Buhranların Çaresi; DÎNE SARILMAK
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
Allah Teâlâ; bizim ölçülerimize göre uçsuz bucaksız kâinattaki biricik dünyayı, sonsuz nimetlerle donatıp sonsuz zenginlikteki güzelliklerle tezyîn ederek, halîfelik lutfettiği insana emânet buyurmuştur. Ancak, ne var ki;
“Dünya, ulaşabileceği medeniyetin zirvesine çıkmıştır.” denilen bir zamanda, gidişâta hâkim olan sömürgecilerin elinde, buhranların pençesinde inim inim inletiliyor; kan ve ateşler içinde her türlü zulüm revâ görülüyor. Kur’ân-ı Kerim’de, insanın tabiatı ile alâkalı olarak;
“Şüphesiz Biz emâneti; göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zâlimdir, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) buyurulur.
Bu cümleden olarak; yüce emânetin farkında olmayan için; «çok zâlim ve çok câhil» olmanın âkıbeti, hüsrâna uğramak olacaktır.
Neticede; medeniyetin zirvesi olarak vehmedilen vaziyetin, ancak zırvadan ibaret olduğu îzâha muhtaç değildir. Eskilerin tabiriyle;
“Zırva te’vil götürmez.”
Dünyanın vardığı vaziyeti, medeniyetin zirvesi, bilgi çağı değil; câhiliyye devri, zulüm devri, katliâm devri, vahşet devri, barbarlık devri… diye vasfetmek, gerçeğin tesbiti olacaktır. Tarihte de zulümler olmuştur; ancak bugün işlenmekte olan cürümler, öncekiler gibi mevzî hususiyette değil, gidişâtla mütenasip olarak dünya çapında, çok daha büyük, şümullü ve ağır derecede irtikâp edilmektedir.
Cemiyette hayır ve şerrin birlikte olması, hikmetine binâen ilâhî bir takdirdir. Bu, hayatın imtihan olma vasfının bir neticesidir. Hür olması takdir buyurulan insanın; diğer canlılardan farklı olarak rûhâniyetine lutfedilen akıl, irade, vicdan ve şuur hâssalarının muhassalasıyla, hak veya bâtıl olanı seçmesidir. Bu vâkıa ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından Hâbil ve Kābil’in başlattıkları bir çığırın devamıdır. Kur’ân-ı Kerim’de;
“Ve de ki:
«–Hak, Rabbinizden gelen Kur’ân’dır. Artık dileyen îmân edip mü’min olsun, dileyen inanmasın kâfir olsun!..»” (el-Kehf, 29) buyurulan beyanda, bu hürriyete de atıf bulunmaktadır.
Nitekim;
“Şüphesiz ki Allah; insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 44) ifadesi de, bu tercihin neticesine işaret buyurmaktadır.
Zulüm çağını yaşayan günümüz dünyasında; hırslarına esir düşen insanın bizzat kendisine, diğer insanlara ve yaratılan bütün varlıklara revâ gördüğü zulmün hesap günündeki karşılığı olan hüsran, şüphesiz sadece kendi tercihinin bir bedelidir.
Semâvî dinlerden sadece İslâmiyet, hiç değişmeden bugüne gelmiş ve kıyâmete kadar da ilâhî koruma altında olup ufukları aydınlatacaktır.
Yahudilik ve Hıristiyanlık ise; menfaatperest ellerde tahrifâta uğrayarak insanlığı saâdet ve huzura kavuşturma hususiyetlerini kaybetmiş, hattâ zâlimlerin zulüm vasıtası hâline getirilmişlerdir.
Tarihte vâkî olan ve günümüz şartlarında yeniden tanzim edilen haçlı seferleri ve korkunç bir vahşet hâlinde tezâhür eden yahudi ırkçılığına bütün dünya şâhit olmaktadır. Bu vaziyette zâlimlerin husûmeti; zulmü kabul etmeyen, insanlığı rahmet iklimi ile huzura kavuşturacak, asliyetini aynen muhafaza eden İslâm dînine yönelmektedir. Bu cümleden olarak; fikir hürriyeti, insan hakları ve demokrasi havârîsi maskeli sömürgeciler, Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen; ittifak hâlinde «İslâmofobi» cereyanlarını körükleyerek, İslâm ülkelerini barbarca saldırılarla, işgallerle, katliâmlarla kan dökerek, yakıp yıkarak rahmet pınarını kaynağında kurutmaya çalışıyorlar. Ancak ilâhî hikmet; sömürgecilerin bütün baskıcı gayretlerine rağmen, İslâmiyet’in gayr-i müslimler arasında hızla yayıldığı bir vâkıadır.
Bugünkü muharref Hıristiyanlığın, batılı insanı saâdete kavuşturacak değerler sistemi yoktur. Îtikattaki tenâkuzlar ve mantıksızlıklarla kafası karışan batılı insan, çareyi dünyevî cereyanlarla tatmin olmakta bulmaktadır. Kendilerini demokrasinin beşiği ve insanlığın ulaşacağı medeniyetin son merhalesi olarak vehmeden sömürgeciler; bütün dünyayı da, aynı çıkmaz sokağa yönlendirme ve sömürgeleştirme gayretindedir. Bu maksatla; dünyaya hâkim olma ihtirasındaki mihrakların kontrolündeki küresel sermayenin kullandığı teşkilâtlarla, ülkelerin içinden kendilerine işbirlikçiler edinerek; «insan hakları, özgürlük, demokrasi, çağdaşlık gibi» yaldızlı maskelerle bu kirli vetîreyi tamamlama gayretindedirler.
Maalesef bu çalışmalarla; başlarına örülen çoraplarla uğraşmaktan, kendilerini ve sömürgecileri anlamaya fırsat bulamayan dünya ülkelerinde, fevkalâde verimli neticeler almaktadırlar. Ülkemizde de, her yıl yüz milyonlarca dolar aktarılarak; «sivil toplum» yaftası ile, «çağdaş» olma vehmindeki şahıslar ve teşkilâtlar, ülkeyi kargaşaya düşürecek çeşitli parlak nümâyişler, propagandalar, hattâ darbeler için desteklenmektedir. Bu yıkıcı faaliyetlerin, ülkemizi zaman zaman zor vaziyetlere soktuğu da bilinen bir husustur.
İnsan fıtraten inanma ihtiyacında ve iyi bir fert olma temâyülündedir. Bu hakikate, hadîs-i şerifte;
“Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anne-babası onu hıristiyan, yahudi ve mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 92) ifadesiyle işaret buyurulur. Samimî bir şekilde tefekkürle hakikati arayan, onu bulur.
Nitekim bir gönül ehli şöyle der:
“Bu cihan âkiller için seyr-i bedâyî, ahmaklar için ise yemek ve şehvettir.”1
Yerlerin ve göklerin muhteşem varlıkları kendisine gösterilen Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-;
“«Ay»ı doğarken gördü;
«–Rabbim budur! (Öyle mi?)» dedi.
O da batınca;
«–Yemin ederim ki; Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum.» dedi.” (el-En‘âm, 77)
İlmî gelişmelerle daha iyi anlaşılabilen dünya ve kâinattaki akıl almaz ihtişam, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin daha iyi idrak edilebilmesine bir vesiledir. Hâl böyle iken; üstelik bir ilimle iştigal eden bir kişinin, kâinâtın, dünyanın ve sonsuz sayıdaki varlıkların tesadüfen var oluverdiklerini kabul ederek, onların sonsuz kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğuna inanmaması, en hafif tabiriyle ahmaklıktan başka ne ile tavsif edilebilir!?.
“Bugünkü teknolojinin bir mahsûlü olan yapay (sun‘î) zekâlar;
«–İnsan olsaydın hangi dîni seçerdin?» sorusuna, gerekli tahlil ve terkipleri yaptıktan sonra;
«–İslâm’ı seçerdim.» cevabı veriyorlar.”2
İnsan yapısı bir makine, doğru tercihi yaparken; onu yapan insanın bunu becerememesi, fevkalâde mânidardır.
Osmanlı’dan beri, bütün güçleriyle ülkemizin aleyhine çalışan sömürgeciler; Birinci Dünya Harbi’nden sonra bir avuç vatana sıkıştırdıkları ülkemizi, bundan da mahrum ederek, parçalayarak daha da küçültmek gayretindeler. Kurdukları şer ittifâkı ile, ihtirasları çerçevesinde Orta Doğu bölgesinde her türlü gayr-i ahlâkî plânı denemekten kaçınmıyorlar.
Kur’ân-ı Kerim’de;
“Ey îmân edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostlarıdır.
İçinizden kim onları dost ve yardımcı edinirse, o da onlardandır. Allah, düşmana dostluk etmekle nefislerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez.” (el-Mâide, 51) ifadesiyle, günümüz İslâm âlemine de keskin bir îkaz vardır.
Ancak, içimizdeki yabancıları dost bilenler, -bilerek veya bilmeyerek- onların destekleri ile emellerine hizmet etmektedirler. Cemiyeti, sömürgecilerin istedikleri şekilde tanzim etmek gayreti, hususiyle mâhut «28 Şubat hâdisesi»ndeki adıyla, «toplum mühendisliği» olarak bilinmektedir. Ülkemizde on yılda bir darbe yapmakla mûtad hâline gelmiş bu gayr-i meşrû hareketlerde, ferdî ve içtimâi hayat tarzlarının dinle alâkası kesilerek, dünyevî cereyanlar çerçevesinde yeniden şekillendirilmesi dayatılıyordu. Bu hareketleri yürütenler; cemiyeti batılılaşmaya engel olan dînî bağlardan kurtararak, çağdaşlığın îcâbı olan dünyevî hayat tarzını hâkim kılmakla batı medeniyeti câmiasına dâhil olabileceğimizi vehmediyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim’de, cemiyetlerin tutmaları gereken yol ile alâkalı olarak şöyle buyurulur:
“Hep birlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de; O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz…” (Âl-i İmrân, 103)
Dünyayı asırlar boyunca, tesis edilen adâletin gölgesinde huzura kavuşturan rahmet medeniyetimizin son halkası Osmanlı’nın zayıflayarak tarih sahnesinden çekilmek mecburiyetinde kalması; dünya için felâketlerin başlangıcı olmuştur. Bundan sonra, bütün gücü ellerine geçiren sömürgeciler, insanlığın başına belâ hâline gelmişlerdir.
Bu cümleden olarak; azgınlaşan siyonist-haçlı ittifakının ihtirasları sebebiyle dûçâr kalınan buhranlardan kurtulmanın, insanlığı tekrar huzura kavuşturmanın çaresi, buyurulduğu üzere; “Allâh’ın ipine sımsıkı sarılmak”tır.
__________________
1 Osman Nûri TOPBAŞ, Genç Dergisi, sa. 36.
2 Haber7.com «Çin’in Yapay Zekâsı Tercihini Yaptı», 10.01.2025