ESİR -2-
Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com
(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)
Düşünceler içinde yürürken çoktan ormana gelmiş olduğunu fark etti.
Daha önce kararlaştırdığı gibi sürüyü ormanın en uç noktasına kadar götürdü. Burası kaldığı birliğin güney doğusunda yer alıyordu.
Havanın kararmaya başlamasıyla; sürüyü burada bırakıp, daha önce günlerce keşfini yaptığı patikaya düşecek ve hep kuzeye doğru gidecekti.
Bir günlük yolunu kestirebiliyordu. İleride illâ ki müslüman köyleri vardı. Oraya ulaşınca mutlaka kendisine yardımcı olacak bir dindaş bulurdu. Ama yine de dikkatli olmalıydı. Fırsatçılar tarafından İngilizlere ispiyonlanırsa; hücreye konulur, belki de idam edilirdi. Zaman zaman birliğe gelip gittiklerini gördüğü üzere, hâlâ İngilizlerle irtibatlı olan bedevîlerle karşılaşması da felâketini hazırlayabilirdi. Ama umurunda değildi artık. Çünkü ailesinin ve memleketinin hasreti bir büyü gibi onu kendisine çekiyordu. O öyle güçlü bir büyüydü ki aklına gelebilecek bütün korkuları bastırıyordu. Tek isteği köyüne ve ailesine kavuşmaktı.
Boş kaldığı vakitlerde; özellikle kırda sürünün peşindeyken, en büyük zevki köyünü düşünmekti. Her sokağı, her köşesi beynine kazınmış olan köyünü hayalen arşınlar, çoğu zaman imamın müsaadesiyle ezan okuyup kāmet getirdiği camiye gider, kahvede arkadaşlarıyla oturur, tarlada anne-babasıyla çalışırdı.
Kapıldığı bu büyüye rağmen, dağa gönderildiği ilk gün kaçmayıp öncesinde keşifler yapmayı ve azık hazırlamayı akledecek kadar temkinli davranması, ancak ilâhî bir ilhamla îzah edilebilirdi.
Sürüyü ormanın bu en uç noktasına getirmesi öğle vaktini bulmuştu. Akşamın olması için sabırsızlanıyordu. Dört yıldır hasretle beklediği, hürriyete adım atacağı o an artık gelsin istiyordu.
Bugünün kurtuluşunun ilk günü olduğuna o kadar inanıyordu ki yakalanma ihtimalini hiç aklına bile getirmiyordu.
Ne var ki, yola çıkması için önünde daha en az 5-6 saat vardı. Nasıl geçecekti bu vakit? Dakikalar saat kadar uzuyor ve bu 5-6 saatlik zaman dilimi ona âdeta bir asır gibi geliyordu.
Akşamla birlikte uzun bir yolculuğa başlayacağını düşünerek biraz uyumak istedi. Ancak hâliyle uyku tutmadı. Yine de uzanıp vücudunu, özellikle ayak mafsallarını dinlendirdi. Ancak bir müddet sonra sıkılıp kalktı. Heyecanlıydı. Heyecanını teskin etmek için bildiği duâları tekrar tekrar okudu, türküler mırıldandı. Köyüne bir varsa, ailesine bir kavuşsaydı…
İkindiye doğru iyice acıktığını hissetti. Azık çıkınını açıp 4-5 zeytin çıkardı ve böldüğü el kadar ekmeğe katık yaparak onları yedi. Oldukça iktisatlı davranmalıydı. Çünkü yarın ve sonraki günlerde yapacağı yolculuk beklemediği kadar uzayabilirdi.
Vakit ikindiyi geçerken artık daha fazla dayanamadı ve patikaya düşüp yürümeye başladı. Hava kararıncaya kadar ormanın kuzey ucuna ulaşır, hava kararıp arazi tenhalaştıktan sonra da açık alanda yürüyüşünü sürdürebilirdi. Hızlı adımlarla, âdeta koşar gibi yürüyordu.
Bu gece mümkün oldukça çok yol almalıydı. Zira akşam sürüyle dönmeyince zimmeti altında bulunduğu pişkin suratlı subayın aldatılmışlık hissine kapılıp nasıl kızacağını, hele hele üstlerine hesap verme korkusuyla nasıl panikleyip telâş içinde ormana müfrezeler salacağını gayet iyi biliyordu.
Biraz sonra ormanın kuzey ucuna gelmişti. Hâlbuki güneş âdeta ona inat eder gibi hâlâ tepesinde dikiliyor, hiç batmaya niyetli görünmüyordu. Bu kadar heyecan gösterip acele ettiği için kendine kızdı ve ağaçların arasına oturup güneşin batmasını bekledi. Oturup ayaklarını uzatınca yorulmuş olduğunu da fark etti. Acele edip kendisini yorduğu için içten içe bir kez daha kızdı. Çünkü önünde daha çok yol vardı. Tıpkı azık ve suyunda olduğu gibi enerjisinde de oldukça iktisatlı davranmalıydı. Geniş bir nefes alarak daha sakin olması gerektiği yönünde kendisine telkinde bulundu.
Güneşin şuâları iyice zayıfladığında içindeki heyecan yeniden depreşti. Aklını türlü türlü vehim istilâ ediyordu:
Kendisini aramak üzere çıkarılacak askerlerin süvari olacağı kesindi. Bir an önce uzaklaşmalıydı. Güneş ufukta ateş bir küre hâline geldiğinde artık dayanamayıp kendisini araziye attı. Farkında olmadan yine hızlanmıştı. Âdeta koşuyordu.
Gün battı, alaca karanlık bastırdı, hava karardı, o yürümeyi sürdürdü. Böyle saatlerce yürüdü. Nerden baksa 15-20 kilometrelik yol almıştı. Vakit gece yarısını geçmiş, o da adamakıllı yorulmuştu. Ancak devam etmeliydi. Çünkü pişkin suratlı subay; adamlarını ormana gönderip sürünün terk edilmiş olduğunu görünce onun kaçtığını bilecek, üzerinde duracağı ilk yön de memleketinin bulunduğu kuzey yönü, yani şu bulunduğu yön olacaktı.
Bir an ellerinde fenerlerle atlı bir İngiliz birliğinin peşinde olduğunu düşünerek geriye dönüp baktı. Çok şükür görünürlerde hiçbir ışık, şekil, hareket ve ses yoktu. O esnada büyük bir taşın yanına gelmişti. Onun karaltısına geçip ay ışığında görünmekten sakınarak biraz soluklandı.
Bu arada akşam namazını kılmadığını, yatsının vaktinin de geçmek üzere olduğunu hatırladı. Ormanda aldığı abdestle akşam ve yatsı namazlarının farzlarını peş peşe kıldı.
Harpte bir yerden bir yere intikal ânında ve esârette iken Şâfiî arkadaşlarının zaman zaman böyle yaptıklarını görüp şaşırmış, sonradan bunun böyle zamanlarda gerçekten de çok işe yaradığını düşünerek İmam Şâfiî’ye duâ etmişti. Böyle zarurî bir anda namazı terk etmektense İmam Şâfiî’nin içtihâdına uyabilirdi. Namazı terk edecek değildi ya! Çünkü alay müftüsünün savaş ânında bile namazın terk edilemeyeceği hakkındaki sözleri ve korku namazıyla ilgili anlattıkları bugün gibi aklındaydı.
Bu arada biraz dinlenmişti. Durmamalı, hemen yola koyulmalıydı. Tekrar yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü. Yine koşarcasına hızlı adımlarla yürüyordu.
Hava ağarmaya başladığında durdu. Daha fazla devam edemezdi. Yorgun olmaktan ziyade çevrede biri tarafından görülüp ispiyonlanmaktan endişe ediyordu. Artık başarılı olamayıp yakalanmaktan da korkuyordu. Yine peşinde atlılar olduğu vehmine kapıldı. Geldiği yöne dönüp ufku taradı. Çok şükür hiçbir karaltı görünmüyordu.
Uzanıp kulağını yere koyarak bir süre dikkatle dinledi. Nal sesine benzer hiçbir şey duymadı.
Burada bir yere sığınıp gün bitene kadar saklanmalıydı. İleride gözüne ilişen fundalık alana kadar yürüyüp sabah namazını kıldı.
Çıkınını açıp çıkardığı birkaç lokmayla açlığını bastırdı.
Sonra sivri bir dal parçasıyla yerde sathî bir çukur açıp yattı ve üzerini de çalılarla örterek kendisini iyice kamufle etti.
Yorgun ve bitkindi. Ancak yine de hemen uykuya dalmadı. Düşünüyordu.
Acaba pişkin suratlı subay ne yapmıştı? Şu an neredeydi? Neler plânlıyordu? Ya onun bulunduğu yere doğru geliyorsa? Yoksa başaramayacak, karısına ve çocuklarına kavuşamayacak mıydı? Bildiği bütün duâları okuyarak yardım etmesi için Allâh’a yalvardı.
Bu arada güneş doğup yükselmeye başlamıştı. Güneşin şuâları vücudunu ısıttıkça bir gevşeme ve rahatlama duymaya başladı.
O esnada pişkin suratlı subayın sesini duymasın mı?
“–İşte orada, çalıların altında yatıyor, ha ha ha! Hadi yakalayın!” diye onu askerlerine gösteriyordu.
Çalıları üzerinden atıp araziye düşmesi bir oldu. Bütün gücüyle koşuyordu. Arkasında bir müfreze atlı asker vardı. Atlılardan ne kadar kaçabilirdi ki? Kaçtı, kaçtı, bütün gücünü kullanarak belki saatlerce kaçtı.
Pişkin suratlının sinir bozucu sesi ise hiç durmaksızın kulaklarında ötüp duruyordu:
–Bunu yapmayacaktın bana Turko! Üstlerime rezil ettin beni! Hâlbuki az mı iyilik ettimdi sana? Gel buraya! Kaçamazsın artık! Seni hücreye bir tıkayım da güneş ışığına hasret öl! Yok, yok varır varmaz, diğer önünde kurşuna dizdireyim de hepsine ibret ol! Kaçırmayın, çevirin etrafını ha ha ha! Çevirin!
Kan ter içinde uyandı. Kesik kesik soluyordu.
“–Ohh, çok şükür rüya imiş!” dedi.
Yattığı çalıların aralığından güneşin tepe noktasını geçmiş olduğunu gördü. Demek ki, 8 saatten fazla uyumuştu. Buna rağmen çok dinlenmiş hissetmedi kendini. Herhâlde uzun kâbuslarla dolu olan uykusu kaliteden yoksun olduğu için dinlendirici olmamıştı. Neyse daha akşama kadar dinlenebilirdi? Mühim olan doğru istikamette yol alıp almadığıydı.
Eğer karanlıkta kuzeyden sapıp başka yönlere döndüyse gece boyu yürüdüğü yol da boşa gitmiş demekti. Hele hele batıya doğru saptıysa pişkin suratlının avucuna düşmek üzere demekti!
Acaba gece karanlığında sığındığı bu yer gündüz gözüyle nasıl görünüyordu? Sürüyü bıraktığı orman buradan seçilebilir miydi? Kamufle olduğu çalıların arasından geldiği yöne doğru baktı. Ormana benzer bir şey göremedi. Belki kalkıp yüksek bir ağaca falan çıksa görülebilirdi. Ancak bulunduğu yerden çıkmamalıydı. Gören olursa muhtemelen şimdi bu civarda hırsla kendisini aramakta olan pişkin suratlıya ihbar edebilirdi.
Çalıların arasından etrafı kolaçan etti. Uzakta bir köy seçiliyordu. «Minaresi var mı?» diye dikkatlice baktı. Göremedi. O hâlde muhtemelen bir hıristiyan köyüydü. Öyleyse daha dikkatli davranması gerekiyordu. Çünkü hıristiyan ahâlî, kendilerini İngilizlere daha yakın hissediyorlardı. Birinin gözüne ilişmesi hemen enselenmesine sebep olabilirdi.
Güneşin en kızgın olduğu zamandı. İçinin yandığını hissetti. Biraz su içmek için matarasını ağzına getirip dikti. Dikmesiyle çekmesi bir olmuştu. Çünkü su da ateş gibi olmuştu. Vücudu terden sırılsıklamdı. Yattığı yer, sırtını acıtmıştı. Ayak mafsalları ve dizleri ise sızım sızım sızlıyordu. Bulunduğu yerde sağa-sola dönerek rahat bir pozisyon almaya çalıştı. Nihayet nispeten daha rahat bir şekil alabildi. Güneşin harareti vücudunu mayıştırıyor, yine bir rahatlama hissediyordu.
Ancak birdenbire çevresini yalın kılıç birçok bedevî sardı. Çok korkunç görünüyorlardı. Sakladığı altınları almak için ona;
“–Üstünü çıkar!” diye bağırıyorlardı. Nihayet biri elini yakasına doğru uzattı. İrkilerek derhâl adamın elini tutup uzaklaştırdı. Adamın eli serâpâ yağ dokusu imiş gibi yumuşacıktı. Adamın eline bakmak için gözünü açıp dikkat kesilince, uyanıp kendine geldi ve gelmesiyle birlikte de irkildi. Çünkü elinde kocaman bir keler vardı! Onu mümkün oldukça uzağa fırlattı;
“–Neyse, çok şükür, yılan değilmiş!” dedi. Uyumak da tekin değildi. Zira sürekli kâbuslarla boğuşuyor, daha beter yoruluyordu. Neyse ki ikindi geçmiş ve güneşin ışıkları zayıflamaya başlamıştı. Birazdan güneş batacak ve yine zorlu bir yürüyüş başlayacaktı. Bu sebeple şu an istemese de ayaklarını mümkün oldukça dinlendirmeliydi. Tabiî güneş batmadan bir de yönünü iyice tayin etmeliydi. Şu an güneş solunda olduğuna göre sağ tarafı doğuydu. Şu hâlde kendisi başı güneyde ve ayakları kuzeyde olmak üzere uzanmış vaziyetteydi. Öyleyse ayaklarını uzattığı istikamette yol alması gerekiyordu. Bugün de dünkü kadar yürürse epeyce yol almış ve muhtemelen istasyona yaklaşmış olacaktı. Böyle geceleri yürüyerek Konya’ya varamazdı elbette. Trene binmesi gerekiyordu. Bunun için de kendisine yardım edecek birilerini bulması lâzımdı. Zira hiçbir şeye mâlik değildi. Kendisine yardımcı olacak kimseler lutfetmesi için Allâh’a duâ etti. Tren bileti alabilmesi buna bağlıydı. Ayrıca trende kaçkın bir esir olduğunu gizleyebilmesi için de bir çare bulmalıydı.
Güneş ateş bir küre hâline geldiğinde kendisini çalılarla kamufle ederek doğruldu ve teyemmüm ederek oturduğu yerde öğle ve ikindi namazlarının farzlarını peş peşe kıldı. Karnı çok acıkmıştı. Çıkınını açıp birkaç lokma yiyerek açlığını bastırdı. Bütün çıkını yiyip bitirecek kadar açtı. Ancak kendisine engel oldu. Mataradan biraz su içip hazırlanmaya başladı.
Güneş batınca yola çıktı. Tayin ettiği yöne doğru koşarcasına yürüyordu. Alaca karanlıkta önündeki tümseği aştığında yolu bağların içine girmişti. Manzarayı görünce, dün fecir vaktinde biraz daha yürüyüp gündüzü burada gölgede geçirmediğine yandı. Ancak biraz sonra takip ettiği yol, bağlar arasında kayboldu. Âdeta arkları atlayarak yürüyordu. Acaba tayin ettiği istikamete mi gidiyordu? Yoksa doğuya veya batıya mı sapmıştı? Bilmiyordu. Artık geri dönmek için de çok geçti. Çünkü gerisi de ağaçlıktı. Mümkün oldukça sapmadan yürümeye çalıştı. Hava kararmıştı, ama ağaçların aralık olduğu yerleri ay ışığından süzülen huzmeler gündüz gibi aydınlatıyordu. Yine böyle aydınlık olan bir sahayı geçip tam bir ağacın karaltısına gelmişti ki Arapça bir;
“–Dur!” sesiyle irkildi. Ağacın karaltısında tümseğe oturup ayaklarını aşağıya sarkıtmış, üzerinde etek olan izbandut gibi bir bedeviydi bu sesin sahibi. Hemen dönüp kaçsa ondan daha hızlı koşacağına emindi. Ama ya adam bağırıp çağırarak etrafı velveleye verir ve -varsa- başkalarını da durumdan haberdar ederse! Sonra kaçsa nereye kaçacaktı ki? Geldiği yöne kaçsa onca çektiği emeğe yazık olması bir tarafa, orası kendisini götürse götürse pişkin suratlıya götürürdü. Bunları süratle zihninden geçirip en iyisinin adamı hoş etmeye çalışmak olduğunu düşündü. Sonra, kim bilir, belki de adamın fena bir niyeti yoktu. Önce maksadını anlamalıydı. Belki kendisine yardımcı bile olabilirdi! Çünkü bedevîlerin içerisinde de çok saf tabiatlı asil insanlar vardı. Ama adamın yüz hatları ağacın karartısından çok seçilemese de gerek duruşu ve gerekse sesi hiç de iyi niyetli olduğunu göstermiyordu. Nitekim aynı sert ses tonuyla konuştu:
–Kimsin sen?
–Ben sizlere hizmet etmek ve sizi korumak için buralara kadar gelmiş bir askerim!
–Demek askersin! Çıkar bakalım üstündekileri!
–Bak, ben sizin için küffâr ile savaştım. Müslüman değil misin sen?
–Uzun etme! Çıkar üstündekileri dedim.
–Ben garip bir askerim. Üstümde hiçbir şey yok.
–Çok uzattın artık.
İşin sarpa sardığı anlaşılıyordu. Tetik olmalıydı. Nihayet adam kalkıp kendisine yönelince sağ elini eteğine hızla daldırarak onu hayalarından yakaladı ve bütün gücüyle sıkmaya başladı. Adam acıyla panikleyip yıkılarak uğunmaya başladı. Bir taraftan sağ eliyle sıkmaya devam ediyor, diğer taraftan da sol eliyle adamı çenesinden geriye doğru iterek kendisinden uzak tutmaya çalışıyordu. Adam uğunmaya devam ediyor, o ise sıkmayı sürdürüyordu. Böyle yaklaşık beş dakika kadar devam etti. Nihayet adam yığılıp sessizliğe gömüldü. Ancak Hasan sıkmayı bırakmadı. Adam oyun ediyor olabilirdi! Bunun için adamın bayıldığından veya öldüğünden emin olana kadar sıkmayı sürdürdü.
Zararsız hâle getirdiğinden emin olunca adamı bırakıp ileri yürümeye devam etti. Şimdi daha hızlı yürüyordu. Şaşkın bir hâldeydi. Garip, kaçkın bir esirken bir de kātil olmuştu. Şimdi pişkin suratlıyla birlikte, öç peşindeki bedevîlerin de izini sürdüklerini düşünüyor, gayr-ı ihtiyârî sık sık arkasına bakıyordu. Çıldırmış gibiydi;
“–Allâh’ım! İnşâallah ölmemiştir!” diye içten içe yakarıyordu. Esir olmadan önceki son müsâdemede vurduğu çavuş için dahî duymadığı bir vicdan azâbı hissediyordu.
(Devam edecek.)