Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -46- KABUL ve REDDE İKİ YAKLAŞIM
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
FUKAHÂ TARZI
Müellifimiz; bundan öncedeki birçok kaidede de, İslâmî ilimlerin branşlarının başlıcaları olan, usûlcü, fakîh, muhaddis ve sûfîye dair karşılaştırmalar yapmıştı. Müteâkip iki kaidede de; dînî meselelere, fakih ve muhaddis yaklaşımlarını anlatarak, misaller vermekte. Böylece bir yandan bazı tasavvufî uygulamaların ve toplumda kendine yer bulmuş tatbikatların meşrûiyetine yönelik ithamların hangi bakış açısından kaynaklandığını ifade derken, diğer yandan onları meşrû görenlerin de nokta-i nazarını ortaya koymakta:
Altmış Yedinci Kaide:
“Fakîh (fıkıh üstâdı, «Fakîhu’n-Nefs» olan, yani fıkhın rûhunu kavramış olan bir kimse bir meselenin) hükmünü (verirken); delili, mânâsı ve hangi başlık altına yerleştirileceği itibarıyla yaklaşır.”
Fıkıh; malûm olduğu üzere, amelî hükümleri araştıran, öğreten ilim dalıdır.
Asırların geçmesiyle ve dînimizin geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla, İslâm toplumunda bazı yeni âdetler oluşmuş, bazı ibâdetlerin îfâsı hakkında birtakım usûller, gelenekler meydana gelmiş. Eğitim, öğretim, tezkiye ve terbiyeye dair yeni metotlar geliştirilmiş.
Fıkıh hocası, böyle bir meseleye şu soruları sorarak yaklaşır:
•Bu uygulamanın dinde aslı, temeli, kökü var mıdır?
Çünkü dinde ortaya konan her şeyin, Kur’ân ve Sünnet’le bir şekilde irtibatlandırılması gerekir. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim bizim bu dînimizde, ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez.” (Buhârî, Sulh, 5; Müslim, Akdiye, 17, 18)
Ancak burada fakîh için; lâfız değil, mânâ; şekil değil ruh önemlidir. Bu sebeple fakîhin ikinci suâli şu olur:
•Bu uygulamanın mânâsı, hedefi, maksadı ve rûhu nedir?
Çünkü, bir Mecelle kaidesidir ki:
“İtibar; maksat ve mânâyadır, lâfız ve mebânîye (kalıplara) değildir.”
Yani şerîatta aslı olan, şer‘î bir gayeyi hedef edinen bir hususu, sırf adı veya şekli nasslarda aynen geçmiyor diye reddetmez.
•Bu uygulama; dinde hangi sınıfa, hangi kategoriye dâhildir?
Hükümlerin; ibâdât, muâmelât, ukûbat gibi sahaları vardır.
Yine zarûriyyât, hâciyyat ve tahsîniyyat gibi kategoriler vardır.
Haramı helâl, helâli haram kılacak büyük meseleler vardır. Bir de fezâil, nâfile ibâdet sahası vardır. Fakîh için ele aldığı meselenin hangi başlık altında olduğu da bu sebeple mühimdir. Eğer ele aldığı husus, yeni imiş gibi gözükse de aslında şer‘î bir başlık altında mütalâa edilebiliyorsa, onu kabul eder.
“Ancak, ele aldığı hususta bir nass (âyet-i kerîme veya hadîs-i şerif) varsa ve bu nass, mesele hakkında müsbet veya menfî bir hüküm veriyorsa (fakîh o nassa tâbî olur.)”
Çünkü nassın açık (sübut ve delâlet açısından kat‘î) olduğu yerde kıyas yapılmaz. Yine bir Mecelle kaidesi:
“Mevrid-i nassta içtihâda mesâğ yoktur.”
Yani;
“Hükmü hakkında âyet veya hadis bulunan bir mevzuda, içtihadda bulunmaya cevaz yoktur. İlâhî veya nebevî tâlimâta teslîmiyet gerekir.”
Âyetlerin sübûtu kat‘îdir. Lâkin hadîs-i şerifler rivâyet senetleriyle bize ulaştığı için; zayıfı, illetlisi, muzdaribi, şâzzı vs. olabilmektedir. Böyle bir durumda;
“Fakîh; umûmî kaidelerin kabul ettiğini alır, yani o yönde hüküm verir. (Uygulamanın dayandığı) o metin sahih olmasa da böyle yapar. Yeter ki bu hükme muârız bir başka hüküm bulunmasın.”
Demek ki;
Fakîh dediğimiz kişinin hareket tarzı; kaidelerin, ana kuralların, genel ilkelerin çerçevesidir. Her ne kadar meseleyle alâkalı rivâyete konu olan hadîsin metni sahih değilse de, o ana istikamete bakar, genel rûha ve mânâya odaklanır.
Misaller mevzuyu daha anlaşılır kılacaktır:
“Fakîhler bu nokta-i nazardan baktığı içindir ki;
(Mâlikî fakîhi) İbn-i Habib (v. 238/853) ve benzeri imamlar;
Dinde umûmî / icmâlen bir karşılığı olan, muârızı veya çürütücü bir karşı delili de bulunmayan meseleleri kabul etmişlerdir.
Meselâ;
•Bir keyfiyet ziyadesi taşımayan,
•Herhangi bir temel delile de ters düşmeyen,
•Bir bid‘at çıkarma alâmeti de göstermeyen,
Bazı mendub fazîletler ve nâfile ibâdetler bunlardandır.
Bunlara;
•Yedi gün orucu,
•Vefât eden kişinin başında Yâsîn okunması,
•Cemaat çoğaldıkça sevâbın çoğalacağı düşüncesi ve benzeri, aslı itibarıyla icmâlen teşvik edilen, fakat bizzat kendisi hakkında teşvikin zayıf kaldığı hususları örnek verebiliriz.
İbn-i Arabî’nin Ezkâr’daki tavsiyeleri de bu minvaldedir.
Allah en doğrusunu bilendir.”
Çeşitli tasavvufî eserlerde; bazı mübârek geceler, bu vakitlerde bazı zikir, namaz ve oruç gibi tavsiyeler yer alır.
Meselâ;
Regāib kandilinin gündüzünde oruç tutup gecesinde tavsiye edilen bir namazı kılmak… Bununla ilgili sahih bir rivâyet mevcut değil.
Fakat icmâlî olarak;
–Oruç tutmak bir ibâdet midir? Evet…
–Nâfile oruç tutmayı yasaklayan bir emir var mıdır? Hayır…
–Regāib gecesinin bulunduğu Receb ayında oruç tutmayı yasaklayan bir emir var mıdır? Hayır; bilâkis, haram aylarda oruç tavsiye edilir.
–Bir kandil gününde oruç tutan kişi, orucun keyfiyetinde bir ziyadelik oluşturuyor mu? Hayır. Bildiğimiz orucu tutuyor.
–Bir bid‘at çıkarıyor mu? Bu orucu tutmak farzdır, vâcibdir veya sünnettir diye iddia ediyor mu? Hayır…
Bu durumda fakîhin yaklaşımı, şerîatta aslı olan ve toplumda da kabul görmüş bu ibâdeti reddetmemek, mahzurlu addetmemektir.
Bu icmâlî asıl meselesi mühimdir. Meselâ adam mevlid okutuyor, yemek ikrâm ediyor, lokum dağıtıyor. Mevlid hakkında bir nass yok ama; ikrâm etmek, yemek yedirmek, Peygamberimiz’i güzel bir şekilde anlatmak, O’na salât ü selâm getirilmesine vesile olmak… bunlar hep dînimizde aslı olan, teşvik edilen hususlar.
Âhirete tevdî ettiğimiz yakınlarımıza Yâsîn okunması meselesi de bu şekilde ele alınabilir:
Hadîs-i şerifler var:
“Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Allâh’ı ve âhiret gününü arzu ederek Yâsîn okuyan kimsenin geçmiş günahı affedilir. Onu ölülerinize okuyunuz.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 20; İbn-i Mâce, Cenâiz, 4; Ahmed, V, 26, 27)
“Ölülerinizin yanında Yâsîn’i okuyun.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 26)
Bu hadislerdeki ölüden maksat; birçok âlime göre, «ölmek üzere olan» demektir. Yani; «Bu rivâyetler, öldükten sonra, definde vs. Yâsîn okumaya delil olmaz.» diyenler var.
Ancak fakîh soruyor:
–Bunu yasaklayan bir şey var mı? Yok.
Olmadığı gibi, sadaka-i câriye hadîsi gibi, destekleyici deliller de bulunabilir. O hadiste; “Senin için duâ eden evlât…” sebebiyle, amel defterinin açık tutulacağı bildirilmekte.
Bir amelin işlenip, sevâbın merhum kişiye bağışlanması da hadislerden delillendirilebiliyor.
Merhum Âkif;
İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin:
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.
demiş. Onun isyanı; Kur’ân’ın emir ve yasaklarını, irşad ve tavsiyelerini hayatımızın her safhasına yaymak yerine, Allâh’ın kelâmının sadece cenaze merasimlerinde okunur bir kitap hâline getirilmesinedir.
Kaldı ki, cenazeye dahî, Kur’ân’ı okuyan kimdir? Diridir. O tilâvetten ve o mânevî atmosferden belki de en çok istifâde edenler, okuyan ve dinleyenlerdir.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri der ki:
“–Vâiz; vaazıyla en büyük tesiri önce kendisine yapar.”
Hutbelerde;
أُوص۪يكُمْ وَنَفْس۪ي بِتَقْوَى اللّٰهِ
“Hem size hem de kendime takvâ tavsiye ederim…” diyoruz.
Hâsılı;
Fakîhin yaklaşımı, zamanımızdaki bazı selefîler ve bazı ilâhiyatçılar gibi;
“–Onun aslı yok, o dinden değil, o sonradan çıktı, onun dinde yeri yok!” gibi kesip atma tavrı değildir.
Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Üstâdımız’ın Duâlar ve Zikirler kitabındaki tavsiyelere de bu açıdan bakmak lâzımdır.
Müellifimiz; fakîhin yaklaşımından farklı olarak, muhaddisin, hadis âliminin tavrını da bir sonraki kaidede bildiriyor:
EHL-İ HADİS TAVRI
Altmış Sekizinci Kaide:
“Muhaddis, (hadis âlimi, ele aldığı meselenin) hükmünü, o mesele hakkında sahih bir şekilde nakledilmiş bir nass varsa, o nassa ve ondan anlaşılan mânâya göre değerlendirir.
Muhaddis, nassın bittiği yerde durur. Hadis sahih veya hasen ise onunla amel eder. Zayıf hadislerle amel eden mütesâhil bir âlim ise, onunla da amel eder. Fakat mevdû (uydurma, kaynaksız vs.) bir rivâyetle, -ana kaideler onu kabul etse bile- amel etmez.”
Hadis âlimleri, rivâyeti kabul kriterleri bakımından üçe ayrılır:
•Müteşeddid: Çok sıkı şartlar ileri sürenler.
•Mütesâhil: Şartları oldukça gevşek tutanlar.
•Mütevassıt: Ne çok sıkı ne çok gevşek, mûtedil bir tavra sahip olanlar.
Müteşeddid bir muhaddis, zayıf hadîsi de kabul etmez.
Zayıf hadislerle amel etme şartları, hadis usûlü kitaplarında yazılıdır. Zira zayıflık farklı sebeplere dayanır:
•Adâleti yani dindarlığı, şahsiyeti ilgilendirenler vardır.
•Zaptı yani hâfıza gücü gibi kabiliyeti alâkadar edenler vardır.
Hafif olanları vardır, ağır olanları vardır.
Neticede, muhaddis için, nass ve ondan anladığı mefhum önemlidir. O; fakîhin yaptığı gibi, icmâlî bir esasa uyup uymamasına bakmaz. Mânâ ve rûhu şerîata uygun ise, meşrû görelim tavrına sahip değildir.
Muhaddislerde, sünneti koruma ve dîne bid‘at sokmama hassâsiyeti yüksektir.
Fakîhlerde, dînin toplumdaki canlılığını sürdürme, faydayı gözetme tavrı yüksektir.
“Hattâ Şeyh Bilâlî -rahmetullâhi aleyh- (v. 820) şöyle demiştir:
«Uydurma rivâyetleri, uydurma olduğunu bile bile rivâyet etmek haramdır. Ancak; ‘uydurmadır’ diye belirtmek kaydıyla rivâyet edilebilir. Artık o uydurma rivâyetin muhtevâsıyla amel etmek haramdır!
•Regāib namazı böyledir.
•Haftanın gün ve geceleri için namaz rivâyetleri böyledir.
•Her bir sûre için Übeyy bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a nisbet edilen sûrelerin fazîletleri rivâyetleri böyledir. Bunları zikreden müfessirler hata etmiştir.”
Fakîh diyordu ki:
Regāib gecesi namaz kılmayı yasaklayan bir şey olmadığına, nâfile namaz kılmak, geceleri ihyâ etmek dînin aslında bulunduğuna göre, o gece namaz kılana da itiraz etmeyiz.
Bu zât diyor ki:
Bu hususta bir şey mi uyduruldu; artık husûsen o geceyi ihyâ etmek haram olur!.. Çünkü sen uydurma bir rivâyeti yaşatmaya çalışıyorsun.
Bu ağır bir görüştür.
Fakîhin aldığı şu tedbirleri de unutmayalım:
•Keyfiyette bir ziyade olmayacak,
•Bir bid‘at çıkarma alâmeti de olmayacak.
Muhaddisin de korktuğu aslında bunlardır. Bu iki görüşü bu ince çizgide birleştirmek mümkündür.
Zerrûk Hazretleri, muhaddis tavrına örnekler vermeye devam ediyor:
“Şâfiîlerden Nevevî (v. 676/1277) ve İbn-i Abdisselâm (v. 660/1262) ve Mâlikîlerden Turtûşî (v. 520/1126) de; Regāib namazının kılınmaması yönünde fetvâ vermişlerdir. Mâlikî fakihlerinden Ebûbekir İbnü’l-Arabî (v. 543/1148) de açıkça yazmıştır, İbnü’l-Hâcc el-Abderî’nin (v. 737/1336) ve diğerlerinin ifade ettiği üzere, mezhebin gereği de budur.
Allah en doğrusunu bilir.”
Bunlar da fakîhtir, fakat muhaddis olma yönü ağır basan fukahâdandır. Zaten Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleri ehl-i hadis grubunda mütalâa edilirler. Hanefî mezhebi ise, ehl-i reyi temsil eder.
Bu ve benzeri hususlar, tarih boyunca ulemâ arasında tartışılmıştır. Meşrû görmeyenlerin tavrı muhaddis, izin verenlerin yaklaşımı fakîh yaklaşımıdır ki, biz Hanefîler de kendimizi fakîh görüşüne yakın buluyoruz.
Bilhassa, dînî duyarlılıkların zayıfladığı zamanımızda, her fırsatı ganîmet bilmemiz gerekirken; halkın içinde hâlâ bir nebze var olan üç aylar, Regāib ve benzeri telâkkîleri asılsız addedip kurutmaya çalışmak, gerçekçilikten de uzaktır. Asırlardır devam eden bu telâkkîlerin, dinde bir esas hâline gelmedikleri, bu bakımdan bir tehlike arz etmedikleri de görülmektedir.
Diğer taraftan; her zaman, her mü’mine en doğrusunu öğretmek, nasslara tam mânâsıyla riâyet de ideal olandır.
Firâset; ideal olan ile reel olan arasında, vâkıaya mutâbık olanı arayıp bulmaktır.
Cenâb-ı Hak, lutfeylesin. Âmîn!..