ESİR -3-

Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)

 

Nefsî müdafaa için bile olsa bir cana kıymaktan kaynaklanan bu vicdan azâbı altında eziliyor, âdeta fiilin gerçekleştiği yerden uzaklaştıkça o baskı hafifleyecekmiş gibi adımlarını hızlandırıyordu. 

 

Böyle yaklaşık bir saat yürüdü. Nihayet ağaçlıklı bölge bitip açık arazi başlamıştı. Ama nereye gidecekti ki? Acaba bu tuttuğu istikamet kuzey miydi? O boğuşma içerisinde ve sonrasındaki şaşkınlıkla yönünü değiştirmiş olması işten bile değildi. 

 

Bu olanlar olmamış olmalıydı ki bu ağaçlıkta geceleyip, sabahleyin güneşe bakarak yön tayin ettikten sonra akşam yola çıkmalıydı. Ama artık bu olanlardan sonra burada kalamazdı. Ne olursa olsun yürümeliydi. Çünkü belki de arkasında bir maktul bırakmıştı. Sabahleyin buralarda görülürse ilk suçlanacak kişi o olurdu. 

 

Bunları düşündükçe adımları hızlanıyor, yürüyor, yürüyordu. Mümkün mertebe yönünü değiştirmemeye çalışarak yürüyordu. Çünkü aynı yöne giderse pişkin suratlıya doğru gidiyor olsa bile hiç değilse cinayet işlediği mahalden uzaklaşmış oluyordu. 

 

Derin bir çaresizlik hissediyordu. Kendisini savunmak için bile olsa bir cana kıymış olmak onu çok sarsmıştı. 

 

Neden sonra uzun kış gecelerinde toplandıkları köy odasında okunan Hazret-i Musa’nın kıssası aklına geldi ve kendi kavminden olan kişiye yardım etmek için yumruk attığı bir Kıptî’nin -canı burnundaymış gibi- ölüvermesi üzerine Hazret-i Musa’nın duâ edişini düşündü. 

 

Birdenbire içinden duâ etmek geldi ve biraz ferahladı. Hem yürüdü, hem de dili döndüğünce duâ etti. 

 

Bu arada namaz kılmadığı aklına geldi. Alay imamının nasihatleri hatırına geldi. Namazı terk edemezdi. Dinde böyle bir seçenek yoktu. Kişi kendinde olduğu müddetçe savaşta bile olsa namazı kılmalıydı. 

 

Fiilî muharebede olmasa bile canı tehlikede olduğu için fiilen muharebe ediyor hükmündeydi. Bu sebeple zaten okumakta olduğu sûre ve duâları namazın rükünlerine uygun şekilde okuyup yürüyüşünü kesmeden namazlarını edâ edebilirdi. 

 

Kuytu gördüğü ilk yerde durup teyemmüm ederek akşam ve sabah namazlarını gittiği yöne doğru yürüyüşünü kesmeden kıldı. Namazını bitirdikten sonra da duâ etmeyi sürdürdü. Hem yürüyor, hem de bildiği bütün sûre ve duâları içinden okuyordu. Okudukça ferahlayıp açıldı. 

 

Artık iyice sakinleşmiş, kalbinde tam bir tevekkül ve teslîmiyet oluşmuştu. Vurduğu çavuşa nasihat ederken dediği gibi, yaşatan da öldüren de Allah’tı. 

 

Daha yaşamasını takdir etmişse önceki bâdirelerden olduğu gibi bundan da kurtulacaktı. 

 

Takdir etmemişse zaten köyüne varsa bile bir gün O’nun emrine boyun eğip can verecek değil miydi? 

 

Bu düşüncelerle kuş gibi hafiflemiş olarak yürürken tan yeri ağarmaya başlamıştı. Bu gece de dün gece kadar yol almış olmalıydı. Ters istikamette gittiyse pişkin suratlının eline düşmek üzere olmalıydı. Böyle olmamasını temennî ederek gün boyu saklanabileceği bir yer bulmak için yürürken sağına soluna bakındı. Ancak bulunduğu arazi çırçıplaktı. Kendini saklamaya hiç müsait görünmüyordu. Bu bir bakıma sevindirici idi. Çünkü kaçtığı arazilerden farklı olduğuna göre esir kampına doğru dönüp gitmemiş demekti. 

 

İşini Allâh’a havale etmenin rahatlığıyla öncelikle sabah namazını kıldı. Sonra kendisini gizleyebilmek için çer çöp, taş, toprak ne bulabildiyse topladı. Onları da kullanarak gövdesini alacak büyüklükte bir çukur eşip içine yattı. Üzerini de çer çöple örtmeye çalıştı. 

 

Yine güneş altında uzanmış olarak geçecek uzun bir gün başlıyordu. Üstelik bu defa yattığı arazi daha çıplak olduğu için iyi kamufle olamamıştı. Üstelik arkasında da büyük ihtimalle bir ceset bırakmıştı. Ama yine de düne göre dezavantaj teşkil eden bu hususları zihninden uzaklaştırarak bir an önce uyumaya çalıştı. Bunu başarabilmek ve öncelikle mola vermeden önce elde ettiği tevekkül hâlini sürdürebilmek için bildiği duâları okumayı sürdürdü. Çünkü sükûnetini kaybetmesi paniklemesine yol açar, bu da kendisini ele verecek başka hatalara sebep olabilirdi. Bu düşüncelerle şu an uzandığı yerde ayaklarını dinlendiriyor olmasının verdiği hazla dudakları yavaşlayıp vücudu gevşemeye başladı. 

 

Ne var ki; 

 

Ağaçların arasında ceset hâlinde bıraktığı bedevî, ona rahat vermeye hiç niyetli değildi. Çevresine topladığı yarım düzine kadar adamla kızgın bir boğa gibi onu gösterip bağırıyordu:

 

–İşte orada, tutun!              

 

Arkasından pişkin suratlının kahkahalar arasında kaybolan sesi duyuluyordu:

 

–Onu bana teslim edin, size çil çil altınlar veririm, onu bana teslim edin!

 

Hepsi birden üzerine atıldı. Engel olmaya çalıştı, ancak ellerini hiç oynatamadı. Adamlar ümüğünü sıkıp onu nefes alamayacak hâle getirdi. Artık tam hayatından ümit kesmişti ki nefes nefese uyandı. 

 

Bu bir karabasandı. 

 

İki gündür bu tür rüyalar hakikatle iç içe girmiş hâldeydi. Nitekim vücudu altında kalan sağ kolunun uyuşmuş, solunun da düğmesi açılmış olan gömleğinin içine girmiş olduğunu gördü. Böylece ellerini neden kullanamadığını anladı. Uyuşan kolunu açmak için sola dönerek mümkün olduğunca kolunu hareket ettirdi. 

 

Şu rüyalardan uzak olmak için günün bitmek üzere olmasını ne çok temennî ederdi. Ne var ki güneş daha tepe noktasına bile gelmemişti. Vücudu ise terden sırılsıklamdı. Ne çare ki, herhangi bir tehlikeye maruz kalmamak için burada yatmaya devam etmeliydi. Sinirlerini tahrip eden şu karabasanları görmemek için uyumayıp güzel şeyler düşünmeyi denedi. 

 

Ancak sıcak güneşin altında rehâvetle gevşeyen yorgun bedenine söz dinletemedi. Biraz sonra tekrar daldı, tekrar benzer karabasanlarla uyandı ve bu birkaç kez tekrarladı. 

 

Son kez uyandığında güneşin çoktan batıya kaydığını ve ikindi vakti olduğunu gördü. Bu sevindiriciydi. Daha sevindirici olan ise duyduğu sesti. 

 

Dur bakalım! 

 

Evet, evet bu ezan sesiydi. Rüzgâr ondan yana estikçe net bir şekilde duyuluyor, rüzgâr kesilince ses silinip duyulmaz oluyordu. İşte:

 

–Eşhedü… lâ ilâhe illâllah…

 

Evet, kesinlikle ezandı! Bu, çok uzak olmayan bir yerde bir müslüman köyü olduğu mânâsına geliyordu! Allâh’a hamdetti. Sesin geldiği yönü belirlemek için bütünüyle kulak kesildi:        

 

–Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah…

 

Kuzeyden geliyordu. Nitekim havayı hissetmeye çalıştığında ayaklarına doğru zaman zaman hafif bir esinti olduğunu fark etti. Dünkü gibi başı kıbleye ayakları şimâle doğru yattığına göre sesin de kuzeyden geldiği anlaşılıyordu.   

 

–Lâ ilâhe illâllah.

 

Müezzinin söylediğini tekrarlayarak; 

 

“–Lâilâhe illâllah!” dedi ve tekrar Allâh’a hamdetti. 

 

Gün batınca bu köye doğru yola çıkıp yatsı namazında camiye ulaşmalıydı. Çünkü istasyonu bulabilmesi ve bir bilet parası temin edebilmesi için gayret-i dîniyye sahibi bir müslümanın himmetine muhtaçtı. 

 

Ancak ya karanlıkta köyü göremezse? 

 

Bu köyü bulup yatsı namazına camiye ulaşamazsa, bir gün daha arazide böyle şaşkın bir hâlde dolaşması gerekecekti. Dün gece arkasında bir ceset bırakmışken ve pişkin suratlı da peşindeyken bunu göze alamazdı. O zaman akşama doğru yola çıkmalı ve akşam namazında camiye yetişmeliydi. 

 

Ancak tam da tarlasında-tapanında çalışanların köye döndükleri o vakitte fırsatçı bir ispiyoncuya tesadüf ederse? 

 

İnsan zihni zor zamanlarda böyle çalışıyordu işte! 

 

Yollarda fırsatçı bir ispiyoncuya tesadüf etmekten korkuyor, ancak camiye ulaşmak üzere köye gitmek istiyordu! Hâlbuki camiler köyün merkezinde olurdu. Yolda fırsatçı bir ispiyoncu denk gelecekse onlar köyün içinde de denk gelebilirdi. Zira bu çevredeki yollarda denk gelecek olan ispiyoncular da o köyden olan ve akşam o köye gidecek olan kimseler değiller miydi? Hattâ o fırsatçı ispiyoncular, cami cemaati içinde bile bulunabilirlerdi! Ancak onu düşünmüyordu. 

 

Konya’ya gidecek trene binmesini sağlayacak bileti alacak ve kendisini istasyona götürecek kimseyi o camide bulacağına o kadar inanıyordu ki böyle bir ihtimali aklına bile getirmiyordu. Belki de başka bir çarenin bulunmayışı onu böyle inanmaya sevk ediyordu. 

 

Artık akşam namazında köyde olmayı zihninde kararlaştırmıştı. Sadece güneşin gurûba biraz daha yaklaşmasını bekliyordu. Ancak bir süre sonra başka bir sual beynini kemirmeye başladı: 

 

Ya köy sandığından daha uzaktaysa? 

 

Ezan sesi ona rüzgâr sayesinde gelmişti. Meydanlıkta esen rüzgâr, sesi çok uzak yerlere kadar ulaştırabilirdi. Bu düşüncenin sevkiyle gayr-ı ihtiyârî doğruldu. Artık ne olacaksa olacaktı! Üstünü başını bir parça çırpıp düzelttikten sonra ezan sesinin geldiği kuzey istikametine doğru yola düştü. 

 

Yine adımlarına söz dinletemiyordu. Beyninin onlar için belirlediği hız sınırını daima aşıyorlardı. 

 

Yabânî bitkilerin bittiği sahipsiz arazide ilerledi. Ancak ileride düzlüğün bitip bir inişin başladığını gördü. Bugün sabah bakındığında bunu fark etmemişti. İnişin başladığı yere geldiğinde bunun küçük bir vadi olduğunu ve aşağısında bir ağaçlığın başladığını gördü. Bu bir bakıma iyiydi. Çünkü açıklıkta değil ağaçlar arasında yol alacaktı. Ağaçlar onu saklayacağı için bu daima onun için avantaj oluştururdu. Ancak ağaçlığa girmeden önce yüksekte iken kuzey yönünde ufka bakarak minareyi aradı. Ne var ki, görünürlerde ne minare vardı ne de başka bir yapı! Ama ezan sesinin kuzeyden geldiğine emindi. 

 

Acaba akşam vaktini bekleyip akşam ezanıyla yönünü teyit etse miydi? 

 

Hayır, hayır! O zaman rüzgârın esmeyi sürdüreceği ve ezan sesinin getireceği ne malûmdu? 

 

Sonra akşam ezanı çok kısaydı. Ayrıca belki de caminin minaresi küçüktü veya yoktu. 

 

Kararını değiştirmeksizin tereddütsüz devam etmeliydi. Etti de. Küçük vadiye inip ağaçlığa girince istikametini hiç değiştirmeden kuzeye doğru yoluna devam etti. 

 

Ağaçlar aralıklı olduğu zaman doğru gittiğinden emin olmak için güneşe bakmayı da ihmal etmedi. Ağaçlık içinde vadinin diğer yamacını tırmandığında köyü karşısında görünce içi sevinçle doldu. 

 

Küçük bir köydü! Minaresi de küçük-ahşap bir minareydi. Dolayısıyla uzaktan görünmemesi normaldi. Hedefi gördüğüne göre artık yapması gereken sadece zamanı ayarlamasıydı. Güneşe baktı. Daha gurûba epey vardı. Burada kendisini saklayacak bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenebilirdi. Zaten öğle ve ikindiyi kılması gerekiyordu. İlerideki büyük-kalın söğüt ağacı, altında dinlenmeye çok elverişli görünüyordu. Gölgesine oturup dizlerini ovuşturarak biraz dinlendi. 

 

Sonra yine teyemmüm ederek öğle ve ikindinin farzlarını peş peşe kıldı. Tekrar güneşi kontrol etti. Hâlâ biraz daha oyalanabilirdi. Çünkü erkence gidip köydeki herkesin soru dolu bakışlarını üzerine çekmek istemiyordu. Cami açıldığında namaza yetişmesi yeterliydi. 

 

Nihayet bir müddet sonra daha fazla sabredemeyip kalkıp yürüdü. Biraz sonra yamaç bir yere kurulmuş olan köye girdi. Ahşap minareyi takip ederek gidiyordu ki bağrış-çağrış içerisinde aşağı doğru hızla gelen bir araba gördü. 

 

Arabanın üstünde biri genç diğeri orta yaşlarda iki kadın ve birkaç çocuk vardı. Kadınlar korku içinde çığlık atarak atı durdurmaya çalışıyor, ancak bir türlü hayvana hâkim olamıyorlardı. 

 

Hasan, arabanın kendisine yaklaşırken dönemece girerek yavaşlamasından istifadeyle derhâl atın üzerine atlayıp dizginleri çekerek arabayı durdurdu. Korkudan yürekleri ağzına gelen kadınlar ellerini göğüslerine bastırarak teşekkür ettiler. 

 

Hasan, dizginleri tekrar onlara teslim ettikten sonra camiyi sordu. Bu hâliyle yaptığı işin ehemmiyeti olmadığını belirterek; 

 

“–Rica ederim, bir şey değil!” der gibiydi. Sonra kadınların elleriyle işaret ederek gösterdikleri sokağa doğru yürüdü.  

 

Camiye vardığında birkaç ihtiyar kapının yanındaki kütüğün üstünde oturuyordu. O, doğrudan şadırvana yönelip abdest alarak iki gündür yıkamadığı el, yüz ve ayaklarını ta dizlerine kadar güzelce yıkadı. Başını ıslattığı eliyle sıvazlayıp serinledi. Üstünü başını tekrar kontrol edip tozu toprağı sildi. O esnada caminin imamı olduğu anlaşılan esmerce yaşlı bir adam, şadırvanın yanındaki ahşap minareye yönelince ona bakıp güven veren bir tebessümle gülümsedi. 

 

Artık gün battığı için ezanı hemen okuması gerekiyordu. Bu sebeple kim olduğunu falan sormadan sadece selâm verip geçecekti ki Hasan yerinden kalkıp; 

 

“–Ezanı ben okuyabilir miyim?” dedi. 

 

Köyünde ezanı hep o okurdu. Âdeta caminin gönüllü müezzini gibiydi. Harp boyunca alayda cemaatle kılınan namazlarda, esârette de imkân buldukça cemaat olduklarında hep o müezzinlik yapardı. 

 

Bu sebeple belki de uzun esâret yılları sonrasında bir müslüman mâbedinde bulunuşunun verdiği saâdetle, imamın sıcak tebessümünden de cesaret alarak böyle gayr-ı ihtiyârî atılmıştı. 

 

Altmış yaşlarında gösteren hafif tombul adam aynı tebessümle elini minare kapısına doğru uzatarak;

 

“–Tabiî, buyur.” dedi. 

 

Hasan, hemen adamın gösterdiği kapıdan küçük tahta minareye çıkarak akşam ezanını okudu. 

 

Bugün ikindi ezanını duyduğundan beri âdeta düşünmeden sevk-i tabiî ile hareket ediyordu. Aklının sesine kulak verse aklı bunu katiyyen doğru bulmazdı. 

 

Çünkü cinayet işlemiş kaçkın bir esir olarak bilmediği bir köyde ezan okuması burada alenen bir iz bırakması demekti. Ancak şu anda onun bunları düşündüğü yoktu. Gönlünün sesine uymuş gidiyordu. Bu sebeple içeride de kāmet getirip müezzinlik etti. 

 

Namaz bitip eller yüze çalındıktan sonra herkesin gün kavuşurken evine geldiği yaz akşamlarında olağan olduğu üzere birkaç kişiden ibaret olan cemaat teker teker çıktı. 

 

Hasan kaldı. Tombul imam mihraptan kalkarak onun yanına gelip aynı mütebessim çehreyle selâm verdi. Musafaha ettiler:

 

–Selâmün aleyküm!

 

–Aleyküm selâm!

 

–Hoş geldin!

 

–Hoş bulduk!

 

Tahmin etmek zor değildi. Onun için doğrudan sordu:

 

–Asker misin?     

 

–Evet!

 

–Esir miydin?

 

–Evet!

 

–Sen aç ve yorgunsundur. Gel, fakirhâneye gidelim de orada daha geniş konuşuruz.

 

Hasan, imamın peşinden çıktı. Ev hemen caminin karşısındaydı. Sokağa konulmuş taş merdivenlerden çıkıp ahşap bir kapıdan toprak binanın ikinci katına girdiler. Karşılıklı ikişer odadan soldaki ilk odaya girdiler. İmam, Hasan’a başköşeyi gösterdikten sonra kendisi geri dönüp kapıdan sofaya başını uzatarak; 

 

“–Bu akşam misafirimiz var, çorbayı iki kişilik getirin!” diye seslendi. Sonra tekrar dönüp yeniden Hasan’ın elini sıkarak aynı gülümseyişle sordu:

 

–E, anlat bakalım asker ağa, adın ne?

 

–Hasan, efendim!

 

–Nerelisin?

 

–Konyalıyım!

 

–Hım, Çelebi Mevlânâ’nın, Sadreddin el-Konevî’nin memleketinden!

 

–Evet!

 

–Esâretten kaçtın mı?

 

–Evet! 

 

–İngiliz’e mi esir düştüydün?

 

–Evet!     

 

–Kaç yıldır esirdin?

 

–Üç!

 

–Nasıl kaçabildin?

 

–Güvenlerini kazandıktan sonra bana domuz güttürmeye başladılar. Ormanda günlerce keşif yaptıktan sonra iki gün önceki akşam, sürüyü bırakıp kaçtım. 

 

Hasan, tek kelimelik önceki cevaplarının aksine aksanlı Arapçasıyla ilk defa birkaç cümle kurmuştu. 

 

–Geçmiş olsun! Allah bir daha göstermesin! Rota memleket mi?

 

–Evet, ama bilet param yok! İstasyonu da bilmiyorum. Sonra orada yakalanmaktan korkuyorum. 

 

İmam düşünceli düşünceli gözlerini süzerek Hasan’ın iç güzelliğini aksettiren saf yüzüne sıcak bir sevgiyle baktı. Sonra yine düşünceli düşünceli kendi kendine konuşur gibi kelimeleri sündürerek mırıldandı:

 

–Bilet parasını bir şekilde tedarik ederiz. Seni istasyona da koyarız da… 

 

Bu kelimelerin uzun uzun sünmesi ve cümlenin tamamlanmadan yarıda kalması, gerisinin; 

 

«İstasyonda yakayı ele verip ömrü esârette tamamlamak, hattâ firardan dolayı kurşuna dizilmek var!» demek olduğunu anlatıyordu. Ancak imam bunları sarih ifadelere büründürmekten vazgeçerek sordu:

 

–Okumuşluğun var mı senin? Hoca mısın? Arapçayı nerede öğrendin?

 

–Okumuşluğum yok! Köyümde sadece Kur’ân-ı Kerîm’i ve okumayı öğrendim, o kadar! Arapça konuşmayı askerde ve esârette iken Arap olan silâh arkadaşlarımdan belledim.

 

–Mâşâallah! Türk usûlü güzel ezan okudun ama?

 

–Köyümde hep ezan okurdum. Caminin müezzini gibiydim. Bu sebeple bana köyümde Hasan Hoca derler. Kendim değil ama lakabım hocadır!

 

–Memleketinde kimin var? Ana-baba sağ mıydı?

 

–Çıkarken sağ bıraktım. Sağ olmalarını ümit ediyorum. Ayrıca karım ile birini iki yaşında, diğerini kundakta bıraktığım iki çocuğum vardı. Şimdi büyüğü dokuz, küçüğü yedi yaşında olmalı.

 

–Hımm… 

 

Bu arada bir kadın sofadan seslendi:

 

–Baba siniyi alır mısın?

 

–Buraya getirin!

 

Genç bir kadın sofra örtüsünü serdi. Aynı yaşlardaki bir diğeri de siniyi getirdi.

 

–Haydi asker ağa buyur! Bismillâh…

 

İki gündür ilk defa sıcak bir yemek yiyen Hasan, un çorbasına kaşık sallayıp kabak aşına yumuldu. 

 

İmam eşlik etmekle birlikte daha çok göz ucuyla misafirini müşâhede ederek onu daha yakından tanımaya çalışıyordu. Zaman zaman yine soru sormakla birlikte, onun yemek yemesine fırsat vermek için artık daha ziyade kendi anlatıyordu.

 

(Devamı gelecek sayıda.)