Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -49- FELSEFE ve MANTIK
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelîmeşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
HAKÎM TAVRI
Müellifimiz, önceki maddede tasavvuf erbâbının; zâhid, ârif ve mürid gibi farklı sıfatlarını ele almıştı. Bu maddede, felsefe ve mantık ilimleriyle meşgul olanların bakış açısını ve bu ilimlerin tasavvuf ile münasebetini ele alıyor.
Yetmiş Birinci Kaide:
“Hakîm, varlığa hakikatleri açısından bakar.”
Hakîm; hikmet sahibi, hikmetle meşgul olan, feylesof yahut filozof denilen kişidir. Felsefe kelimesinin Yunanca filo-sofya, hikmet sevgisi demek olduğu söylenir. Ayasofya Camii’nin adında da geçen «sofya», Yunan eserleri Arapçaya çevrilirken «hikmet» kelimesi ile tercüme edilmiştir. Türkçede bilgelik diye tercüme ediliyor.
Varlığı ince noktalarıyla araştıran, inceliklerini öğrenmeye çalışan kimselere hakîm denirdi. Eskiden bütün ilimler beraber mütalâa edildiği için, tabip mânâsına gelen hekim kelimesi de buradan gelir.
Eskiden matematik, tıp, kimya vb. bütün ilimler felsefenin altında mütalâa edilirdi. Daha sonra ilimler ve fenler çoğalıp çeşitlenmiş; müşâhede ve tecrübe sayesinde, ulaşılan ve ispatlanan fizik kanunlarıyla bu ilimler müsbet ilim / fen hâline gelmiş ve felsefe çatısından ayrılmıştır.
Bundan sonra felsefe; sadece akıl yürütme yoluyla, sadece akla istinâd ederek, varlığa, insana ve ahlâka dair suallere cevap aramanın adı olmuştur. Bu bakımdan İslâmî nazarda feylesofun hataya düşmesi kaçınılmazdır. Zira müslüman için, bu suallerin cevabı vahiyle verilmiştir. Vahye teslîmiyet ile ittibâ gerekir. Hakîm ise akla dayanarak öğrenmek ister.
“ve hakîm, bu hakikatlerini, ulaştığı nokta itibarıyla talep eder; bu yüzden de sürekli takip etme işiyle meşguldür.”
Filozof, araştırmacıdır. Peşini kollar, araştırır, düşünür, taşınır.
“Bu ise ittibâa halel getirir.”
Müslüman vahye teslîmiyet ile ittibâ eder. Sûfî için de teslîmiyet esastır. Filozofça araştırmacı bakış, bu bakımdan ittibâı ihlâl eder.
Hatırlayalım:
Hızır –aleyhisselâm-, Hazret-i Musa’ya;
“–Ben sana hikmetini açıklamadıkça bana soru sormayacaksın!” demişti. Hazret-i Musa, dayanamamış üç kere itiraz etmiş ve bu yolculuğa devam edememişti.1
İttibâteslîmiyetle yürür.
Meselâ Abdullah İbn-i Ömer –radıyallâhuanhümâ-; Peygamber Efendimiz –aleyhissalâtü vesselâm-’ın adımlarını takip etmiş, yollarda O’nun geçtiği yerden geçmiş, O’nun altında oturduğu ağacın altında oturmuş. «Niye?» diye sormadan ittibâ etmiş.2
Hakîm ise;
“–Peygamber burada niye oturdu? Bu oturmasının hikmeti neydi?” diye araştırmak ister. Çözemeyince şüpheye kapılabilir. İttibâ etmekten kaçınabilir.
İttibâ ile tetebbû hiçbir zaman bir arada bulunamaz mı? Yani hem teslîmiyet gösterip; «Âmennâ ve saddaknâ!» diyebilmek, hem de sebep ve hikmetini öğrenmeye, araştırmaya devam edebilmek mümkün değil mi?
Müellifimiz bunun, ancak şu vasıflara sahip kişiler için mümkün olduğunu söylüyor:
“Bu; ancak sağlam bir fıtrata, istikrarlı hâllere ve doğru bir düşünceye sahip olan kimseler için uygun olabilir.”
Ancak onlar tetebbû ile ittibâı cem edebilirler. Onlar için araştırmak, teslîmiyeti bozmaz.
İttibâ artı tetebbû gösterebilen kişi, yani hem tâbî olup hem tâbî olduğu yeri anlamlandırabilen, hikmetini, sebebini kavrayabilen, tâbiiyeti o işe iknâ olmasından kaynaklanabilen kişi, fıtrat-ı selîme, ahvâl-i müstakîme ve fikr-i kavîme / doğru düşünce sahibi olanlardır.
Fıtrat, yaratılıştan gelen yapımızdır. Cenâb-ı Allah buyurur:
“(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allâh’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er–Rûm, 30)
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Her çocuk ancak fıtrat üzere dünyaya getirilir. Bundan sonra annesi-babası (yahudi ise) onu yahudi yapar, (hıristiyan ise) onu hıristiyan yapar, (mecûsî ise) mecûsî yapar…”3
Âyet-i kerîme, bozulmamış fıtrata yönelmemizi istiyor. Hadîs-i şerif de fıtratların aile ve çevre tesiriyle nasıl bozulduğuna işaret ediyor.
Kişinin fıtratı; yanlış telkinler, bozuk eğitimler ile yıpranmaya maruz kalmışsa, o kişi tetebbû ile ittibâı bir arada götüremez. Çünkü bozulan fıtratı, teslîmiyet gösterilmesi gereken hususlarda itirazlar üretir.
Sadece fıtratı değil; hâli, yaşayışı, davranışları ve fikir yapısı da düzgün, istikametli, yani ehl-i sünnet çizgisinde olan kimseler; hem tetebbû yani araştırma, soruşturma, tahkik etme hem de ittibâı gerçekleştirirler.
HANGİSİ ZOR?
Bu satırları okuyanlar, ittibâ ve teslîmiyetin kolay; tetebbû, araştırma ve sorgulamanın daha zor olduğunu düşünebilirler.
Hâlbuki zor olan ittibâdır. Büyüklerin tabiriyle, nefis daima bir keçi yolu bulup oradan yürümek ister. İnsanın bid‘at çıkarması, kafasına göre hareket etmesi kolaydır. Zor olan; uyulması gereken esaslara ve ittibâ edilmesi gereken zâtlara, peygamberlere ve imamlara ittibâ edebilmektir. Asıl hüner odur. Çünkü burada nefsin kibri de devreye girer.
Bu sebeple iki yolu birleştirebilmek için; fıtratın, davranışların ve fikirlerin selâmet içinde olması lâzım. İşte o zaman hem tâbî olur hem de tâbî olmanın gerekçelerine vâkıf olmaya gayret edebilirsin.
Bundan dolayı;
“Hakîm için seyr u sülûk yoluna girmek zordur. Neredeyse imkânsız gibidir.”
Bozulmamış fıtrat, istikametli davranış ve düzgün fikriyat sahibi olmayan felsefeci tipler için seyr u sülûk zordur.
Niye?
Çünkü;
“–Niye ben bu zikri çekiyorum? Niye şu vakitte kalkıyorum? Niye bunu yapıyorum? Niye öyle, niye böyle?” diye soruşturup durmaktan mesafe katedemez.
Derler ki:
“–İki müesseseden içeriye girerken, aklını kapının eşiğine bırakacaksın:
•Tasavvuf, tarîkat yolu…
•Siyaset…”
Siyaset de öyledir. Liderinin fikir ve hareketlerini sorgulayıp duran bir kişi siyasette yol alamaz.
“–Niye bu kanuna evet diyoruz? Niye buna biz imza atıyoruz? Bu olmaz!” diye sorup soruşturmaya başlayan kimse; siyaset müessesesinde de istenmeyen, sevilmeyen adam olur.
Binâenaleyh;
Aklı başında bir teslîmiyet önemli.
Doktora gidiyorsun, muayene ediyor seni, ilâç veriyor.
“–Niye bu ilâcı verdin? Bu ilâcın etken maddesi ne? Kim söylemiş bunun iyi geleceğini?” diye hipokrata kadar adamı sorgularsan;
“–Git kardeşim! Seninle mi uğraşacağım!” der.
Binâenaleyh;
Evet sormak, soruşturmak, peşine düşmek, izini sürmek güzeldir ama böyle kimseler eğer uygun bir fıtratla, istikametle, fikirle bezenmemişlerse seyr u sülûkleri zor olur. Hattâ imkânsız olur.
“Zira avâm-ı nâs bu umûmun içerisine girer. Yani insanlar genelde bu teslîmiyeti gösteremezler.”
Onun için;
Avâm-ı nâs, seyr u sülûk meselesinde çok muvaffak olamazlar.
Niye?
Çünkü seyr u sülûk bir hikmet ister hadd-i zâtında. Fakat bu hikmetin fıtrat-ı selîme, ahvâl-i müstakîme ve fikr-i kavîme ile bezenmiş olması lâzım gelir.
Eğer avamda bu hasletler olmuş olsa, artık onlar avam olmaktan çıkarlar.
Doktor misâli ile şöyle açabiliriz:
Kişi; doktora güvenip gitmişse, onun tahsiline, tecrübesine itimat etmelidir. Seyr u sülûk yoluna giren kişi; o yolun, menzil-i maksûda götüreceğine inanmış da o yola girmiştir. Tereddüt ve şüphe izhâr eden sorgulamalar, yol almasına engel olur.
“Mantıkçı ise cümlenin, kelâmın, fikrin, düşüncenin temeline atıfta bulunur, işaret eder. Çünkü onun derdi ma‘kûlâtın / aklen bilinebilecek olan şeylerin hakikatini ortaya koymaktır. Bu sebeple de ifrat ve tefrit bakımından makûlat / mantıktaki kategoriler ile perdelenir, hakikati göremez.”
Mantık ilmi, âlet ilimlerdendir. Mantık ilmi, bir kıyâsın / akıl yürütmenin, bir tarifin doğru yapılıp yapılmadığını inceler. Doğru bilgiye ulaşmak üzere, düşüncenin safsatalarla yanıltılmasına engel olur.
İlimler, çeşitlidir. Fizik ve metafizik ayrımında olduğu gibi, aklen bilinebilecek ilimler olduğu yanında; aklın ötesinde, ancak vahyin, naklin (âyet ve hadislerin) ışığında bilinebilecek ilimler de vardır.
Aristo’dan beri gelen makûlât, kategoriler, ise cevher ve arazlarıdır. Kemmiyet (nicelik), keyfiyet (nitelik), zaman, mekân, durum diye devam eden 10 kategoridir.4
Bunların; mânevî, mücerred, metafizik hâdiselere uygulanamayacağı açıktır. Mantıkçı, eğer bir âlet ilmi olan mantığı, alanı dışına çıkarır, dînî ilimlere, tasavvufa tatbik etmeye kalkarsa; elbette perdelenir, hakikate ulaşamaz.
Elbette hâdiseleri bir mantık çerçevesinde anlamaya çalışmak lâzımdır. Ama meseleyi hâdiseyi anlamanın gerisine veya ötesine taşırmak (ifrat ve tefrite düşmek) bir mahrumiyet doğurur.
VASITA ve GAYE
Kadîm bir tartışma konusudur:
İlim ilim için midir? İlim amel için midir? Sanat sanat için midir? Sanat halk için midir?
Eğer mantıkçı meseleyi mantık boyutlarıyla sınırlarsa, ondan istifâde edemeyiz. Ama onu pratiğe döker, konuşurken düzgün konuşmaya, merâmını anlatırken başı sonu belli bir şekilde anlatmaya vesile olsun diye kullanırsa, o zaman mantık ilminin faydası husûle gelir.
Ahmed Zerrûk Hazretleri; bu iki ilim dalının, felsefe ve mantığın bakış açılarını ve tasavvuf ilmine yabancılıklarını ifade ettikten sonra, bunlardan uzak durmanın gerekli olduğunu şöyle söyler:
“Hem felsefeden, hem de mantıktan uzak durulması gerekir. Çünkü geneli itibarıyla temele, asla uzak olan sahalardır.”
İmam Gazâlî, felsefeyi araştırmış ve Tehâfütü’l-Felâsife / Feylesofların Tutarsızlıkları adında bir eser yazmıştır.
Müslümanın dünyada varlık sebebi, Cenâb-ı Allâh’a kulluktur. O kulluğu yapmanın olmazsa olmaz şartı ilimdir. İlim kulluğa hizmet etmek üzere vardır.
İlim bir fantezi olarak mevcut değildir.
Hikmet ve mantık bir fantezi yani zihnî bir meşguliyetten öteye geçemiyorsa; pratiğe, amele tercüme edilemiyor ise o zaman bundan uzak durmak lâzım gelir.
Genelde de,umûmî yönlerinde de bu hikmet (felsefe) ve mantık; aslı, temeli itibarıyla, kökeni itibarıyla bize uzaktır.
Felsefe ve mantık, Yunan medeniyetinin mîrâsıdır. Onlar da kadîm medeniyetlerden bunları iktibas edip geliştirmişlerdir. Bunlardan âlet ilmi olarak istifâde edilebilecek kısmı, müslüman âlimler tarafından seçilip alınmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi; matematik, kimya vb. temel ilimler artık felsefe muhtevâsında değildir.
Tasavvuf ise, vahiy kaynaklıdır, Kur’ân ve Sünnet yolunda yürünen bir ilimdir. Bunların asıl ve esasları birbirine uymaz.
“Feylesofun veya mantıkçının sözüne nazar edilmez, itibar edilmez, bakılmaz.
Ancak biz mantık veya hikmet ilmini, başkalarının söylediği sözler, hakikî veçhiyle anlaşılsın diye istihdam ederiz. Bunu yaparken de sözü doğru anlayıp tartabilmek için fikrin müstakîm olup olmadığını idrâk edebilmek için bakarız.”
Yani felsefe de mantık da gaye ilimlerden değildir. Âlet olan ilimlerdendir. Mantığı mantık için, hikmeti hikmet için öğrenmeyiz. Karşımıza çıkan görüşleri, sözleri tartabilmek için kullanırız.
Âlet ilimleri tıpkı terazi gibidir. Terazi kendisini tartmak için değildir. Başka birtakım eşyayı tartmak içindir.
Mantık da bir terazi gibidir. Mantığı mantık okumak için öğrenmeyiz. Kendisiyle sözü ve fikri tartmak için ona ihtiyaç duyarız.
“Aksi hâlde selâmet; selîm olmak, hatasız, kusursuz kalmak mümkün değildir.”
Âlet ilimlerinin hepsi için bu problem mevcuttur.
Mantık ilmi medrese müfredâtında okutulur. Çünkü o bir âlet ilmidir. Lâzımdır. Ama tuz kadar.
Yine bir âlet ilmi olan nahivle ilgili derler ki:
“–Nahiv yemekteki tuz gibidir.”
Bazı ilim yolcuları; fenâfi’n-nahiv olur, ömrünü nahiv kitaplarına adar. Yani yemeğe atacak kadar tuz almaz, tuzdan yemek yapar. Bu tavır; o kişi için bir hicab, bir perde olur. Nahvin dışına bir türlü çıkamaz.
Maksadımız Kur’ân ve Sünnet’i anlamaktır.
Bu bahiste akla gelebilecek bir sual de şudur:
Kur’ân’da geçen hikmet, hakîm ifadeleriyle; bu bahisteki felsefe, felsefeci mânâsındaki kelime aynı mıdır?
Hayır; burada tevâtu yani iki farklı şeye, aynı ismin verilmesi durumu var.
Kur’ân’daki hikmet; “Bir şeyi yerli yerinde yapmak.” demektir. Söz ve fiilde isabet etmek demektir. İsabetli olabilmesi için de, perde arkasını bilebilmek demektir.5
Felsefeyi Arapçaya tercüme ederken bu kelimeyi seçmişler. Bir ürünü pazarlayacak olanlar; ona kuvvetli, albenili bir isim vermek isterler. Burada da bu kabilden bir seçim olmuş. Yoksa, Kur’ân’daki hikmet ile, bilgelik mânâsındaki felsefî hikmetin bir alâkası yoktur.
İlim tecessüsten ve meraktan doğar. Teslîmiyet sahibi olmak, ilim ve hikmete müştak olmak ile zıt değildir. Yeter ki, selîm fıtrat ve müstakîm hâl ve fikirlerle yürüyelim. Tasavvufun gayesi, «mârifetullah» olmak cihetiyle; Allâh’ın yarattığı varlığı da tanımak ve hakkıyla bilmek elbette, sûfîlerin ilgi alanı içindedir. Buna işareten, tasavvufî eserlerde geçen bir duâ ile bitirelim:
“Allâh’ım!.. Bize, eşyayı olduğu gibi göster, hakikatiyle temâşâ ettir!..” Âmîn…
____________________
1 Bkz. el-Kehf, 60-82.
2 Bkz. M. Yaşar KANDEMİR, «Abdullah b. Ömer b. Hattâb», TDVİA, I, 126-128.
3 Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvûd, Sünne, 17; Tirmizî, Kader, 5.
4 Bilgi için bkz. Yusuf Şevki YAVUZ, «Araz», TDVİA, III, 337-342; Mahmut KAYA, «Makūlât», XXVII, 460-461.
5 Elmalılı Hamdi Efendi, Hikmet mefhumunun 23 ayrı tarifini bildirir. Bkz. Hak DîniKur’ân Dili, c. 2, s. 205-215.