ÖLÜM İLMİHÂLİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM 

 

FIKIH ve ÖLÜM

 

Fıkıh ve ilmihâl, ölümü de içine alır mı?

 

Bir insan namaz kılacak ise, namazın fıkhını bilmekle mükelleftir. Oruç, zekât, evlilik, ticaret, hepsi böyle… 

 

Hepimiz öleceğiz. Bir gün uhrevî yolculuğumuza çıkacağız. Oranın fıkhını da bilmek boynumuzun borcudur. 

 

Bazen duyuyoruz; bir din kültürü öğretmeni, öğrencilerine ölümle alâkalı bir husus anlatıyor veya bir video seyrettiriyor, hemen kimilerinden bir tepki geliyor. Ehl-i dünya; ölümden, âhiretten, kabirden, sualden ve mahşerden bahsedilmesin istiyor. 

 

Müslüman için ise, bilâkis, ölüm ve ötesine dair mevzular, onun îmân esaslarından biridir.

 

Ölüm hayatla o kadar iç içe ki, Rabbimiz Mülk Sûresi’nin 2’nci âyetinde; 

 

«Hayatı ve ölümü yarattım.» demiyor; 

 

«Ölümü ve hayatı yarattım.» buyuruyor. 

 

Bazı âlimlerimiz ölümün bu şekilde önce zikredilmesini şu mânidar tefsirle îzah etmişler:

 

“–Şu içinde bulunduğumuz hayat, ölümlü bir hayattır. Ona ölüm dense muvâfıktır. Allah önce bize bu ölümlü hayatı veriyor, sonra ölümün öldüğü gerçek hayatla bizleri buluşturuyor.”

 

Yani şu dünyada aslında biz ölümü yaşıyoruz. İşler, sonlarıyla değerlendirilir. Bu hayat ölümle sona eriyor. Bu hayatın değerlendirme ölçüsü; nasıl öldüğümüz, hangi hâl, hangi kalbî vaziyet, hangi birikimle vefât ettiğimiz… Bu sebeple Hazret-i Yûsuf;

 

تَوَفَّن۪ي مُسْلِمًا

 

“–Benim canımı müslüman olarak al!” diye duâ ediyor.1

 

Hazret-i Yâkub, evlâtlarına;

 

لَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَۜ

 

“–Aman müslüman olarak ölmeye bakın!” diye vasiyet ediyor.2

 

Âl-i İmrân Sûresi’nde sâlih mü’minlerin duâsı arasında;

 

وَتَوَفَّنَا مَعَ الْاَبْرَارِۚ

 

“Bizim canımızı sâlihlerle beraber al!” niyâzı geçiyor.3

 

Ölüm her an bizlere şah damarımızdan yakındır. 

 

Dolayısıyla;

 

Ölümün ahkâmını bilmek durumundayız.

 

ÖLÜM NEDİR? 

 

Ölüm rûhun cesetten ayrılmasıdır. 

 

Bir başka ifadeyle, rûhun ceset üzerindeki vazifesinin sona ermesidir. 

 

Hayatın seviyeleri vardır. Dünya hayatı, ruh ve ceset beraberliği içindeki bir hayat seviyesidir. 

 

İki âlem vardır:

 

•Emir âlemi.

 

•Halk âlemi.4

 

Cenâb-ı Hakk’ın; «كُنْ / Ol!» emriyle her şey var olur.5 «اِرْجِع۪ى / Dön!» deyince de, ruh Rabbine döner.6 Emir âleminde, her şey Allah Teâlâ’nın tâlimatlarından ibarettir. Sebeplere bağlı değildir.

 

Lâkin, biz halk âleminde, yaratılmışlar âlemindeyiz. Orada doğum da, ölüm de birtakım sebeplerin neticesiymiş gibi görünür. Halk âleminde rûhu görmediğimiz için, onun ceset üzerindeki fonksiyonu sona erince, cesedin hareketsiz kalmasına ölüm diyoruz. Hâlbuki bu esnada ruh yok olmuş, ölmüş değildir. Ruh canlıdır, Melekü’l-mevt / Azrâil tarafından kabzolunmuş ve berzah âlemindeki mekânına götürülmektedir. 

 

Buna göre ölüm, bir intikalden ibarettir. Dünya hayatından, berzah âlemine bir intikal…

 

Berzah âlemi, kulun dünya hayatına göre;

 

•Ya cennet gibidir, 

 

•Ya cehennem gibidir.7 

 

Kıyâmetten sonra ruh için yeniden bir ceset yaratılır ve ruh yeni ve ebedî konağına kavuşur. Dünyadaki ruh ve ceset beraberliği gibi, tam bir hayâtiyete döner. 

 

Akla şu sual gelir: 

 

RUH NEDİR?

 

Materyalistler, yani dünyada her şeyi maddî varlığı ile değerlendirenler, rûhu göremedikleri için inkâr ederler. Ölüm onlara göre, şuurun kapanmasından ve bedenin sonsuza kadar yok olmasından ibarettir. 

 

Hâlbuki bir müslüman; başta Rabbi olmak üzere, melek, cin gibi gözüyle göremediği varlıkların mevcudiyetine îmân eder. Ruh da böyle latif bir varlıktır. 

 

Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anhüm- efendilerimizden rivâyet edildiğine göre; 

 

•Doğrudan yahudiler8 veya 

 

•Yahudilerin akıl vermesiyle müşrikler,9 Peygamber Efendimiz’e rûhu sordular.

 

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

 

وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الرُّوحِۜ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلًا ۝٨٥

 

“–(Ey Habîbim), Sana rûhu sorarlar. (Ruhtan bahsetmeni Sen’den isterler.) De ki: 

 

«–Ruh Rabbimin emrindendir. Ve siz ilimden ancak çok az bir miktara sahipsiniz. Size çok az bir miktar ilim verilmiştir.»”10 

 

Yukarıda zikrettiğimiz üzere, Emir Âlemi’ni insanoğlu telâkkî edemez. Bizim ilim, mârifet ve fen bilgilerimiz; beş duyumuz, müşâhede ve tecrübelerimiz, akıl ile ölçüp tartmamız gibi vasıtalara dayanır. Bunların hepsi Halk Âlemi’nde işe yarayan araçlardır. Gayba ait; ruh, melek vb. hususlarda tefekkürün, araştırmanın, gözlem ve deneyin bir faydası olmaz. 

 

İnsan rûhu; çok değerli, çok aziz, çok kudsî bir varlıktır.

 

Cenâb-ı Allah; bu rûhun büyüklüğünü, azametini, şerefini gösterme sadedinde rûhu kendisine izâfe etmektedir. Birçok âyet-i kerîmede;

 

“–Ona (insana) rûhumdan üfledim.” buyurmaktadır.11

 

Bu; «Rûhum.» ifadesi bazen yanlış anlaşılabiliyor.

 

Yani Allah;

 

“–Rûhumdan üfledim.” derken kendisinden bir parçayı insana verdiği anlamı bazıları tarafından çıkarılabiliyor. Bu çok yanlış bir mânâ olur.

 

Nasıl biz;

 

“–Kalemimle yazdım, kitabımdan okudum.” dediğimiz zaman, kalem bizden bir parça değilse, kitap bizden bir parça değilse Cenâb-ı Allah da; 

 

“–Rûhumdan üfledim.» dediği zaman;

 

“–Kendime izâfe ettiğim, yarattığım, bana ait olan, benim mülküm olan bir ruhtan üfledim.” demektedir.

 

Allah her şeyin yaratıcısıdır, her şey Allâh’a aittir. Burada bu izâfet yani; «–Benim rûhum.» ifadesi fazîlet atfetmek anlamınadır.

 

«Kulum!» demesi de böyledir. Herkes Allâh’ın kuludur, lâkin bu izâfet bir şeref ve kıymet ifadesi olarak kabul edilir. 

 

Aksi takdirde, Cenâb-ı Hakk’ı da ruh ve cesetten teşekkül eden bir varlık gibi düşünmek söz konusu olur ki; «muhâlefetün li’l-havâdis / yaratılmışlara benzememek» prensibine aykırı düşer. Cenâb-ı Hak, cüzlere ayrılan bir varlık değildir. Bu anlayışlar hep şirke kapı aralamıştır. Meselâ hıristiyanlar; Hazret-i İsa’yı -hâşâ- Allâh’ın bir parçası, oğlu olarak görme sapıklığına bu kapıdan girmişlerdir.

 

İnsan rûhu; diğer hayvanların rûhundan farklı, çok üstün meziyetleri olan, değerli ve aziz bir yapıya sahiptir. Bu ruh, ilâhî feyizlerin ve ilâhi mârifetlerin deposu olmaya îmânî hakikatleri algılayabilmeye müsait bir yapıdadır.

 

Bu yapısıyla, insan rûhu Allâh’ın emirlerine muhatap olabilme kıvâmındadır. Allâh’ın emirleri, yasakları, İslâmî edepler ve yüce ahlâk hep bu rûha yönelik olan hususlardır.

 

İşin fıkhı ve ilmihâli daha fazla ilgilendiren tarafına gelelim:

 

TERAZİNİN İKİ KEFESİ GİBİ

 

Dedik ki; 

 

İnsan dediğimiz bu varlık halk âlemi ve emir âleminden ortak olarak meydana gelmiş bir yapıdadır. Bunlardan hangisini beslerseniz öbürünü zayıf düşürürsünüz.

 

Yani eğer siz insandaki halk âlemi tarafını, yani onun;

 

•Maddî bünyesini,

 

•Yemesini,

 

•İçmesini,

 

•Beslenmesini,

 

•Giyinmesini ne kadar fazlaca kuvvetlendirirseniz, o ölçüde emir âlemi ile olan irtibatını zayıflatırsınız. 

 

Ama bunun aksine; insan birtakım riyâzatlarla bedenini açlığa alıştırır, ibâdetlerle meşgul ederse, Allâh’ın emrettiği, râzı olduğu amelleri yaparsa; o zaman rûhu bir hiffet ve letâfet kazanır, huzur hisseder, lezzet duymaya başlar ve inmiş olduğu bu süflî âlemin aksine, gelmiş olduğu o yüce makamlara doğru bir yükseliş yaşar.

 

Tasavvufun da aslında maksadı; bizim bu halk tarafımızda olan münasebetimizi asgarî seviyeye indirip, emir âlemi ile olan irtibatımızı yükseltmektir. 

 

Eğer bunun aksini yaparsak; yemeye içmeye dalar, nefsimizin arzularını yerine getirmekle meşgul olur, uyur, rahatımıza düşkün olur, vücudumuzu memnun edecek lezzetlerin içerisine girersek, rûhumuzda bir ağırlaşma meydana gelir ve artık bu ruh yeryüzüne süflî âleme yapışıp kalır.

 

Her ikisine birer misal verelim:

 

RÛHÂNÎLEŞEN İNSAN

 

Rivâyete göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Hârise’ye;

 

“–Ey Hârise, nasıl sabahladın?” diye sordu.

 

Hârise -radıyallâhu anh-;

 

“–Hakikî bir mü’min olarak!” cevabını verdi.

 

Bu defa Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Ey Hârise! Her hâl ve hakikatin bir ispatı vardır. Senin îmânının hakikatinin ispatı nedir?” buyurdu.

 

Hârise -radıyallâhu anh-;

 

“–Yâ Rasûlâllah! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin Arş’ını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.

 

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

 

“–Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhafaza et! Sen Allâh’ın, kalbini nurlandırdığı bir kimsesin.” buyurdu.12

 

Bunun tam karşısında da kâfirlerin ve fâsıkların durumu söz konusu. Bel‘am bin Bâûrâ’dan bahseden âyetler çok mânidar:

 

DÜNYAYA KAZIK ÇAKAN İNSAN

 

“Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku!

 

Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü.

 

Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: 

 

Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. 

 

İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.”13 

 

Evet, dünyaya kazık çakan, çakacağını zanneden Bel‘am’ın fecî âkıbeti… Dünya menfaati sebebiyle, mânevî dereceleri kaybetti. 

 

Diğer tarafta, rûhunu besleyen Hârise -radıyallâhu anh-; açlık, susuzluk ve uyku gibi en temel bedenî ihtiyaçları bile âdeta hissetmez hâle geliyor. 

 

Ölüm fıkhı demişken bir-iki hususu da ifade edip bitirelim:

 

Ölümü Allah takdir eder. Kişinin intihar etmesi haramdır. Ölümü temennî etmek de doğru değildir. 

 

Dünya âhiretin tarlasıdır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

 

“İnsanların en kârlısı; ömrü uzun, ameli güzel olandır.”14 

 

Ağır ve tedavisiz hastalıklarda çok ızdırap çeken kişilerin, doktordan kendisini öldürmesini talep etmesi (ötenazi) uygulaması batıda bazı yerlerde uygulanıyor. İslâm’da elbette bu da câiz değildir. 

 

Tabiî ki; ızdırapların dindirilmesi için, morfin vermek, hattâ hastayı geçici komaya sokmak gibi durumlar câiz, hattâ gerekli olabilir. 

 

Böyle bir durumda kişi ölümü temennî edebilir mi? 

 

Hadîs-i şerif edepli bir duâ öğretiyor:

 

“Hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan dolayı ölümü istemesin. Eğer mutlaka isteyecek olursa; 

 

«Allâh’ım; yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, ölüm benim için hayırlıysa canımı al!» desin.”15 

 

Ölünün amel defteri kapanır mı? 

 

Ölen kişinin amel defteri kapanıyor ama Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyuruyor ki:

 

“İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevâbı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnâdır: 

 

 •Sadaka-i câriye, 

 

 •İstifâde edilen ilim, 

 

•Kendisine duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyyet, 14)

 

Cenâb-ı Hak; bizlere âhireti kazandıran bir hayat yaşatsın, hayırlı bir ölümle son nefesimizi verdirsin, berzah ve mahşer âleminde kurtuluşa erenlerden eylesin. Âmîn… 

 

_______________

 

Yûsuf, 101.

 

el-Bakara, 132.

 

Âl-i İmrân, 193.

 

Bkz. el-A‘râf, 54; 

 

Bkz. el-Bakara, 117; Âl-i İmrân, 47, 59; el-En‘âm, 73; en-Nahl, 40; Meryem, 35; Yâsîn, 82; el-Mü’min, 68.

 

Bkz. el-Fecr, 28; el-Bakara, 156, Yûnus, 56 vb.

 

Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 26.

 

Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 17/13; Tevhid, 28; Müslim, Sıfatu’l-Münâfikîn, 32-34; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 17/11, hadis no: 3141; Ahmed, I,389, 444-445.

 

Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 17/10, hadis no: 3140.

 

10 el-İsrâ, 85.

 

11 Bkz. el-Hicr, 29; Sâd, 72; es-Secde, 9.

 

12 Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57.

 

13 el-A‘râf, 175-176.

 

14 Tirmizî, Zühd, 21, 22.

 

15 Buhârî, Merdâ, 19.