EDEP YÂ EDİP!..
Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr
Sâat-i vâhidedir ömr-i cihân,
Sâati tâate sarf eyle hemân.1
Edip o sabah erkenden kalkmış, anasının hazırladığı kahvaltıyı yaptıktan sonra en temiz elbiselerini giymişti. Çünkü artık on beş yaşına girmişti ve bugün ilk defa İstanbul’a geçecekti.
Aslında Edipgil de Üsküdar’da oturuyorlardı; ancak o yıllarda karşı yakaya İstanbul deniyordu ve mazbut aileler, işleri düşmedikçe oraya pek gitmezlerdi.
Anasının elini öptü ve 15 yaşına girdikten sonra; dedesi rahmetli Halis Efendi’nin tâlimâtı üzerine, onun emâneti olan zarfı annesinden alıp yola koyuldu.
Annesi kapıdan çıkarken;
“–Bak oğlum, bu mektubu; Beyoğlu’nda Rumeli Han’a gidip oradaki Saatçi Payidar Usta’ya vereceksin!” diye tembih etti ve Allâh’a emânet edip yolladı.
Edip Üsküdar’dan motorla Galata’ya, oradan tünel vasıtasıyla Beyoğlu’na çıktı. Sağa-sola hanların isimlerine bakarak Rumeli Han’a vardı. İkinci kattaki Payidar Usta’nın dükkânına geldi, kapıyı çaldı, içeri girdi:
–Selâmün aleyküm Payidar Usta!
–Aleyküm selâm da ben Payidar Usta değilim, onun kalfasıyım. Benim adım Artin; buyur otur, ben yardımcı olayım.
–Ben Payidar Usta’yı görecektim, nerede kendisi?
–Payidar Usta genellikle dış işlere gider, arada buraya uğrar.
–Belli bir zamanı yok mu? Ben ne zaman geleyim?
–Arada uğrayıp bakacaksın.
Edip;
“–Tamam, o zaman ben daha sonra uğrarım.” deyip çıktı.
Edip; sokağa çıkınca, etrafa bakınmaya başladı.
Rengârenk dükkânlar, vitrinlerde allı pullu giysiler, değişik değişik insanlar, kalabalıklar…
Edip; keşmekeş içerisinde kalabalığa karışmış, etrafına baka baka yürümeye başlamıştı. Beyoğlu çok farklıydı.
Her taraftan müzik sesleri geliyordu. Lokantalarda insanlar bir taraftan yemek yiyor, bir taraftan şarkılar söyleyip danslar ediyordu.
Bu ortam Edip’i çok şaşırtmıştı. Cafcaflı dükkânlardan çıkan çocukların elinde, renk renk balonlar; sokak başlarında çeşit çeşit hayvanları teşhir eden satıcılar. Velhâsıl bir şamata, bir eğlence gırla gidiyordu.
Akşama kadar Beyoğlu’nda vakit geçiren Edip; akşam eve dönünce, annesine, Payidar Usta’yı göremediğini, ancak yarın tekrar gideceğini söyledi.
Ertesi gün yine Beyoğlu’na geçen Edip; Payidar Usta’yı yine bulamadı. Vakit geçirmek için, tekrar sokaklarda dolaşmaya başladı.
Şaşkın şaşkın dolaşıyor, insanlara bakıyor ve; «Bu insanlar hiç mi çalışmıyor, hep böyle geziyorlar mı?» diye düşünüyordu. Bu şamata, genç Edip’in de hoşuna gitmeye başlamıştı.
O gün yine gezerken, bir sinemanın önünde durmuş afişlere bakıyorken, bir anda yanında bir kişi belirdi:
–Merhaba, benim adım Sarkis seninki ne?
–Benim adım Edip?
–Girelim mi sinemaya, güzel bir filme benziyor…
Edip, daha önce hiç sinemaya gitmemişti;
“–Benim param yok!” deyiverdi.
Sarkis;
“–Ben ısmarlarım sana, ne olacak. Bir dahaki sefere sen ısmarlarsın.” dedi.
Beraber filme girdiler, çıkışta Sarkis patlamış mısır da ısmarladı.
Tabiî Edip, bunları annesine anlatmamıştı.
Sonraki günlerde; Edip Beyoğlu’na geliyor, artık; «Nasıl olsa yoktur…» deyip Payidar Usta’nın dükkânına da uğramıyor, Sarkis’le buluşup gezip tozuyorlardı.
Bir gün Sarkis, Edip’e;
“–Bugün annemin işi varmış, eve de usta gelecekmiş, sen de gel, bize gidelim, ne dersin?” deyince Edip de kabul etti.
Birlikte Sarkislerin evine geldiler, evde çeşitli oyunlar oynayıp ustayı bekliyorlardı.
Bir ara Sarkis;
“–Annemin yaptığı likörlerden getireyim içelim.” dedi ve kristal cam bir şişe getirdi.
Edip tedirgin olmuştu.
Sarkis;
“–Bir şey olmaz korkma, vişne likörü bu. Biz eve gelen misafirlere ikrâm ederiz.” dedi ve küçük bardaklara doldurdu.
O sırada kapı çaldı. Sarkis kapıyı açtı, gelen kendisini tanıttı;
“–Ben Payidar Usta, evde bozuk bir saat varmış galiba.” dedi.
Ustayı içeri buyur ettiler ve bozuk olan saati gösterdiler.
Edip;
“–Ustacığım adınız neydi?” diye sordu. İçeri girerken çok iyi duyamamıştı.
“–Ben Payidar Usta!” dedi.
“–Ustam; ben sizi günlerdir arıyorum. Ben Halis Bey’in torunu Edip!” deyince Usta;
“–Dükkânda kalfayı bırakıp; ben daha çok böyle taşıması zor, büyük saatlerin tamiri için evlere gidiyorum.” dedi ve ekledi;
“–Rahmetli Halis Bey ile çok iyi anlaşırdık. Hangi sebep ile seni gönderdi bana?” dedi.
Edip, pantolonunun arka cebinden mektubu çıkarıp Usta’ya verdi.
Mektubu okuyan Usta, Edip’e dönüp;
“–Halis Bey seni; bana çıraklık yapmak üzere, bu mesleği öğrenmek üzere göndermiş. Ne dersin bu işe?” deyince, Dedesini çok seven Edip;
“–Emir başım üstüne Ustam!” dedi.
Usta;
“–O zaman önce şu bardağı kendinden uzaklaştır bakalım.
Bu bize göre değil!
Önce edep yâ Edip!..” dedi.
Daha sonra;
“–Şimdilik beni izle.” deyip saati tamir etmeye başladı.
İşini bitirince de;
“–Haydi bakalım, şimdi çıkalım; önce Hüseyin Ağa Camii’ne gidip bir namaz kılalım, sonra dükkâna gidelim.” dedi.
Camiye gittiler, namazlarını kıldıktan sonra dükkâna geldiler. Kalfanın verdiği çayı yudumlarken, Payidar Usta anlatmaya başladı:
“–Bak evlât! Bereket, karşılaşmakta fazla gecikmedik. Sen beni ararken, tam vazgeçmişken, Allah beni senin karşına çıkardı. Bu hercümerç içerisinde neredeyse kendini kaybedecektin.
Bak Kur’ân-ı Azîmüşşân ne diyor:
«Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?» (el-En‘âm, 6/32)
Bu âyet-i kerîme, mü’min ve kâfirin hayatı hakkında genel bir ifadedir. Yani bundan maksat; bu hayatta elde edilen lezzetler ile, bu hayatta elde edilmek istenen güzel ve hoş şeylerdir.
Cenâb-ı Hak; dünya hayatını, bir oyun ve oyalanma diye isimlendirmiştir.
Çünkü insan; oyun ve eğlence ile meşgul olurken, bundan lezzet ve tat alır.
Sonra ise bu lezzet aldığı şeyler yok olup bitince, geriye sadece bir pişmanlık kalır. İşte dünya hayatı da böyledir. Bu da sona erdiğinde, geriye sadece yakınma ve pişmanlık kalır.2
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir gün;
«−Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.» buyurmuşlardı. Ashâb-ı kiram;
«–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlâllah?» diye sordular.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
«–Güzel bir müslüman ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; kötü bir kişi ise, o kötülükten vazgeçmediğine pişman olacaktır.» buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 59)
Şimdi çaylarımızı da içtik. Bundan sonra sabah namazında Hüseyin Ağa Camii’nde buluşacağız; namazımızı kıldıktan sonra, beraber saat tamirlerine başlayacağız.
–İleride inşâallah sen de iyi bir usta olursun, sana da Üsküdar’da bir dükkân açarız, anlaştık mı?”
–Anlaştık Usta!
Cenâb-ı Hak; cümlemizi ihlâsa erdirip, ihlâsını da son nefese kadar muhafaza buyurduğu bahtiyar kullarından eylesin.
____________________
1 Cihan ömrü bir an kadardır. Sen o ânı ibâdete sarf eyle hemen.
2 er-Râzî, Mefâtîhü’l-Gayb, XII, s. 210.