NUAYMÂN -radıyallâhu anh-’IN İLGİNÇ HEDİYE USÛLÜ
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Nuaymân bin Amr -radıyallâhu anh-, Medine’de doğdu. İkinci Akabe’de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at eden yetmiş kişi arasındaydı. Bedir, Uhud, Hendek ve diğer gazvelere katıldı. Yaptığı latîfelerle Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ve sahâbe-i kirâmı güldürdü.
*
Nuaymân -radıyallâhu anh- bir gün pazarcıdan meyve aldı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi ve;
“–Sana bunu hediye olarak getirdim.” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hediyeyi kabul etti ve meyveyi yedi. Sonra pazarcı, meyvenin parasını isteyince Nuaymân -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gösterdi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şaşkınlıkla sordu:
“–Bunu bana sen hediye etmedin mi?”
Nuaymân -radıyallâhu anh-;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, vallâhi onu alırken param yoktu, fakat Sen’in onu tatmanı istedim.” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- güldü ve pazarcıya parasını ödedi. (İbn-i Hacer el-Askalâni, el-İsâbe, 4/564; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 5/331; İbn-i Abdilber, el-İstiâb fî Mârifeti’l-Ashâb, Dâru’l-Cîl, 4/15280)
«EY EVİM! YIKILACAĞIN ZAMAN HABER VER!»
Asırlar değişse de insan gerçeği değişmiyor. Mevlânâ Hazretleri, meşhur eseri Mesnevî’de; insan ve toplumlara bir ayna tutarak nasihatlere kulak vermelerini, gafletten uzak durmalarını şu misalle öğretiyor;
Fakir bir adam, nice zahmetlerden sonra bir ev yapıp, içine girdi. Ev nihayet oturulacak bir hâle gelmişti. Eve hitap ederek şöyle seslendi:
“–Ey ev, bak, bu kadar sıkıntıdan sonra nihayet sana kavuştum. Zaten yoksul biriyim. Senden ricam; yıkılacağın zaman bana haber ver de ben de ona göre tedbir alayım.”
Aradan günler, aylar geçti; adam eve hiç bakım yapmadı. Kırıkları, çürükleri görmedi. Bir gün ev yıkılıverdi.
Adam hayretler içerisinde şaşırıp kaldı ve şöyle hayıflandı;
“–Yahu, ben sana demedim mi; «Yıkılacağın zaman haber ver.» diye?”
Bunun üzerine ev ona şöyle seslendi:
“–Bre gafil adam! Ben sana duvardaki çatlakları ne zaman haber verdimse bir avuç çamurla tıkayıverdin. Direklerimi güve yerken sen sağır kesildin. Damdaki çatlaklardan düşen damlalar seni bir türlü gaflet uykusundan uyandırmadı. Feryatlarımı duymadın. Dermanım kesildi, ben de çöktüm. Şimdi sızlanma sırası sende.”
Mevlânâ bu nüktenin îzâhını yine kendisi yaparak şunları kaydeder:
“Öyle insan vardır ki, yanlışını, kusurunu hemen görür, anlar. Tedbirli ve temkinli olur. Tuzağa, bataklığa düşmez. Ona göre hazırlık yapar. Durumunu düzeltir.
Kimi de bir türlü hatalarını görmez, yanlışta ısrar eder. İşin sonunu da düşünmez. Bala konmuş sinek gibi, saplandığı yanlıştan bir türlü çıkamaz. Beleş olan balda nihayet canından da olabilir. Böyle kendisini bilmeyenlerin, vazifesini unutanların, ilerisini göremeyenlerin vurdumduymazlığı yüzünden; nice insanlar, aileler, çocuklar perişan olur. Hânümânlar yıkılır, ocaklar söner.
Cemiyet boyutuyla düşünürsek; zamanında alınmayan tedbirler yüzünden bir nesil mahvolabilir, bir millet ayakta duramaz hâle gelir. Bir hastalığa zamanında teşhis konulmazsa, hastalık müzminleşir; hattâ bütün vücudu kangren hâline getirebilir. Zamanında yapılan müdahaleler ile hayat kurtarılabildiği gibi, bir insan, bir nesil, cemiyet de kurtarılabilir.”
KERÂMET-İ MEVLÂNÂ
Sultan III. Selim Han, 24 Aralık 1761’de İstanbul’da doğdu. Beş yaşında, sarayda, eğitimine başlandı.
On beş sene süren kafes hayatından sonra 1789’da yirmi sekiz yaşında, yirmi sekizinci sultan olarak tahta oturdu. Halka hizmeti ve onların haklarını muhafaza etmeyi düstur edindi. Vakıfların korunup geliştirilmesi yanında îmar faaliyetleri yaptı. Üsküdar’daki Selimiye Camii ve külliyesi onun eseridir. Devlet düzenini iyileştirmek ve liyâkatli devlet adamları yetiştirmek için çabaladı. Kayırmacılık, usûlsüzlük ve her türlü haksızlığa karşıydı.
İç siyasette babası III. Mustafa gibi ıslahat (yenilik, değişim) taraftarıydı. Hattâ bu husustaki düşünce ve faaliyetleriyle babasını geride bıraktı. Onun yenilikçi anlayışı sekülerleşme ve dünyevîleşme değil askerî ve idârî sahada gerçekleşecek bir tasavvurdu. Ne var ki bu değişim hareketleri birtakım çıkarcı devlet adamlarının ayak oyunları ve yeniçeri ocağındaki âsîlerin isyanı sebebiyle istenen neticeleri veremedi.
Nâzik, hassas, nüktedan, müşfik fıtratıyla; nev‘i şahsına münhasır şahsiyetiyle öne çıkan Sultan III. Selim, âsîler tarafından tahttan indirilip 28 Temmuz 1808’de katledildi. Kabri, Laleli’de III. Mustafa türbesindedir.
*
III. Selim bir gün, samimiyet ve sevgisinden dolayı başını Şeyh Gālib’in dizine koydu. O sırada Şeyh Gālib de Hazret-i Mevlânâ’nın menâkıbından bahsetmekteydi. Padişah bir ara Şeyh Gālib’e;
“–Hazret-i Mevlânâ’nın zamanımızda da cârî bir kerâmeti var mıdır?” diye sordu.
Bunun üzerine Şeyh Gālib;
“–Aman padişahım hiç şüphe etme! Koca bir halîfe-yi rûy-ı zemîn, Cenâb-ı Mevlânâ’nın miskin bir dervişinin dizine başını koymuş… Bundan büyük bir kerâmet-i câriye olur mu?” deyince Sultan çok duygulandı ve gözünden yaşlar döküldü. (Bayram Ali KAYA, Tekke Kapısı: Yenikapı Mevlevîhânesi İnsanları, s. 106)
MESNEVÎ-İ ŞERİF İDRÂKE MUVÂFIK SÖYLER
Ârif ETİK Hoca, 1911’de Erzurum/Hınıs’ta doğdu. 1917’de ailesi, Rus işgalinden kaçarak Konya’ya hicret etti. Kitapçılık yaptı. Dükkânı Konya münevverlerinin uğrak yeriydi. Farsça ve Arapça öğrendi. İmam hatip okulunda ve Yüksek İslâm Enstitüsü’nde dil derslerine girdi. Talebeleriyle samimî idi. Derslerde yerine göre fıkra ve nükteler anlatarak zihinleri açardı.
Mevlânâ’ya aşk derecesinde bağlı Ârif ETİK Hoca, 12 Aralık 1992’de Konya’da vefât etti. Kabri, Musallâ Kabristanı’ndadır.
*
Adamın birisi Mesnevî’de müstehcen gibi gözüken hikâyelere takılıp, Mevlânâ ve Mesnevî aleyhinde söz söyleme cür’etini gösterince Ârif ETİK Hoca o adama şu cevabı verdi;
“Mesnevî bir saraydır. Bir sarayda; nâdîde salonlar, odalar, içi çeşit çeşit yiyeceklerle dolu kilerler, mutfaklar ve antika eşyalar bulunur. Tabiatıyla sarayda tuvaletler de bulunur. Sen sinek gibi vızıldaya vızıldaya uçmuş ve doğruca tuvaletin yolunu bulmuşsun! Sonra Mevlânâ, herkesin idrâkine göre söyler. Senin idrâkin ancak bu kadar olduğu için Mesnevî’de o kadar güzellikleri göremeyip birkaç hikâyeye takılmışsın.”
Mevlânâ ve Mevlevîlikle ilgili kitaplarıyla tanınan bir zât vardı. Bir gün Ârif Hoca’nın dükkânında Hazret-i Mevlânâ’nın içkiye cevaz verdiği yolunda lâflar edince Ârif Hoca sinirlenip, arka arkaya Mesnevî’den içkinin haram olduğunu açıklayan beyitler okudu. Muhatabını konuşamaz hâle getirdi. Bu âlim geçinen zât bir şey diyemeden dükkânından ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Ârif Hoca bu hâdiseyi anlattıktan sonra her zamanki tavrıyla;
“–Emin olun öyle bir gidişi vardı ki, görmeniz lâzımdı.” demişti. (İhsan KAYSERİ, Konyalı Ârif ve Etik Bir Hoca: Ârif ETİK)