FÂNÎLİK ÜZERİNE
H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerifte buyuruyor ki:
“Hayal kurup üstünlük taslayan ve yüce Allâh’ı unutan kul, ne bedbahttır!
Zorbalık edip haklara tecavüz eden, yüce kudret ve kuvvet sahibini unutan ne bedbahttır!
Gaflete dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır!
Azıp taşkınlık gösteren, doğum, ölüm ve ölümden sonrayı unutan kul ne bedbahttır!” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 17)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bize sadece ölümden sonraki hayatı haber vermekle kalmıyor, onu unutmamamız için türlü türlü hatırlatmalarda bulunuyor. Çünkü insan; yaratılışı îcâbı, peşin olan dünyaya dalıyor, ölümü düşünmüyor. Ölüm hep başkalarının başına gelecek bir şeymiş, kendisi bundan muafmış gibi, istek ve hayallerinin peşinde ömür tüketiyor.
Zamanımızda sıkça kullanılan bir kelime var: Sekülerlik.
Bizim gençlerimizin ağzından da duyuyoruz. Dinden uzak bir hayat tarzına sahip olan, dîne ve dindarlara karşı hususî bir düşmanlık beslemeyen ama dîni yok sayarcasına yaşayan insanlar hakkında; «seküler biri» diyorlar.
Bu kelimenin Lâtince kökeni «saeculum» hem zaman hem mekânı birlikte ifade eden bir kelimeymiş; «şimdi ve burada olmak» demekmiş. Bundan üretilen secular kelimesi de dünyevîlik, dünyevîleşme için kullanılır olmuş. Din, insana hayatın dünya hayatından ibaret olmadığını öğretip hatırlattığı için; dîni, ölümü ve ölüm ötesini dışlayan, yok sayan zihniyet ve hayat tarzına bu kelimeyle işaret ediliyor.
Modernizm ölümü yok saymasa da her türlü etkisini azaltmaya çalışıyor. Geçenlerde karşılaştığım akademik bir çalışmada bu duruma şöyle dikkat çekiliyordu:
“Artık günlük dilde ölümden, varoluşla ilgili bir mesele olarak değil, tıbbî bir problem olarak bahsediliyor. Ölüm kelimesi daha çok «önlenebilir ölüm» gibi ifadeler içinde geçiyor…”
Televizyon kanallarında, reklâmlarda, sosyal medya paylaşımlarında sürekli sağlık tavsiyeleri yapılıyor. Bunlarda telkin edilen fikir; ilerlemenin bir alâmeti olarak, ölümün mümkün mertebe geciktirilebileceği, yaşlılık döneminin gençmiş gibi geçirilebileceği, genç gibi görünmenin mümkün olduğu…
Çoğu insan da ölümü unutarak yaşıyor zaten. Ömrün bir kısmı, dünya hayatını kazanmak için eğitimle geçiyor, bir kısmı çalışmakla tüketiliyor. Âhirete hazırlanmak sürekli erteleniyor. Âdeta emeklilik zamanlarının oyalanması yerine konuluyor. Hâlbuki ibâdete alışmamış, bunun için ilim okumamış insanın, bu yaştan sonra pek de bir şey öğrenmesi, yapması mümkün olmuyor. Hem herkesin o yaşlarını göreceği garanti değil hem de insanoğlu dünyaya dönük bir hayat yaşayınca, emekliliğini de dünyevîleşme ile geçiriyor. Birçok kişi;
“–Bir yazlık alayım, keyif süreyim. Köyüme döneyim. Çok çalıştım yoruldum, biraz dinleneyim…” diye hayaller kuruyor. Bazen hayaller kurup dururken, hastalıklar başlıyor ve bu sefer de;
“–Tedavi olayım, iyileşeyim de hayatın tadını çıkarayım…” derdine düşüyor. Kısacası hayatın her safhası, sanki ölüm ve ölümden sonra başlayacak ebedî hayat diye bir gerçek yokmuş gibi yaşanıp tüketiliyor.
Birçok kişinin durumu bundan da vahim. Kimileri hırsla dünyaya saldırıyor;
«–İşimi büyütüp zengin olacağım!» derken borç batağına giriyor.
Kimileri kırkından sonra azıyor. Ailesini çoluk çocuğunu yüzüstü bırakıyor.
“–Acaba ömrümden kaç sene kaldı? Âhiret için hazırlanmaya vaktim kaldı mı?” diye düşünmüyor da hep dünyanın kazançlarından ve zevklerinden daha büyük bir pay koparmanın hırsıyla; o zamana kadar yapıp ettiği şeyleri de yıkıyor, mahvediyor. Bu şekilde aşırıya kaçan bir uzun yaşama hırsı, aslında insanın dünya hayatını da rezil ve perişan ediyor.
Hayat şöyle veya böyle geçip gidiyor ve ömür vâdesi dolunca, hiç beklemediği bir anda ölüm karşısına dikiliveriyor. Rabbimiz bu hataya düşmeyelim diye, birçok âyet-i kerîmede hatırlatıyor:
“De ki:
«–Kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, sonunda o, mutlaka gelip sizi bulacaktır. Sonra gaybı da, görünen âlemi de bilen Allâh’a döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı tek tek haber verecektir.»” (el-Cum‘a, 8)
Farkına varmamız gereken bir başka gerçek de şu:
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zamanında insanlar genellikle daha zor bir hayat yaşıyordu. Sağlığı yerinde, ailesi geniş, akrabaları güçlü kuvvetli olup, malı mülkü de olan bir insan için bile hayat zordu, meşakkatliydi. İnsanların hayatını kazanması, işlerini yürütmesi zordu.
Meselâ; develerle çölleri aşmak, iki büklüm tarlada çalışmak, kendi elleriyle çamur hazırlayıp bina inşâ etmek gibi işlerin hepsi insan gücünü zorlayan, riskli ve sıkıntılı işlerdi. Günlük hayatında temel ihtiyaçlarını karşılaması bile hayli zahmetliydi. Bugün sıradan insanların bile yararlanabildiği nice kolaylıklar ve imkânlar yoktu. Hele zevk için yapılan ve tüketilen şeylerin birçoğu yoktu. İnsanlar bugünkü kadar zevk maksatlı bir hayat yaşamıyordu. Ama Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ümmetini daima hayatın zevklerine dalıp gitmemeleri için uyarıyor ve;
“Bütün zevkleri bıçak gibi kesen ölümü çokça hatırlayın!” (Tirmizî, Zühd, 4) buyurarak îkaz ediyordu.
Bugün mü’minler olarak Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu îkazına çok daha fazla muhtacız. Çünkü bugün hayat daha kolay, daha zevkli, daha konforlu. Gitgide daha da yeni oyuncaklar, keyifler, zevkler yaygınlaşıyor.
«Gençleri kıskanmak» diye bir tabir var artık. «Yanlış zamanda doğmuşuz, şimdi doğsak ne iyiydi…»
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin şu hikmetli sözleri insanoğlunun durumunu çok güzel özetliyor:
“Eğer bir yere toplanmış bir kalabalığa tellâl;
«‘–Bugün akşama kadar yaşayacağım!’ diyebilen varsa ayağa kalksın!» diye ilân etse, bir tek kişi bile ayağa kalkamaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakikate rağmen bütün halka;
«‘–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise ayağa kalksın!’ diye ilân edilse, yine bir tek kişi bile yerinden kalkamaz!..»”
Eski zamanlarda bile şikâyet edilen ölümden gaflet hâli, bugün her yönden çok daha kıskaca almış, mü’minlerin mânevî hayatlarını…
Evet insanoğlunun yaratılışı böyle; ölümü unutmak, hayata sarılmak nefsimizin en temel duygularından biri. Bu duygu, yaşlandıkça azalmıyor üstelik. Tam tersine kökleşiyor, kuvvetleniyor. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- îkaz ediyor:
“Âdemoğlu ihtiyarlarken, onda iki şey gençleşir (kuvvetlenir):
•Mal tutkusu ve
•Tûl-i emel (uzun yaşama arzusu ve uzun vâdeli hayaller kurmak).” (Müslim, Zekât, 115)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hadîs-i şerîfinde iki hususta îkazda bulunuyor:
Birincisi;
“Hiç kimse, yaşı ilerleyince, kendiliğinden dünyadan hevesini alacak da artık tabiî olarak âhirete yönelecek zannetmesin!”
Yani dünyanın fânîliğini, asıl hayatın âhiret hayatı olduğunu hatırda tutup, ona göre hayatına bir nizam vermenin hususî bir gayret istediğini hatırlatıyor. Demek ki insan, kendiliğinden âhireti hatırlamayı beklememeli, ona âhireti hatırlatan Allah dostlarının sohbetleriyle, kalbini daima ihyâ etmeli. Yoksa bu kalp, dünyaya dalıp kendi hakikatini unutuyor.
Hadîs-i şerîfin işaret ettiği hususlardan ikincisi de;
“Mal hırsı ve uzun yaşama hırsının ister mü’min olsun ister kâfir olsun, bütün insanlarda mevcut olduğunu ve gittikçe kuvvetlendiğini bildiriyor.”
Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımız zaman; dünya hayatını esas almak, bununla yetinmek, dünya kazanç ve zevklerine dalıp gitmek hep kâfirlerin sıfatı olarak bildirilir. Çünkü onlarda bu sıfatlar o kadar yerleşmiştir ki, onlar âhireti tamamen inkâr etmişlerdir. Mü’minlere de onların hâline benzememeleri, onların büyük pişmanlık çekeceklerini unutmamaları için îkazda bulunulur:
“Elif, Lâm, Râ.
Bunlar Kur’ân’ın apaçık âyetleridir.
Zaman olacak, inkâr edenler;
«–Keşke biz de müslüman olsaydık!» diye hayıflanacaklar.
Bırak onları; yesinler, yararlansınlar! Emelleri onları oyalayadursun.
Elbet yakında bilecekler.” (el-Hicr, 1-3)
Rabbimiz; gazap ettiği, beğenmediği, râzı olmadığı mezmum sıfatları her ne kadar kâfirler, münafıklar ve müşrikler üzerinden örnekler vererek anlatsa da bunlardan mü’minlerin de sakınması lâzımdır. Çünkü nefsini iyice tezkiye edip, kalbine mârifetullah ve «muhabbetullâh»ı yerleştirinceye kadar, mü’minler de nefsin bu huylarıyla imtihan hâlindedir.
Hep arzu edilen ömrün uzaması, acaba o kadar hayırlı bir şey mi? Aslında ömrün uzun olması da kısa olması da birer imtihandır. Beklemediği kadar erken bir zamanda ölmek de, uzun yaşayıp ihtiyarlığın sıkıntılarından şikâyet etmeden ve kimseyi bıktırmadan sabretmek de birer imtihandır. Bizim için hangisinin seçildiğini bilmiyoruz ama hepsine hazır olmalıyız.
Elbette Allah Zülcelâl bir kişiye uzun ömür takdir etmişse, o da bu ömrü güzelce değerlendirmişse, bu güzel bir şeydir. Uzun bir ömrü olan kişinin, bu ömrünü sağlıklı olarak, kimseye yük olmadan, aksine iyilik ve hizmetlerle değerlendirmeyi arzu etmesinde bir sakınca yoktur. Ama ömrümüzün ne kadar olduğunu da bilmediğimize göre, her an ölümün kapımızı çalabileceğini unutmamak îcap eder. İnsan; ölümü hiç aklına getirmeden yaşıyorsa -velev ki ömrü seksen veya doksan yıl olsun- onunla yapacağı hayırlı bir amel olmadıktan sonra ne fark edecek?
Allah Zülcelâl; bizleri, yarın ölecekmiş gibi âhirete hazırlanan, dünya işlerini de hep âhiret hesabını düşünerek idare eden kullarından eylesin.
Ömrümüz ne kadar olursa olsun, Allah Zülcelâl; en güzel şekilde kulluk yapmayı, rızâsını kazanmayı, affedilenlerden olmayı nasip eylesin. Âmîn…