bedir SavaşıMûte Savaşı ne zorluklarla kazanıldı. Fatih Sultan Mehmed Han; kimsenin başaramadığı tarihin en önemli hedefini kendine ideal seçti, askerleriyle birlikte en zoru başardı. Yine en son Kurtuluş Savaşı neyle kazanıldı? Yüksek gayelerle kazanıldı. Bunu da îman temin eder. 

 

İnsanlara bilhassa da yeni yetişen nesillere ilâhî mefkûreleri aşılarsanız; onların nefisleri peşinde değil, hedefleri peşinde gayret gösterdiğini görürsünüz. Asıl eğitim de budur zaten. O zaman insanlar şehidlik mertebesine; koşarak, uçarak giderler.

 

DÎNÎ BİLGİ ve KALBÎ TEMİZLİK ŞART

 

Pek tabiî buraya kadar bahsettiklerimiz, ancak îmanlı bir nesil yetiştirmekle mümkün. Bunun için dînî eğitim şarttır. Bu ülke insanları müslümandır. Her zaman bahsettiğimiz gibi; eğitim kurumlarımızda, en alt basamaktan en üst basamağa kadar her ders, -fen bilimleri dâhil- hep İslâm’la birlikte bütünleştirilerek verilmelidir. Camiler, medreseler, Kur’ân kursları, imam hatipler ve ilâhiyatlar; ilimleri sadece ders boyutuyla değil, kalbî boyutla da işlemeli, öğrenciler ibâdete teşvik edilmelidir. Ancak bu şekilde; insanlar günahlardan uzak kalabilir, kalbini temiz tutabilir. Yoksa lâf u güzaf.

 

ELEKTRONİK BAĞIMLISI OLMUŞUZ

 

Bugün neredeyse yediden yetmişe herkeste ama herkeste bir elektronik merakı almış başını gidiyor. «Gençleri, bu zaman hırsızı cihazların menfîliğinden nasıl uzaklaştıralım?» diye çabalarken, bakıyoruz, yaşı ileri düzeyde olan kişiler de bu âletlerin bağımlısı olmuşlar. Bizler bu dünyaya âhiretimizi kazanmak ve Rabbimiz’e güzel bir kulluk yapmak için gelmiş mü’minler olarak, nasıl olur da böylesi değerli olan vakitlerimizi bu cihazlara kaptırırız? «Faydalanmayalım» demiyoruz. Ama ipin ucu kaçıyor. Bakıyorsunuz saatler geçiyor, hâlâ elinde o bilindik cihazlar. Olmaz, olmamalı. 

 

Hâsılı; 

 

İçinden bir daha hiç çıkmayacağımız bâkî bir âlemde bize kâr sağlayacak amellere sıkı sarılmalı değil miyiz? 

 

Bakın bir sene geçti, gidiyor. O hâlde haydi, yeni senede bütün yanlışlıklarımızı tespit edip onları gidermeye, günahlarımıza tevbe ederek daha güzel bir kul olmaya ne dersiniz?..