ESİR -4-
Prof. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com
(Yaşanmış bir hâdiseden ilham alınarak yazılmıştır.)
(Hulâsa: Birinci Cihan Harbinde Filistin cephesinde İngilizlere esir düşen Konyalı Hasan, esir kampından kaçarak memleketine doğru korku ve kâbus dolu bir yolculuğa girer. Yolda bir Arap köyünde caminin imamına misafir olur.)
–Baştan beri hep Filistin cephesinde mi bulundun?
–Evet!
–Kanal Harekâtı’na katıldın mı?
–İkisine de!
–Gazze Savaşlarında da bulundun?
–Evet! İşte zaten ondan sonraki bir yerde bizim birlik bozuldu. Bende makineli tüfek vardı. Onunla karşı koymaya devam ediyordum. Ancak sonra vurulmuşum. Gözlerimi bir İngiliz çadırında açtım.
–Ya! Sonra üç yıllık esâret ve ondan kaçış, değil mi? Genç yaşta ömrünün yedi yılı geçip gitti.
Bu seferberlik kıyâmetten bir nişâneydi gerçekten! Herkesten bir şeyler aldı gitti. Kiminin canını, kiminin oğlunu-uşağını, kiminin kocasını, kiminin babasını, kiminin kolunu-bacağını, kiminin sağlığını, kiminin de dînini-ahlâkını ve namusunu aldı… Varlık-dirlik nâmına bir şey bırakmadı zaten.
Bu Şam limanlarından Avrupa ülkelerine limon-portakal gibi birkaç kalem mal giderdi. Oradan da ihtiyaç olan maddeler gelirdi. İngiltere ve Fransa’yla harp olunca o küçük ticaret de durdu. Bu yüzden buralardaki insanların geçimi çok geri gitti.
Kiminin yolunu ve istikametini kaybedip Halîfe Efendimiz’e başkaldıran hâinlere katılmasında bunların da tesiri var delikanlı!
Seferberlikte çekilen dört yıllık sıkıntı, kimine 400 senelik hukuku unutturdu senin anlayacağın!
Senin cephe kumandanın Cemal Paşa’nın düşüncesizce yaptığı gaddarlıklar da bunların bahanelerinden biri oldu.
Hasan, Cemal Paşa’nın bazı kimseleri idam ettirdiğini duymuştu. Demek bu idamların bura halkı üzerinde kötü tesirleri olmuştu. Acaba bunlar, onun memleketine gidişine engel olacak derecede miydi? Ancak çok şükür ihtiyar adamın konuşmalarından da bakışlarından da böyle bir şey sezinlemiyordu.
Onun durgunlaştığını gören ihtiyar, mevzuyu kesip ona yemeyi sürdürmesini söyledi:
–Hadi ye, karnını doyur! Kusura bakma, hazırlığımız olmadığı için misafire lâyık bir şey çıkaramadık. Mevcut olanları koyuverdik!
–Allah ziyade etsin efendim! Daha ne olacak? Hepsi Allâh’ın güzel nimetleri!
Yıllardan beridir ilk defa evde yapılmış bir yemek yiyorum. Çok lezzetli olmuş. Yapanların ellerine sağlık!
–Afiyet olsun! Hadi devam et! Sen bana bakma! Ben çok aç değilim. Sen günlerdir yoldasın. Karnını doyur!
İmam sonra Hasan’a yine sıcak bir sevgiyle bakıp gülümsedikten sonra, mühim bir şey söyleyeceğini gösteren ciddî bir yüz ifadesiyle derin bir nefes alarak tekrar konuşmaya başladı:
–Bak delikanlı!
Seni görür görmez sevdim. Hani;
«Ruhlar ordular gibidir. Ezelde karşılaşanlar dünyada da birbirlerini severler.» diye bir rivâyet var ya! İşte öyle, sana kanım kaynadı!
Şu sofrayı getirenlerden biri kızım, diğeri de gelinim.
İkisinin de kocası seberberlik ilân edildiğinde gidip bir daha geri gelmediler. Kendileri yerine künyeleri geldi. Allah şehâdetlerini kabul etsin!
Birer de çocukları olmuştu. Onlar gittikten sonra hikmet-i Hudâ çocukların ikisi de son çıkan salgında öldü. O da ayrı bir imtihan oldu. Allah rahmet etsin!
Ama gidenle gidilmiyor. Hayat devam ediyor.
Hanımla ben, genç yaşta iki dulla bu koca evde kalakaldık.
Ben aslında varlıklı sayılan bir adamım. Bir zeytinlik, epeyce tarla-tapanım var.
Lâkin onları işleyecek kimsem yok. İşleyecek olanlar gidip bir daha gelmedi. Bende de onları işleyecek tâkat kalmadı.
Artık ayaklarım beni ancak camiye götürebiliyor. Namazı kıldıran arkadaş da seferberlikte silâh altına alınıp geri dönmediği için onun vazifesini de ben yapıyorum.
Hâsılı;
Böyle bir teklif bu şekilde yekten yapılmaz, ama demem o ki, gel sen burada kal, gelin ve kızımdan hangisini dilersen onu, istersen ikisini de alıp bizim oğlumuz ol!
Hasan şaşkınlıktan donup kaldı! Bir adam bir saat önce gördüğü bir yabancıya bu kadar nasıl güvenebilirdi? Ezan okumasından mı?
Yoksa işin içinde başka bir iş mi vardı? Bir şeyleri kapatmak için bu kadınları ona yamamak mı istiyordu?
O esnada sofadan yine bir kadın sesi duyuldu:
–Yemek bittiyse boşları verir misin baba!
–Gelip alın!
Deminki kadınlar yine peş peşe odaya girip biri siniyi, diğeri de sofra örtüsünü toplayıp çıktılar.
Hasan, imamın bazı davranışlarının sebebini şimdi anlamıştı.
Kadınlar sofadan siniyi alması veya boşları vermesi için seslendiklerinde içeri girip sofrayı bizzat kurmalarını, alırken de yine bizzat gelip kendilerinin almasını istemişti.
Çünkü kadınları kendisine göstermek, böylece evleneceği kadını seçmesi için kendisine fırsat vermek istemişti.
Sofra kaldırılıp böylece kadınlar da Hasan’a, -imama göre- tâlipliye veya dünüre gösterilip murat hâsıl olduktan sonra tekrar konuya dönüldü.
İmam, Hasan’a gözlerini dikerek baktı:
–Tabiî sen şimdi;
“Bir insan bir saat önce tanıdığı bir yabancıyı nasıl damat edinmek ister?” diye düşünüyorsun.
Ancak insan bazen ilk defa gördüğü birine böyle ısınıverir işte. Hâsseten ben bu tür duygular hissettiğim insanlarda hiç yanılmamışımdır. Bu yönüme çok güvenirim.
Camiye gelirken sokağın alt tarafında yaptıklarını tesadüfen görmüş olmam da senin hakkındaki hislerimi güçlendirdi.
Huysuzlaşan atın altında kalma tehlikesini göze alarak üstüne atlayıp onu durdurman büyük bir cesaret işiydi.
Arabanın üstündeki kadınları içinde bulundukları o tehlikeli durumdan kurtardıktan sonra çok olağan bir iş yapmışçasına hiç minnet etmeden dizginleri teslim edip hemen oradan ayrılman iyi yürekliliğini gösteriyordu.
Hele bütün bu olanlardan sonra başını kaldırıp bir kere bile o kadınlara bakmaman helâl süt emmiş biri olduğunun deliliydi.
Yanılmadığım hislerime ilâveten, gözlerimle gördüğüm bu hâdiseden sonra böyle bir teklifi yapmakta hiç tereddüt göstermedim.
Evet, ne diyorsun delikanlı?
Hasan, şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışarak mazeret beyan etti:
–Efendim, ben firarda olan bir esirim.
Normal şartlarda yapılsa benim için bir şeref olacak bu teklifinizi kabul ettim diyelim.
Yarın bir gün yakalanırsam seferberlikte yaşadığınızın bir benzerini maâzallah tekrar yaşarsınız!
İmam gözleri ışıldayarak tebessüm ederken teminat verdi:
–Korkma artık! Allâh’ın izniyle hiçbir şey olmaz sana. Sen İngiliz kontrolündeki mıntıkadan çıkmışsın. Burası artık Fransızların kontrolünde.
Hasan şaşkınlıkla sordu:
–Ne değişir ki? Onlar da İngilizlerin müttefiki değil mi? Birbirlerinin kaçaklarını diğerlerine teslim ederler!
Adam deminki tavrını hiç değiştirmeden açıkladı:
–Tabiî, sen şimdiye dek esârette kaldığından dış dünyadan hiç haberin yok! Fransızlar Ankara’yla sulh yaptı.
–Ankara’yla mı?
–Ankara’yla ya!
–?!.
–İstanbul’daki meclisi İngilizler basınca, mebuslar Ankara’ya taşındı. İzmir’i işgal edip içeriye doğru ilerleyen Yunan’a karşı Ankara’da bir mücadele başlattılar.
–Harp yeniden başladı desene!
–Evet, ama Ankara’dakilerin son zamanlarda epeyce muvaffak oldukları, Yunan’ı durdurdukları söyleniyor.
Böyle olunca Fransa, Ankara’daki hükûmetle sulh edip Antep, Maraş ve Urfa’dan çekildi.
Daha aşağısında ve buralarda ise manda hâkimiyeti kurdu.
Dolayısıyla Fransızlar artık seni İngilizlere teslim etmezler. O cihetten hiç korkma!
İmam çok kurnazdı.
Demek ki baştan;
“–Bilet parasını bir şekilde hâllederiz, seni istasyona da koruz da…” diye lâfı sündürüp cümleyi o şekilde bitirerek İngiliz kontrolünü ve istasyonda yakalanma tehlikesini îmâ etmesi, memleketine gitmenin güç ve hattâ imkânsız olduğunu anlatmak, böylece bu konuda ümidini kırmak içindi.
Ancak şimdi, yaptığı teklifi kabul edeceğini ümit ettiğinden gerçeği açıklıyor, Fransızların sulh yapıp İngilizlere artık firarî vermeyeceğini belirtiyordu.
İmam sevecen bir şekilde gözlerini yeniden Hasan’a dikip tebessüm ederek cevap bekliyordu:
–Evet, Hasan evlâdım, ne diyorsun?
Bedeni yorgunluktan bitkin olsa da Hasan demin duydukları sebebiyle kuş gibi hafiflemişti.
Demek İngiliz takibâtından kurtulmuştu. Pişkin suratlının yüzünü bir daha görmeyecekti.
Bu, Konya’nın yolunun ona açıldığı mânâsına geliyordu.
Allah ne büyüktü!
Lâkin karşısındaki ihtiyar cevap bekliyordu.
Muhtemelen Hasan’ın yüzünde oluşan memnuniyet ifadesinin de kendi teklifiyle irtibatlı olduğunu düşünüyordu.
Doğrusu adamın teklifi çok câzipti. Hattâ yokluk ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bu şartlarda bir devlet kuşu bile sayılabilirdi.
Demin içeri giren kadınlar da öyle çirkin, suratsız şeyler değildi Allah için! İlk girdiklerinde tabiatıyla gözünü kaçırmışsa da ikincide imamın maksadı anlaşıldığı için teklifi değerlendirmek niyetiyle değil ama merak sâikiyle ikisine de şöyle göz ucuyla gayr-ı ihtiyârî bakmıştı.
Kocalarını ve çocuklarını kaybetmiş, bu yıllarda herkes kadar feleğin sillesini yemiş olmalarına rağmen hâlâ ter ü taze ve alımlıydılar.
Teklifini kabul etmesi hâlinde imamın bahsettiği zeytinlik ve tarla-tapan işlenip her şey bir parça düzene girdiğinde, şüphesiz daha bakımlı olurlardı.
Ancak Hasan’ın hâl-i hazırda bu câzip teklifi kabul etme imkânı yoktu.
Şu anda onu bir büyü gibi cezbedip yönlendiren tek bir şey vardı:
Memleket hasreti, sıla!
Onu evinde bekleyen karısı ve iki çocuğu gözünde tütüyordu!
Bununla birlikte daha akşam namazında karşılaşıp şimdi hem kızını hem de gelinini alarak burada bir küçük çiftlik ölçüsündeki toprağını işlemek sûretiyle «oğlu» olmasını teklif edecek kadar ona güven besleyen karşısındaki ihtiyar adamı incitmek yakışık almazdı.
Bu sebeple kıt Arapçasıyla doğru kelimeler bulmaya ve özenli konuşmaya gayret etti:
–Efendim, daha önce belirttiğim gibi ben evli ve iki çocuk sahibi bir adamım.
Çocuklarımdan birini henüz dillenmeye başladığı yaşlarda, diğerini kundakta bırakmıştım.
Şimdi biri dokuz, diğeri yedi yaşında olmalı.
Yedi yıldır hiçbirini görmedim. Ayrıca bundan sonra belki benim bakımıma muhtaç olacak ihtiyar ana-babamı da gelirken memleketimde bırakmıştım…
(Devam edecek.)