Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -48- FAZÎLET YOLCULUĞU
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
SEVİYELER, HEDEFLER
Müellifimiz, bu kaidede tasavvuf erbâbı hakkında kullanılan; nâsik, âbid, verâ sahibi, zâhid, ârif ve mürid kavramlarını tanıtıyor ve aralarındaki farkları anlamamızı sağlıyor.
Ayrıca;
Önceki maddede olduğu gibi, bazı tasavvufî eserler ve onlardan istifade yönü bakımından mühim bilgiler veriyor.
Yetmişinci Kaide:
“Nâsik, mümkün mertebe bütün fazîletli işleri yapmaya gayret eden, bunu yaparken fazîletten başka bir şey gözetmeyen kimsedir.”
«Nüsük ve mensek» kelimeleri; daha ziyade, hac ve kurban ibâdetleriyle alâkalı hususlarda kullanılır.1
Ahmed Zerrûk Hazretleri ise; nüsük ehlini, fazîletleri elinden geldiğince yapan kişi olarak tarif etmektedir. Nüsük ehli, bir işi fazîlet olduğu için yapar. Bunun bir faydasını, kendisine sağlayacağı bir katkıyı düşünmeksizin; sadece fazîlet olması bakımından o ameli işlemeyi kendisine âdet edinen kimsedir.
“Eğer bu ibâdeti yaparken, o fiilin kendisine bir fayda getirmesini, kulluğun hakikatine ermeyi hedefliyorsa, bu kimse «âbid» diye anılır.”
Tahkik yahut tahakkuk, o ibâdetin veya fazîletin muhtevâsını kendinde;
•Yaşatmak,
•Canlandırmak,
•Hayata geçirmek demektir.
Meselâ;
Cenâb-ı Allah namazla ilgili buyuruyor ki:
اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ
“…Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”2
Demek ki;
Namaz hakikî mânâda kılınırsa, kişiyi kötülüklerden alıkoyması lâzım gelir. Eğer kötülüklerden alıkoyamıyorsa, o zaman hakikî anlamda bir namazdan bahsetmek mümkün değildir.
Âbidlik; ibâdetin hakikatine vâsıl olmak, onun gerçeğini yaşayabilmek, ehl-i ibâdet olmak demektir.
“(Buna ilâve olarak;
Bir yandan da) ihtiyatlı olan, daha sağlam olan, daha tehlikesiz olan yönleri dinde benimsiyor ise, «verâ sahibi» olur.”
Verâ, şüpheli şeylerden kaçınmakta çok titiz davranmaktır.
“(Bunlara ilâveten tehlikelerden) selâmeti talep etmek için, (mâsivâyı) terk tarafını tercih ederse, o zaman da; o kişi «zâhid» ismini alır.”
Zühd, «dünyaya metelik vermemek» demektir. Allah’tan gayrı ne varsa, mâsivâdır. Mâsivâya ehemmiyet vermeme yolunu tutanlara da zâhid denilir.
Tabiî, bu sıfata mazhar olacak kişi; dünya kendisine geldiği hâlde;
“–Git seni istemiyorum.” diyebilendir. Yoksa zaten dünya bir kişinin kapısını çalmamışsa, onun; «zâhid» diye adlandırılmasının bir anlamı olmaz.
Bu sebeple, kişinin zengin olması da zühdüne mâni değildir. Zenginlik mi onu idare ediyor yoksa o mu zenginliği idare ediyor, ona bakılır.
“(Bunlarla beraber;)
Kişi; kendisini, (her türlü işinde) Allâh’ın murâdına teslim edebiliyorsa, «ârif»tir.”
“İnsan, bir damla kan, bin bir endişe!” denilmiş. İnsan bilhassa istikbâline dair düşüncelerinde, korku ve gamlara kapılır. Nefsi adına veya cemiyeti adına; tedbirler almak ister, plân-program yapmak ister. Ârif kişiler ise, kader sırrına öyle derin bir şekilde teslim olmuşlardır ki;
“–Cenâb-ı Allah her şeyi yerli yerinde yapmıştır. Hak Teâlâ’nın murâdı neyse biz ona teslimiz.” derler ve bunun huzuru içinde yaşarlar.
Bu teslîmiyete «tefvîz» de denilir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin; «Tefvîznâme» adlı şiirinden birkaç kıta okuyalım. Dikkat edilirse, Erzurumlu da «ârif» vasfını zikretmiş:
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Ârif ânı seyreyler;
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse güzel eyler!
Deme: «Niçin şu şöyle?»
Yerincedir o öyle,
Bak sonunu seyreyle;
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse güzel eyler!
Hakk’ın olıcak3 işler,
Boştur gam u teşvişler,4
Ol hikmetini işler;
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse güzel eyler!
İstanbul’umuzun meşhur evliyâsından biri de Merkez Efendi’dir. Ona hocası tarafından bu ismin verilmesine vesile olan hâdise de; teslîmiyet, tefvîz ve âriflik sırrı ile alâkalıdır.
Rivâyete göre;
İstanbul’un büyük velîlerinden Sümbül Efendi, bir gün talebelerine;
“–Eğer bütün dünyayı baştan sona değiştirme imkânına sahip olsaydınız, neler yapardınız?” diye sormuş.
Her bir talebe; kendi gönül ufkuna göre en doğru, en güzel ve en mutlu dünyayı tarif etmiş.
Kimi;
“–Dünyadaki bütün kötülüklerin yok olmasını isterdim!” demiş.
Kimi;
“–Bütün dünyanın cennet bahçesi misali, çiçeklerle müzeyyen olmasını isterdim.” demiş.
Kimi de;
“–Bütün gariplerin sevindiği, çaresizlerin dertlerine çare bulduğu, bütün hastaların şifâyâb olduğu huzur dolu bir dünya isterdim.” diye cevap vermiş.
Talebelerinin fikirlerini tek tek dinleyen Sümbül Efendi, bir tanesinin hiç söz almadığını fark etmiş ve;
“–Oğlum Muslihiddin, sen ne düşünüyorsun? Dünyayı nasıl değiştirmek isterdin?” diye sormuş. Muslihiddin;
“–Efendim, ben, -hâşâ- Cenâb-ı Hak’tan daha âlim, daha hikmet sahibi değilim. Ben âciz bir kulum. İnsan nefsini tanırsa Rabbini daha iyi tanır. Şüphesiz O’nun tesis etmiş olduğu bu dünya hayatında her şeyin bir yeri ve hikmeti vardır. Bana kalmış olsa, ben her şeyi yine olduğu gibi merkezinde bırakır ve takdîr-i Hudâ’dan râzı olurdum.” demiş.
Gözde talebesi Muslihiddin’in bu cevabını çok beğenen Sümbül Efendi;
“–Evlâdım, çok güzel ifade ettin. Madem sen, bu dünyada her şeyi merkezinde bıraktın, biz de bundan sonra sana; «Merkez Efendi» diyelim.” demiş.5
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’e;
“–Neyi seversin?” diye sual edildiğinde;
“–Ben Allâh’ın murâdını severim.” dermiş. Yine onun bir duâsı şöyle:
“Allâh’ım! Beni kazâ ve kaderinden râzı eyle!.. Kaderini benim için bereketli kıl!.. Tâ ki,
•Sen’in geciktirdiğini aceleyle istemek ve
•Sen’in peşinen verdiğini geciktirmeyi arzu etmek hatasına düşmeyeyim.”6
Demek ki;
İrfan, olan ve olacak her şeydeki hikmeti görebilmektir. Sırrı Cenâb-ı Allâh’a raptedebilmektir.
“(Eğer bunun yanında;)
Güzel ahlâklı olmaya ve (Cenâb-ı Allah ile güzel ahlâk üzerinden) bir alâka, bir irtibat kurmaya gayret ederse bu kişiye de; «mürid» denir.”
Burada kullanılan, tahalluk ve tealluk kelimeleri, tefâ‘ul bâbından. Yani güzel ahlâk ve Cenâb-ı Hak ile dost olabilme seviyesi, ancak adım adım gayretle elde edilebilecek hususlardır.
Demek ki;
Hazret’e göre mürid son basamakta. Hâlbuki biz ilk basamak zannediyoruz.
Mürid olmadan önce bir kimse;
•Fazîlet adına dinde ne varsa onu yapmaya çalışacak,
•Sonra bunun ötesine geçip, ibâdeti kendine bir hakikat olarak benimseyecek,
•Sonra şüpheli olan şeyleri terk edip ihtiyatlı olanlarla amel edecek,
•Daha ileri gidip; dünyaya metelik vermeyen, dünyaya borçlanmayan bir şahsiyet olacak,
•Ardından her şeyde Allâh’ın iradesine râm olacak,
Son olarak da;
•Güzel ahlâkta kemâle erecek, Cenâb-ı Hakk’ın sâdık kulu olacak.
Bu sıralama ve adımların zikredilmesinde şu hikmet de saklı:
İnsana seyr u sülûkü bir anda tamamlatacak bir formül yok. Tezkiye-i nefsi bir anda halleden bir hap, öyle bir iksir yok!
Bütün bu seviyeler; adım adım, basamak basamak gayret ile elde edilebilir.7
SÛFÎ KİTAPLARINDAKİ PROBLEMLİ RİVÂYETLER
“Kût ve İhyâ kitaplarında, söz hep bu mevzular etrafındadır.”
«Kalplerin azığı» mânâsına gelen Kûtü’l-Kulûb, Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) -kuddise sirruhû-’nun eseridir.
İmâm-ı Gazâlî de, İhyâu Ulûmi’d-Dîn (Din ilimlerinin ihyâsı, diriltilmesi) adlı eserini, Kût’u esas alarak, onu genişleterek yazmıştır.
Her iki eserin muhtevâsı da bu kaidede zikredilen; fazîletleri elde etmek, kulluğun tahkike eriştirilmesi, zühd, irfan, kadere teslîmiyet ve güzel ahlâk gibi mevzulardır.
“Bundan dolayı; (bu iki eserin müellifleri) ilk maddeyi, (yani nâsikin tâlip olduğu) fazîletlerin toptan ve detaylı olarak naklini hedeflemişlerdir. Ancak bu nakli, nereden ve nasıl mümkünse yapmışlar (kaynakta sıhhat gözetmemişler)dir.
Yeter ki;
•Bir sünnete aykırı olmasın,
•Bir kaideyi bozmasın,
•Bir bid‘at ortaya çıkarmasın,
•Bir temeli, bir aslı yıkmasın,
•Bir hükmü kaldırmasın!”
Kaidenin bu kısmı, 67’nci kaidedeki fakih bakış açısının bir başka ifadesi gibidir.
“Bu yüzden;
Her iki müellif de, mevdû (uydurma) ve isnâdı bâtıl rivâyetleri zikretmişlerdir.”
Çünkü onların maksadı, bu alandaki bütün rivâyetleri toplamaktır. Bunu yaparken yukarıdaki esasları gözetmeyi yeterli bulmuşlardır. Yani kaynağı çok zayıf, hattâ senetsiz olsa da, maksada muvâfık ise, dînî esaslara ters düşmüyorsa ondan istifade edilebileceğini düşünmüşlerdir.
Özellikle, İhyâ’nın İslâm âleminde büyük bir tesiri ve yayılması söz konusu olmuştur. Muhaddis Zeynüddîn Irâkî (v. 806/1404), İhyâ’daki rivâyetleri araştırmış, tahric etmiştir. İmam Gazâlî Hazretleri kendisi de el-Kānûn adlı eserinde;
“–Benim hadisteki behrem azdır, sermayem kısıtlıdır.” der.
Bir yönüyle;
“Benim rivâyetlerim bir ehl-i hadîsin rivâyetleri gibi değildir.” demek istiyor. Yani buradan şunu anlıyoruz:
“İhyâ’da bir hadîsin geçmesi; İmâm-ı Gazâlî tarafından nakledildi, öyleyse sahihtir, sağlamdır, onun bir bildiği vardır, anlamında değildir.”
Tabiî, İmâm-ı Gazâlî; fıkıh, usûl ve kelâm gibi sahalarda «Hüccetü’l-İslâm / İslâm’ın delili» diye vasfedilen büyük bir âlim. Onun; “Hadis bilgim az!” demesi, büyük bir muhaddise nisbetledir. Yoksa kendi sahası olan ilimlerde gereken hadisleri de bilmediği mânâsına gelmez. Müçtehid olmak için gereken, Ebû Dâvûd’un Sünen’i gibi, ahkâm hadisleri mecmûasını bilmektir. Ama hadis ilmi öyle bir deryâ ki; ricâl ilmi, cerh ve tâdîl ilmi gibi ansiklopedik bir arşiv bilgisi lâzım.
Şunu da ifade etmeli ki;
İhyâ’nın ana ekseni bu kaynaksız hadisler üzerine oturmaz. Her mevzuda, âyet-i celîleler, sahih hadîs-i şerifler zikredilmiş, bu sahih rivâyetlerin çizdiği çerçeveye uyan bazı kaynak problemi olan rivâyetlere de bu arada yer verilmiştir.8
Yine de;
“–Gazâlî gibi büyük bir âlim, bu hadisleri niye zikretti?” diye bir sual akla gelebilir. Buna şu muhtemel cevapları verebiliriz:
Belki Hazret; eserdeki rivâyetlerin sıhhatiyle meşguliyeti, daha sonraya bırakmıştı. Ancak fırsat bulamadı.
Diğer yandan;
Zayıf hadislerle de amel edilmesi mevzuu, hadis ve fıkıh sahalarında bolca ele alınmış bir meseledir. Hattâ fıkhî mezheplerimiz; bazı hadisçilerin kriterlerine göre zayıf olan birçok rivâyetle, bu hadislerin tedvîninden önce amel etmiş ve içtihadlarını tamamlamıştır. Hadislerin sıhhati hususu, kriterlere göre de değişkenlik arz eder.
Bazen şöyle de düşünmüş olabilirler:
“Belki bu mânâsı düzgün ve doğru rivâyetler, elimize ulaşamayan, kaybolan kaynaklarda Hazret-i Peygamber’e kadar nisbet edilmiştir. Belki araştırmalar ile bunlar ortaya çıkacaktır.”
Müellifimiz, Kût ve İhyâ’da yer verilen kaynaksız fazîletlere misaller de veriyor:
“Kaynağı bulunmayan;
•Regāib Namazı,
•Haftanın günlerine ait namazlar,
•Bazı duâ ve zikirler,
•Abdestte her uzuv için ayrı ayrı duâlar gibi…
Bu zâtlar; (fazîletler dışında) bütün alanlar için de, bu şekilde terğîb ve terhîbde bulundular. Onların bilinen delilleri vardır. Allah en doğruyu bilendir.”
«Terğîb», rağbet ettirmek, teşvik etmek demektir. «Terhîb» de korkutmak ve sakındırmak mânâsına gelir. Yukarıda; zayıf hadislerle amel edilmesi hususunda, ruhsat veren âlimlerin olduğuna işaret etmiştik. Bilhassa; dinde yeni bir esas koymayan, mevcut emir ve yasakları teşvik veya tahzir (sakındırma) mânâsı taşıyan zayıf hadislerle, birtakım şartlarla amel edilebileceği birçok âlim tarafından dile getirilmiştir.
İmam Nevevî (v. 676/1277);
“Hadis ulemâsının; fakihler ve daha başkalarının fazîletler, tergîb-terhîb gibi konularda zayıf hadisle -uydurma olmamak şartıyla- amel etmek müstehabdır; ancak, helâl-haram, alışveriş, nikâh-talâk vb. ahkâmda sadece sahih ve hasen hadisle amel olunur.” görüşünde olduklarını belirtmektedir.
Hanefî fakîhi İbnü’l-Hümâm (v. 861/1457); “Zayıf hadisle müstehablık sâbit olur.” görüşündedir.
Sehâvî (v. 902/1496) de şartları dâhilinde fazîletler konusunda, zayıf hadisle amel edilebileceği konusunda cumhûrun ittifâkının bulunduğu görüşündedir.9
Müellifimiz; “Onların bilinen delilleri vardır.” dedi.
Bunu şöyle anlayabiliriz:
Bir kişi; abdest alırken, tefekkür ve tezekkür ile abdest alıyor. Başını mesh ederken; Arş’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı kıyâmet gününü hatırlıyor, sağ ve sol kollarını yıkarken amel defterlerinin veriliş ânını tezekkür ediyor. Ayaklarını yıkarken o ayakların Sırat’tan nasıl geçeceği üzerine bir ürperiş yaşıyor.
Bütün bunların ne mahzuru olabilir?
Fakat, bir kişi namaza başlayacak bir kişiye, bir A4 kâğıdı dolusu duâyı verip, dese ki:
“–Abdest almak için önce git, bu duâları ezberle! Bunları okumadan abdest olmaz!”
İşte o zaman bid‘at çıkarmış olur. Yeni başlayan ve temel esasları öğrenmeye çalışan bir kişi için dîni zorlaştırmış olur.
Lâkin tasavvuf erbâbı olan kişi, yapacak ilâve bir fazîlet arıyor. Abdeste besmeleyle başlıyor, devamında da bu uzuvlar ile tefekkürler arasındaki tedâîleri duâ hâlinde zikrediyor. Böylece çoğu zaman idrakinden mahrum kalınan taabbüdî bir sahayı canlı ve şuurlu tutmuş oluyor.
Peygamberimiz; «Kolları yıkarken şöyle duâ edin.» buyurmamış, fakat; şöyle buyurmuştur:
“Bir müslüman (veya mü’min) abdest aldığı zaman, yüzünü yıkarken gözleriyle işlediği günahlar abdest suyu (veya suyun son damlası) ile dökülür gider.
Ellerini yıkadığında elleri ile işlediği günahlar abdest suyu (veya suyun son damlası) ile dökülür (öyle ki kişi bütün günahlardan arınır ve tertemiz olur).
Ayaklarını yıkadığında da, ayaklarıyla işlediği günahları abdest suyu (veya suyun son damlaları) ile akıp gider.
Nihayet o müslüman, günahlarından tamamıyla arınmış olur.” (Müslim, Tahâret, 32. Ayrıca bkz. Tirmizî, Tahâret, 2)
Görüldüğü üzere; abdest ile uzuvların günahları arasında bir bağlantı var. Kul da, kollarını yıkarken;
“–Yâ Rabbî! Şu ellerimle işlediğim günahları temizle!” diyor. Doğrudan değil ama dolaylı bir delil var.
Cenâb-ı Hak; bizleri de fazîletlerle amel edenlerden, kullukta tahkike erişenlerden, verâ, zühd ve irfanda mesafe katedip güzel ahlâka ulaşanlardan eylesin!..
_________________
1 Bkz. el-Bakara, 128, 196, 200; el-En‘âm, 162; el-Hac, 34, 67. Ahmed, III, 318; Müslim, Hacc, 310.
2 el-Ankebût, 45.
3 Olduğunda, olduğuna göre.
4 Teşviş: İnsanın zihnini meşgul eden şey, gāile, karışıklık.
5 Osman Nûri TOPBAŞ, Bir Nasihat Binbir İbret, s. 42.
6 Beyhakî, Şuab, I, 393-394; merfû rivâyeti için bkz. Taberânî, Duâ, 147.
7 24’üncü kaidenin şerhinde bir hadîs-i şerif zikredilmişti: «İlim, teallüm ile (adım adım gayretle), tahsil edilir. Hilm de, tehallüm ile (adım adım yaşayarak) elde edilir…» (İbn-i Hibbân, Ravzatü’l-Ukalâ, 210; Taberânî, Evsat, 2738)
8 Bu hususta sebep olarak, ilk sûfîlerden bazılarının hadis çalışmalarından uzak durmaları ve bu anlayışın eserlere yansıması da zikredilmektedir. Ahmet YÜCEL, Hadis Tarihi, s. 67-69. Sûfîlerin hadîs rivâyetiyle meşgul olmamalarının sebepleri hakkında bkz. Abdullah AYDINLI, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadîs, s. 135-155.
9 İsmail Lütfi ÇAKAN, Hadis Usûlü, 127.